İrfan Aktan
Miguel M. Zumalacárregui: Türkiye’de işkence yaygın ve sistematik
İnsan Hakları Derneği (İHD) Eş Genel Başkanı Öztürk Türkdoğan, "silahlı terör örgütü üyesi olmak" iddiasıyla 22 Şubat günü Ankara'da hakim karşısına çıktı. Yaptığı basın açıklamaları ve telefon görüşmeleri nedeniyle suçlanan Türkdoğan’ın dava duruşmasına 90'dan fazla ülkede 200 insan hakları örgütünün üyesi olduğu İşkence Karşıtı Dünya Koalisyonu’nun (OMCT) Avrupa Direktörü Miguel Martín Zumalacárregui ve İspanya İnsan Haklarını Savunma Merkezi (Centre per la Defensa dels Drets Humans) Başkanı Anais Franquesa da gözlemci olarak katıldı.
Öztürk Türkdoğan'ın (sağda) duruşmasını Zumalacárregui (sol 1) ve Franquesa (sol 2) izledi.
Duruşmadan sonra Zumalacárregui ve Franquesa’yla Türkiye’deki insan hakları ihlallerini, AB ülkelerinin hak ihlalleri karşısındaki sessizliğinin sebeplerini ve Avrupa’daki insan hakları hareketinin Türkiye’ye bakışını konuştuk.
Türkiye’de sadece belli bir kesim işkence ve kötü muamele uygulamalarına karşı tepki gösteriyor ve bu konudaki kamuoyu bir hayli dar. Siz dışarıdan baktığınızda Türkiye’deki işkence uygulamalarına dair ne tür pratikler görüyorsunuz? Örgüt olarak bu konuda yürüttüğünüz bir çalışma var mı?
Miguel M. Zumalacárregui: İşkence Karşıtı Dünya Koalisyonu’nun (OMCT) analizine göre Türkiye çok ciddi bir insan hakları krizinden geçiyor. İşkence de bu krizin önemli parçalarından biri. OMCT olarak Türkiye’deki insan hakları örgütleriyle de çalışıyoruz ve onların elde ettiği veriler sayesinde işkencenin çok ciddi bir boyutta olduğunu biliyoruz. Türkiye’de iktidarın yıllardır "işkenceye sıfır tolerans tanıyacağız" sözlerinin pratikte karşılığı olmadığı açık. Türkiye’de işkence hâlâ yaygın ve sistematik. Bunu ceza sisteminde de, gözetim ve gözaltı merkezlerinde de, gösteri-yürüyüş hakkını kullanan vatandaşlara karşı sokaklarda da görüyoruz. Keza işkenceye karşı cezasızlığın da büyük bir sorun olduğunun farkındayız.
Peki sizin buna dair özel olarak elde ettiğiniz bilgiler var mı? Örneğin hapishanelerdeki uygulamalara dair bilgilere sahip misiniz? İşkence Karşıtı Dünya Koalisyonu olarak Türkiyeli yetkililerle herhangi bir görüşmeniz oldu mu?
OMCT, dünya çapında farklı ülkelerdeki üye örgütlerle çalışıyor. Bizim Türkiye’de de üyemiz olan örgütler var ve bilgilere bu üyelerimiz vasıtasıyla ulaşıyoruz. Öte yandan uluslararası standartlara göre gözaltı yerlerinin, cezaevlerinin izlenmesinde sivil toplum örgütlerinin çok hayati bir önemi ve yeri var ama Türkiye’deki sivil toplum örgütlerinin bu yerlere girip gözlem yapmalarına izin verilmiyor. Bu engellemenin kendisi bile bize durumun ne olduğunu anlatıyor aslında.
TÜRKİYE’DE TOPLUM, HAK TALEP ETMEKTEN VAZGEÇİRİLMEK İSTENİYOR
Peki siz bu konuda Türkiye’deki makamlara herhangi bir başvuru yaptınız mı?
