Evren Balta: Engelleyici faktör kalmadı, dünya felakete gidiyor

Prof. Balta’ya göre ABD ve Rusya nükleer silahların kullanılmasını engelleyen anlaşmalardan bir bir çekilmişken, Batı’nın yaptırımları Rusya ve Çin’i durdurmak yerine daha da güçlendirirken öncekilere göre daha yıkıcı bir dünya savaşı ihtimali güçleniyor.

Türkiye AKP-MHP iktidarının ülke içinde yarattığı enkazlarla, felaketlerle uğraşırken, bütün dünya küresel bir felaketin eşiğinde. Haziran 2023’te verdiği bir mülakatta Noam Chomsky, yeni bir dünya savaşının eşiğinde olduğumuzu söylemişti. Geçtiğimiz haftaki yazısında çok sayıda dinamiğin analizini yapan Prof. Korkut Boratav da benzer bir uyarı yaptı. Son günlerdeyse bu yöndeki beyanatlar dört bir yandan gelmeye başladı. 27 Haziran akşamı aynı TV programına çıkan ABD Başkanı Joe Biden ve Donald Trump da birbirlerini üçüncü dünya savaşının tetikleyicisi olmakla itham ettiler.

Türkiye’den de bir ses geldi. 24 Haziran’da Dışişleri Bakanı Hakan Fidan “Üçüncü Dünya Savaşı riski var” demişti. Hemen ardından Milli Savunma Bakanlığı da “üçüncü dünya savaşı gibi karanlık bir tabloyu başta ülkemiz olmak üzere kimse istemez, ama ordumuzun da her türlü senaryoya hazır olduğunu belirtmek gerekir” açıklaması yaptı.

Peki sahiden de üçüncü dünya savaşı kapıda mı? Neden son zamanlarda bu tartışma uluslararası bir boyut kazandı? Dünyayı yeni bir felaketin eşiğine getiren aktörler, unsurlar neler? Felaketin eşiğinden dönülebilir mi? Türkiye bu tablo içinde nerede duruyor? Mesele sahiden hayati önemde, dolayısıyla da derinlemesine konuşup tartışmak şart oldu. Özyeğin Üniversitesi Uluslararası İlişkiler öğretim üyesi Prof. Evren Balta’ya bağlanıyoruz…

Sahiden Üçüncü Dünya Savaşı’nın eşiğinde miyiz?

Bir kere gündemde olan savaş Birinci ve İkinci dünya savaşlarına benzemeyecek. Birinci ve İkinci dünya savaşları yirminci yüzyıla özgü, o dönemin teknolojisiyle, kaynaklarıyla, kitlesel mobilizasyonuyla ve savaş araçlarıyla yürütülmüştü. “Üçüncü Dünya Savaşı” olacaksa eğer temel mekanizmaları önceki iki savaştan çok daha farklı olacak. Dolayısıyla ben ilk ikisinin devamı niteliğinde bir savaş tanımını doğru bulmuyorum. Bu yüzyılın savaşı geçtiğimiz yüzyılın savaşlarından çok farklı olacak.

Bu savaşı gündeme getiren temel riskler neler?

İki temel risk var. Bunlardan biri Tayvan meselesi üzerinden iki büyük gücün, ABD ve Çin’in çatışması, diğeri de Rusya’nın Ukrayna işgalinin nükleer bir savaşa dönüşüp bütün dünyaya yayılması olasılığı. Fakat başka bir yaklaşım daha var…

RUSLARA GÖRE ZATEN ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞININ İÇİNDEYİZ

Nedir o yaklaşım?

Hâlihazırda zaten bir dünya savaşının içinde olduğumuza dair bir yaklaşım bu. İsrail’in Gazze, Rusya’nın Ukrayna işgali, Kızıldeniz’de, Ortadoğu’da Suriye’de çatışmalar; keza İran-İsrail ve İsrail Hizbullah gerilimi… Aslında şu an içinde bulunduğumuz vaziyetin bir dünya savaşı olarak tanımlanabileceğine dair bir yaklaşım da var. Mesela Ruslar bu görüşü savunuyor. Bu savaşların hiçbiri tekil çatışmalar değil. Evet kendilerine özgü nedenleri ve mekanizmaları var, ama netice olarak içinde bulunduğumuz sistemik gerilimin birer sonucu hepsi. Bunları yer küredeki tüm levhaların yerinden oynaması sonucu ortaya çıkan, hepsi aynı hareketin sonucu olan, bölgesel depremlere benzetebiliriz.