Şu an İnsan Hakları Derneği Eşbaşkanı Öztürk Türkdoğan’ın yargılandığı davanın duruşmasını izlemek için Türkiye’de bulunuyoruz. Dolayısıyla bu ziyaret kapsamında bahsettiğiniz türden bir başvuru yapmadık. Fakat yakın zamanda Türkiye’ye heyet halinde yeni bir ziyarette bulunacağız ve gözaltı merkezlerine, cezaevlerine gitmek üzere başvuruda bulunacağız.
Türkdoğan’ın yargılanması da aslında az önce bahsettiğimiz sorunla doğrudan bağlantılı. Çünkü insan hakları savunuculuğu yaptığı için Öztürk Türkdoğan, "terör örgütü üyesi" olmakla itham ediliyor. Türkdoğan’ın böylesi bir suçlamayla karşı karşıya bırakılmasının tek nedeni, siyasi otoriteyle aynı görüşleri taşımaması ve hak ihlallerine ışık tutması.
1980’lerde ve 90’larda hükümetler Türkiye’deki hak ihlallerini, işkenceyi kamuoyundan gizlenmeye çalışır veya inkâr ederdi. Fakat son zamanlarda iktidara yakın çevrelerin doğrudan bu işkence uygulamalarını sosyal medya veya başka araçlarla görünür kılmaya çalıştıklarını biliyoruz. Siz bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Esasen Türkiye’deki mevcut durumda birbiriyle çelişen iki olgu var. Bir yandan hükümet insan hakları ihlallerini gizlemeye çalışıyor ama bir yandan da aleni bir biçimde ihlaller yapılıyor. Dahası, mevcut iktidardan önceki hak ihlallerine dikkat çekenler, örneğin Cumartesi Anneleri de engellenmek, onların talepleri de görünmez kılınmak isteniyor. Yani hem şimdinin hem de geçmişin ihlalleri gizlenmeye çalışılıyor. Fakat bir yandan da çeşitli olaylarda açıkça, ilan edercesine hak ihlallerine başvuruluyor. Çelişen iki olgu var ortada.
Peki bunu neden yapıyorlar?
Her iki yöntemle, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin de defalarca vurguladığı üzere, toplum hak talebinde bulunmaktan vazgeçirilmek isteniyor. Dolayısıyla Türkiye hükümeti kendi vatandaşlarıyla, özellikle de muhaliflerle nasıl bir ilişki kurduğunu açıktan ihlaller üzerinden göstermeye yöneliyor. Türkdoğan’a karşı açılan dava da bunun bir örneğidir. Bu tür açıktan yıldırma adımlarıyla hükümet, kendi yurttaşlarına "hareket sınırınız şu noktada bitiyor" mesajı veriyor. "Bu sınırın ötesine geçmeyin, aksi halde başınıza gelecek olan böylesi yargılamalardır" diyor hükümet.
Anais Franquesa: Tüm hükümetler birbirine benzer baskı mekanizmalarını, birbirinden farklı düzeylerde kullanıyor. Bu mekanizmalardan bir tanesi de polisin sokaktaki kişilere uyguladığı şiddet. Bir diğer mekanizma yargı tacizi dediğimiz uygulamalar.
AVRUPA BAĞLAMINDA TÜRKİYE OLUMSUZ BİR ÖRNEK OLARAK İLK SIRALARDA
Ne demek yargı tacizi?
Yurttaşlara, insan hakları savunucularına habire soruşturmalar, davalar açılması ve onların bu şekilde yıldırılmaya çalışılması. Miguel’in ifade ettiği gibi bu tür uygulamalar bir bütün olarak toplumu sessizliğe hapsetme çabasının sonuçları. Hükümet bu süreçte sivil toplum alanını olabildiğince daraltmak istiyor. Üstelik bu Türkiye’ye de özgü değil.
Avrupa veya çevresinde benzer baskıların uygulandığı ülkeler var mı?
Sadece Avrupa bölgesi için değil, uluslararası düzeyde sivil toplum alanının daraltıldığına ve bunun da baskılarla gerçekleştirildiğine şüphe yok. Her iktidar birbirinden farklı yollarla bunu yapıyor. Hükümetlerin toplantı ve gösteri yürüyüşlerine karşı tutumları nüans farkları olmakla birlikte, birbirine benziyor. Toplantı ve gösteri yürüyüşleri hakkı yasal güvence altında olduğu için görece demokratik davranan ülkeler olduğu gibi, kendi yasalarını uygulamayan hükümetler de var.
Miguel M. Zumalacárregui: Avrupa bölgesi bağlamında baktığımızda, Türkiye olumsuz bir örnek olarak ilk sıralarda. Avrupa’nın genelinde insan haklarına, sivil topluma dair kısıtlamalar hem pratikte hem de yasalardaki değişikliklerle artıyor. Macaristan, Fransa gibi örnekler bunu gösteriyor mesela. Keza Avrupa genelinde mülteci hakları savunucularının giderek daha fazla kısıtlamayla karşı karşıya kaldığı da tespit etmiş olduğumuz bir eğilim. Maalesef Avrupa kıtasının tamamında temel hak ve hürriyetler konusunda negatif eğilimler artıyor. Ama Türkiye bunun ötesinde bir pozisyonda. Çünkü iktidara muhalif olan herkese devlet düşmanı gözüyle bakılıp ona göre muamele yapılıyor.
TÜRKİYE’DE KLASİK İŞKENCE YÖNTEMLERİ HÂLÂ UYGULANIYOR
Türkiye’de işkence denince geniş kamuoyu elektrik, Filistin askısı gibi 1990’larda yaygın olan yöntemleri anlıyor. Şu anda ne tür işkence yöntemleri uygulanıyor?
Anais Franquesa: 2017 tarihli Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi’nin (CPT) raporunda aşırı güç kullanımı ve işkenceye dair çok sayıda vakaya yer veriliyor. Öte yandan Türkiye’de bahsettiğiniz klasik işkence yöntemlerinin hâlâ var olduğunu biliyoruz.
Miguel M. Zumalacárregui: Türkiye’deki yetkililer "işkence yok" derken, tam olarak sizin bahsettiğiniz yöntemleri, yani Filistin askısı, elektrik, zorla kaybetme vs, gibi işkenceleri kastediyor. Oysa biz bu yöntemlerin de hâlâ uygulandığını biliyoruz. Nitekim yakın zamanda zorla kaybetmeler tekrar başladı ki, zorla kaybetme Avrupa bağlamında daha ziyade Türkiye’ye özgü bir ihlal türü. Zorla kaybedilen kişilerden uzunca haber alınamadığını ve bu süreçte işkenceye maruz kaldıklarını biliyoruz. Keza bu işkencenin mağdurlar üzerinde uzunca bir süre devam ettiği de malûm. Fakat az önce bahsettiğim klasik işkence yöntemleri dünya genelinde kabul görmekten çıkıp tabu haline gelince, insan hakları örgütleri ve uluslararası kamuoyu, geçmişe nazaran daha "yumuşak" uygulamaları, eskilerin yerine konmuş işkence yöntemleri olarak değerlendirmeye başladı. Dolayısıyla bilinen işkence yöntemleri azalsa da, işkencenin tanımı genişledi. Çünkü klasik işkence yöntemleri uygulandığında, söz konusu "yumuşak" yöntemler gözden kaçırılıyordu. O yüzden "elektrik, Filistin askısı vs, yok" demek, işkence olmadığı anlamına gelmiyor.
Az önce Avrupa İşkenceyi Önlenmesi Komitesi’nin (CPT) 2017 tarihli raporuna dikkat çektiniz. CPT, hakkında rapor tuttuğu ülkelerin iktidarlarının onayı olmadan raporlarını yayınlayamıyor, değil mi?