“Zaten Üçüncü Dünya Savaşı’nın içindeyiz” tezi var ama yakın gelecekte nükleer silahların da kullanılabileceği, dolayısıyla şu an tanık olduğumuzdan çok daha yıkıcı, bölgeleri aşıp küresel boyut kazanan bir savaştan bahsediliyor…

Nükleer silahların kullanımı ABD’nin 6 Ağustos 1945’te Hiroşima ve 9 Ağustos 1945’te Nagasaki’ye atom bombası atmasından beri bir tabu. Soğuk Savaş dönemindeki göreli barış ortamının temel nedenlerinden biri de karşılıklı yıkım potansiyeliydi. ABD ve Sovyetler Birliği’nin birbirine karşı nükleer silahları kullanması her iki tarafın karşılıklı yıkımı anlamına gelecekti. Bu “dehşet dengesi” İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bütün küresel sistemi etkilemiş, şekillendirmiş, belirlemiş unsurlardan birisiydi. Karşılıklı yıkım kapasitesinin büyük güçler savaşına mâni olduğu varsayılıyordu. Bunun etrafında da nükleer silahların kullanılmasını ve yayılmasını engelleyen pek çok anlaşma da vardı.

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER BÜYÜK ÖLÇÜDE ETKİSİZ DURUMDA

Şu anda yok mu?

Son on yılda iki büyük nükleer güç, ABD ve Rusya, nükleer silahların kullanılmasını engelleyen anlaşmaların çoğundan çekildi. Şu anda nükleer silahların kullanımını engelleyen veya sınırlayan anlaşmalar Soğuk Savaş dönemi ve sonrasındaki sürece göre çok daha az. Dolayısıyla nükleer silahların kullanımını engelleyen kurumlar ve kurallar yok artık.

Birleşmiş Milletler?

Evet ama veto hakkı bulunan büyük devletlerin, mesela Rusya’nın Birleşmiş Milletler’i etkisiz hale getirebildiğini biliyoruz. Zaten Putin’in 18 Haziran’daki Kuzey Kore ziyareti tam da bu nedenle Batı’da alarm zillerinin çalmasına neden oldu. Rusya gibi BM Güvenlik Konseyi’nde veto gücü olan bir aktör, nükleer silah kapasitesi bilinen Kuzey Kore’yle karşılıklı savunma anlaşmaları imzaladı. Pek çok başka çatışmada da büyük güçlerin, veto mekanizması sayesinde birbirlerini durdurabilmesi nedeniyle BM büyük ölçüde etkisiz durumda. Engelleyici faktör kalmadı, dünya felakete gidiyor.

RUSYA NÜKLEER SİLAHLARI BİR TÜR KALKAN OLARAK KULLANDI

Nükleer silahların kullanımını engelleyen anlaşmalardan ilk çekilme hamlesini hangi ülke yaptı?

ABD, 2019 yılında Rusya’nın ihlâl etmesini gerekçe göstererek Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Antlaşması’ndan (INF) çekildi. Bunun üzerine Rusya da aynı yıl bu anlaşmadan çekildi. 2020 yılında ABD, Açık Semalar Antlaşması’ndan da çekildi. Gerekçe olarak ise yine Rusya’nın antlaşma hükümlerini ihlâl etmesini gösterdi. Bunun üzerine Rusya da 2021 yılında bu anlaşmadan çekildi. Ayrıca Rusya, Ukrayna işgalinden çok önce, 2010’lu yıllarda nükleer silahları kullanabileceğini güvenlik doktrininin içine soktu. Bu kapsamda nükleer sığınaklarını yeniledi. Diğer yandan Rusya Ukrayna işgalini başlattığı günden beri Transatlantik İttifakı’nın müdahalesini engellemek için nükleer silah kullanma seçeneğini masada tuttu. Yani “eğer siz müdahil olursanız ben de bu silahları kullanırım ve küresel bir çatışmayı tetiklerim” dedi. Yani nükleer silahları bir tür caydırıcı unsur, bir kalkan olarak kullandı.

UKRAYNA’NIN SAVAŞI KAZANMA OLASILIĞI AZALIYOR, RUSYA GÜÇLENİYOR

Evet ama ne oldu da son günlerde bu yöndeki uyarılar arttı?