Anais Franquesa: Maalesef bu doğru.
ULUSLARARASI TOPLUM CPT RAPORLARININ YAYINLANMAMASININ NEDENİNİ BİLİYOR
Peki CPT’nin hazırlayıp da Türkiye izin vermediği için açıklanmamış ihlal raporları var mı?
Miguel M. Zumalacárregui: Evet, Türkiye CPT’nin raporlarının yayınlanmasını kısıtlıyor. Örneğin 2016 yılındaki darbe girişiminden sonra hazırlanan iki rapor, Türkiye hükümetinin engellemesi sonucu hâlâ yayınlanamadı. Daha sonra bazı raporlar da engellemeler sonucunda, hazırlandıktan epey süre sonra yayınlanabildi. Türkiye’deki otorite darbe girişiminden sonra yaşananların ortaya çıkmaması için çaba sarfediyor ama uluslararası toplum darbe girişiminden sonra yaşananlara dair bir fikir sahibi.
Nasıl bir fikre sahip?
Uluslararası toplum 2016 tarihli raporun yayınlatılmamasının nedeninin işkence ve kötü muamele olduğunu biliyor mesela. Sivil toplum örgütlerinin gözaltı merkezlerine veya cezaevlerine sokulmamasının nedeni de biliniyor.
KİMSE DIŞ DÜNYADAN TAMAMEN KOPARILAMAZ
Peki CPT raporlarının yayınlanması konusunda neden bir baskı yapılmıyor?
Açıkçası CPT raporlarının yayınlanması konusunda da bir mücadele yürütülmesi gerektiğini düşünüyorum. Fakat bizim insan hakları mücadelemizin sonucunda pek çok Avrupa ülkesi, ziyaretlerinin hemen ardından raporlarını yayınlama konusunda CPT’ye açık çek veriyor. Nitekim CPT heyetleri, hem Belçika hem de Bulgaristan’daki gözaltı merkezleri ve hapishanelerde yaptıkları incelemelerde hak ihlalleri tespit etti ve bunlar yayınlandı.
İmralı’da Abdullah Öcalan’ın koşullarına dair malumat sahibi olabilmek için CPT’nin yaptığı inceleme raporlarının yayınlanması konusunda talepkâr olan bir kamuoyu var. Nitekim uzun yıllardır İmralı’da neler olup bittiğine dair kamuoyunun hiçbir bilgisi yok. Siz bu tecrit uygulaması hakkında nasıl bir yaklaşıma sahipsiniz?
Açıkçası İşkence Karşıtı Dünya Koalisyonu olarak biz de İmralı’daki uygulamalar hakkında yeterince bilgiye sahip değiliz ama sizin sorunuzun kendisi bile durumu açıklamaya yetiyor. Gözaltı merkezlerinde, hapishanelerde neler olup bittiğinin şeffaflıkla açıklanması ve buralardaki uygulamaların bilinir olması, uluslararası standartların bir gereği. Bir cezaevinden haber gelmiyorsa, orada tecrit var demektir ve tecrit de bir hak ihlalidir, kimseye uygulanamaz. Hiçkimse dış dünyadan tamamen koparılamaz.
ERDOĞAN İÇ KAMUOYUNDA GÖSTERDİĞİNİN AKSİNE ULUSLARARASI KAMUOYUNUN ELEŞTİRİLERİNE DİKKAT KESİLİYOR
1990’lı yıllarda Avrupa’dan gelen insan hakları savunucularının, siyasi heyetlerin Türkiye hükümeti üzerinde etkisi oluyordu. Fakat mevcut hükümetin bu tür ziyaretleri önemsemediği, eleştirileri dikkate bile almadığı tespit edilirken, gerek Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyi’nin gerekse Avrupalı insan hakları savunucularının eskisi gibi Türkiye’deki hak ihlalleriyle ilgilenmediği eleştirileri de yapılıyor. Avrupa’nın Türkiye’deki insan hakları ihlallerine yönelik sessizliğinin sebebi ne?
Bir kere Erdoğan ve hükümetinin, iç kamuoyunda gösterdiğinin aksine, uluslararası kamuoyunun eleştirilerine dikkat kesildiğini söylemeliyim. İç kamuoyunda güçlü bir lider olduğunu göstermek için, dışarıdan gelen eleştirileri pek dikkate almıyormuş gibi imaj çiziyor. Oysa hem Cenevre’deki Birleşmiş Milletler binasında, hem de AB bağlamında Brüksel’de Türkiyeli diplomatların çok aktif bir biçimde çalıştıklarını, uluslararası kamuoyundan gelen eleştirilerden bir hayli kaygı duyduklarını gözlemliyoruz.
Öte yandan Türkiye, kendisine yönelik eleştirilerin önüne geçmek için mülteci krizini bir araç olarak kullanıyor. Sırf bu bile Türkiye hükümetinin uluslararası aranada kendisiyle ilgili söylenenleri çok önemsediğini, yöntemi ne olursa olsun, olduğundan farklı bir imaj çizmek için uğraştığını gösteriyor. Bu nedenle Türkiye’deki insan hakları örgütleri, hak ihlallerinin belgelenmesinin karşılığı olmadığını düşünmemeli. Uluslararası insan hakları hareketinin malumat sahibi olması, Türkiye’de olup bitenlerin bilinmesi çok önemli. Nitekim Birleşmiş Milletler organının Türkiye’deki uygulamalara dair daha aktif olduğuna dair gözlemlerimiz var. Keza AB düzeyinde de eleştirel seslerin daha fazla çıktığını görüyoruz.
Avrupa hükümetlerinden mi eleştirel sesler geliyor?
Avrupalı yöneticilerin Türkiye’deki ihlallere yönelik utanç verici sessizliğine yönelik eleştiriler yükseliyor. Avrupa insan hakları hareketinin de Türkiye’deki insan hakları hareketiyle aktif bir dayanışma içinde olduğunu söylemeliyim.
AB, MÜLTECİ KARTI NEDENİYLE TÜRKİYE’DEKİ İHLALLERİN PARÇASI OLDU
Türkiye’nin mülteci kartı, Avrupa’daki hükümetleri yönlendirmede etkili oldu mu?
Tabii, Türkiye’nin mülteci kartı, Avrupa ülkelerinin Türkiye’deki ihlallere sessiz kalmasında epey işe yaradı. Avrupa Birliği’nin Türkiye’yle yaptığı mülteci anlaşması sadece Avrupa’daki insan hakları hareketinde değil, pek çok siyasi oluşum tarafından da bir utanç belgesi olarak görülüyor. Çünkü AB tam da bu nedenle Türkiye’de yaşanan bir çok ihlali görmezden geldi ve hatta bu ihlallerin bir parçası oldu.
Bu ilişkide bir değişim gözlemliyor musunuz?
AB’nin en üst kademesindeki yöneticileri açısından durum pek değişmedi. Hatırlarsanız AB temsilcilerinin Erdoğan’ı ziyareti sırasında, heyette yer alan Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’e oturacak yer bile gösterilmemişti. Bence o sahne, AB’nin en üst düzey temsilcilerinin Erdoğan’la karşı karşıya geldiklerindeki acziyetlerinin sembolik bir göstergesiydi. Çünkü Erdoğan’ın elinde mülteci kartı olduğunu biliyorlar. Fakat daha alt kademelerde, hem Avrupa siyasetinde hem de bürokrasisinde Türkiye’deki ihlallere yönelik sesler giderek yükseliyor. Açıkçası yakın gelecekte Avrupa Birliği’nin Türkiye’deki ihlalleri görmezden gelme yaklaşımının değişeceğini düşünüyoruz.
AVRUPA KENDİSİNİ DIŞ DÜNYAYA KAPATAN BİR KITAYA DÖNÜŞÜYOR
Türkiye’de mülteci düşmanlığı yeni ırkçı dalganın taşıyıcı unsuru haline geldi. Avrupa’da da mülteci karşıtlığının ırkçı ideolojileri beslediği biliniyor. İnsan hakları örgütleri olarak mülteci meselesinin orta ve uzun vadede bölgeyi nasıl şekillendireceğini düşünüyorsunuz?
Anais Franquesa: Dediğiniz gibi, bu problem maalesef Türkiye’yle sınırlı değil. Avrupa’nın sadece Türkiye’yle sınırları yok. Örneğin İspanya’nın güney sınırından gelen mülteci akını da söz konusu. Avrupa’da sınırları kapatmak ve mülteci sorununu bu sınırların dışında tutmak gibi bir eğilim var. Sınırların tahkimatı konusunda çok büyük paralar harcanıyor. Sınırlarda çok büyük asker ve polis gücü konuşlandırılıyor. Aynı zamanda duvarlar da inşa edilerek bu sorun Avrupa’nın dışında tutulmak isteniyor. Ne yazık ki yakın gelecekte bu eğilim değişmeyecek gibi görünüyor.
Oysa yakın gelecekte kendi ülkesinde yaşayamayıp Avrupa’ya ulaşmak isteyecek kitleler de artacak. Avrupa ise bunun karşısında dış dünyaya kendisini kapatan bir kıtaya dönüşüyor. Bunun karşısında insan hakları bağlamında yeni bir dayanışma hareketinin yükseldiğini ve daha da yükseleceğini söyleyebiliriz. Hükümetler insan haklarını korumak yerine onu ihlal eden pozisyona düştüğünde, devreye insan hakları hareketi ve sivil toplum girecek. Sivil toplum örgütlerinin, insan hakları hareketlerinin böylesi bir dönemde tarihi bir görev üstlendiklerini ve bu görevi yerine getirmekte de muvaffak olacakları konusunda ümitvarız.
Miguel M. Zumalacárregui: Mücadeleye devam edeceğiz.
Mültecilerin önemli bir kısmı ayrıldıkları ülkelerinde işkence mağduru oldukları gibi, bazıları gerek yolda, gerekse vardıkları ülkelerde benzer muamelelere maruz kalıyor. Dünyada yüzlerce üye örgütü olan İşkence Karşıtı Dünya Koalisyonu bu konuda ne yapıyor?
Bu bizim için büyük bir tartışma konusu. Nitekim OMCT olarak iki sene önce Avrupa ve Afrika’daki üyelerimizle bu konuda bir çalışma grubu oluşturduk. Aralık 2021 tarihinde bu konudaki raporumuzu yayınladık. Söz konusu raporda Afrika’dan Avrupa’ya gelen mültecilerin maruz kaldıkları muameleleri irdeledik.
AVRUPA’NIN SINIR POLİTİKASI MÜLTECİLERİ İŞKENCE GÖRECEKLERİ ROTALARA ZORLUYOR
Raporun vardığı sonuç neydi?
Mültecilik halinin kendisinin, işkence olgusunu da içerdiğini vakalar düzeyinde de tespit ettik. Zaten pek çok mülteci işkence ve kötü muameleye maruz kaldığı için ülkesini terk ediyor. Bizim de insanlık olarak işkence uygulayıcılarını önleme sorumluluğumuz var. Avrupa’nın mültecilere karşı sınırlarını tahkim etmesi ve kısıtlayıcı politikaları da mültecileri belli rotalar izlemeye zorluyor. Bu rotaları kullandıklarında da mülteciler işkence dâhil pek çok riskle karşı karşıya kalıyor. Mülteciler ya doğrudan devletler ya da bizzat devletler adına hareket eden yasadışı gruplar tarafından işkenceye maruz kalıyor.
Avrupa Birliği Sınır Koruma Ajansı bu uygulamalara büyük katkılar sunuyor. "İşkence ve kötü muamele sınırlarımızın, görüş alanımızın dışında yapılıyorsa, hiç olmamış varsayabiliriz" yaklaşımı söz konusu. Bahsettiğim raporumuzda buna dair vakaları da, mültecilerin işkenceyle karşılaşabildikleri Afrika-Avrupa rotasını da tespit ettik. Fakat maalesef dünyanın pek çok yerinde böylesi rotalar ve bu rotalarda mültecilerin maruz kaldığı işkence pratikleri var. OMCT olarak bu meseleyi çok önemsiyoruz ve bunun izini sürmekte kararlıyız.
Türkiye’de hasta mahpuslarla ilgili ciddi sorunlar yaşanıyor. Neredeyse düzenli bir biçimde cezaevlerinden hasta mahpusların cenazeleri çıkıyor. Bu meseleye dair malumat sahibi misiniz?
Hasta mahpuslarla ilgili pek çok farklı kaynaktan bilgiler alıyoruz. Sizinle yaptığımız bu mülakatı da, Türkiye’deki yetkililere yönelik bir çağrı için fırsat görüyorum: Ağır hastaları hapiste tutmak, uluslararası yükümlülüklerin ve prensiplerin ihlalidir.
POLİSİN MAHKEMEDE KORİDOR OLUŞTURDUĞUNU İLK KEZ TÜRKİYE’DE GÖRDÜK
Türkiye’deki yetkililerin bu uyarıyı önemseyeceklerini düşünüyor musunuz?
Belki önemsemeyeceklerdir ama bu, ihlâli görünmez kılmaz. COVID-19 salgını başladıktan sonra dünya genelinde, cezaevlerindeki nüfusun azaltılması eğilimi arttı. Onbinlerce kişi cezaevlerinden tahliye edildi. Buradaki temel prensip, tahliyelerin herhangi bir ayrımcılık içermemesiydi. Özellikle sağlık durumları nedeniyle risk altında olan mahpuslara öncelik tanınması prensibi her yerde yaygındı. Dünya genelinde çok sınırlı oranda tahliyeler yapılmasını eleştiriyoruz ama ülkelerin çoğu hasta mahpuslara öncelik verilmesi prensibini uyguladı. Ama Türkiye bu konuda da açık ara geride kaldı. Bırakın tahliye uygulamasını, bu konuda hazırlanan belgede bile ayrımcılık yapıldı
Nasıl yani?
Örneğin siyasi mahpuslar, sağlık koşullarına bakılmaksızın bu uygulamanın dışında tutuldu. Ayrıca Türkiye’de genel olarak mahpus sayısı çok fazla ve bu sayının azaltılması gerekiyor. Son yıllarda Türkiye’deki cezaevi nüfusunda büyük bir artış var. Avrupa Konseyi üyesi ülkeler içinde Türkiye, en fazla mahpus bulunan ülkelerden biri. Çünkü Türkiye hükümeti hapisteki insan sayısını da toplumun geneline bir mesaj olarak gösteriyor. Yani cezaevi sistemi sadece hapiste tutulanlara karşı değil, topluma, muhalefete karşı bir caydırıcı etki olarak kullanılıyor. İtiraz eden, sesini çıkaran insanlara "cezaevinde senin için de bir yer var ve buraya düştüğünde de hiçbir insani yaklaşım göstermek zorunda değilim" mesajı veriliyor.
Avrupalı insan hakları savunucuları olarak dışarıdan değil de içeriden bakınca Türkiye nasıl görünüyor?
Pek çok ülkeye gidiyoruz ama polisin mahkeme kapısına gelip içeride koridor oluşturduğuna ilk defa Türkiye’de tanık olduk. Bu da Türkiye’deki baskı düzenini anlamaya ziyadesiyle yetiyor. Ama tüm bu baskı rejimine rağmen hâlâ güçlü bir insan hakları mücadelesinin yürütülüyor olması, Türkiye’ye dair umut verici. Biz karamsar değiliz.