Şu anda Ukrayna savaşı hem Rusya hem de Batı açısından bir dönüm noktasında olduğu için nükleer silahların kullanılması yeniden ve daha güçlü bir biçimde gündemde. Ukrayna’nın savaşı kazanma, toprak bütünlüğünü sağlama olasılığı giderek azalıyor. Öte yandan Rusya’ya yönelik ekonomik yaptırımlar da beklenen sonuçları vermedi. Yani Rusya’nın ekonomisi batmadı, aksine belirli açılardan güçlendi. Hatta Rusya küresel Güney’de de ciddi bir ekonomik ağ oluşturdu. Buna mukabil Trump’ın tekrar başkan seçilmesi halinde ABD’nin Ukrayna desteğinin mevcut şekilde devam etmesi de şüpheli. O yüzden önümüzdeki 6-8 ay son derece kritik. Batı İttifakı bu gelişmelerden endişeli. Macron’un doğrudan Ukrayna’ya asker gönderebileceğine dair açıklaması veya son G7 Zirvesi’nde Rusya’ya ait dondurulmuş varlıkların gelirinden elde edilecek 50 milyar doların kredi olarak Ukrayna’ya tahsis edilmesi kararı gibi Rusya açısından “kırmızı çizginin aşılması” olarak görülen önlemler söz konusu. Batı’nın müdahale araçları derinleştikçe, Rusya’da nükleer silah kullanma tehdidini bir caydırıcı unsur olarak gündeme getiriyor.

GÜNDEMDEKİ NÜKLEER SİLAHLAR STRATEJİK DEĞİL, TAKTİK SİLAHLAR

Daha uzun bir gelecek perspektifi kurduğumuzda, cin şişeden çıkmış gibi görünüyor. Çünkü bu saatten sonra Putin’in nükleer silah tehdidi işe yararsa, bu artık nükleer silah tehdidinin başka ülkeler tarafından da kullanılmasını beraberinde getirebilir. Bu da, kullanılıp kullanılmamasından bağımsız olarak artık nükleer silahların uluslararası güç dengelerinin belirleyeni olması anlamına gelir. Tersi de söz konusu; Putin’in geri adım atması Batı’nın, NATO’nun daha yayılmacı bir politikaya yönelmesini beraberinde getirebilir. Rusya’nın bunu sadece bir şantaj aracı olarak kullandığına dair görüş geçersiz olabilir mi?

Rusya’nın nükleer silah kullanma tehdidinin sadece bir şantajdan ibaret olduğunu, asla kullanmayacağını söyleyemeyiz. Öte yandan şu netliği de yapmamız gerekiyor; taktik ve stratejik olmak üzere iki tip nükleer silah var ve şu anda masada olan stratejik değil, taktik nükleer silahlar.

Aralarındaki fark ne?

Taktik nükleer silahlar, genellikle savaş alanında belirli askeri hedeflere karşı kullanılan ve daha küçük patlayıcı güce sahip silahlar. Stratejik nükleer silahlar ise, çok daha büyük patlayıcı güce sahip, geniş ölçekli yıkım yaratabilen silahlar. Bu silahlar, genellikle küresel ölçekte dengeleri değiştirebilecek kapasitede. Taktik nükleer silahlar daha sınırlı ve lokal etkiler yaratırken, stratejik nükleer silahlar geniş çaplı sonuçlara yol açıyor.

İNSANLIK NÜKLEER SİLAHLARIN KULLANILMAMASI KONUSUNDA HİÇBİR AKTÖRÜN İYİ NİYETİNE GÜVENEMEZ

Ama taktik nükleer silahların kullanımına başlanması, bu tabunun kalkması, stratejik nükleer silahların kullanımını da gündeme getirebilir, değil mi?

Maalesef böyle bir olasılık o silahlar bulundurulduğu ve üretilmeye devam edildiği müddetçe gündemden çıkmayacak. Dolayısıyla insanlık bu silahların kullanılmaması konusunda hiçbir dengeye, hiçbir aktörün iyi niyetine, hiçbir sistemik faktöre güvenemez. Bu zaten Ağustos 1945’ten beri böyleydi ama demin de sözünü ettiğim çeşitli uluslararası dengeler, sözleşmeler ve engelleyici faktörler nedeniyle uzun süredir raftayken, artık tekrar masada.

PUTİN’İN UKRAYNA’DA MUZAFFER OLMASI BATI’NIN KÜRESEL EGEMENLİK İDDİASINI ÇOK ZAYIFLATACAK

Chomsky geçen yıl verdiği bir mülakatta tam olarak bu riskten bahsediyordu “Batı korkunç bir kumar oynuyor ve sanıyor ki, Putin yenildiğinde çantasını toplayıp gidecek ve herkesin bildiği malum silahları kullanmayacak” diyor.

Batı’nın Putin’in nükleer silahları kullanma olasılığını göz ardı ettiğini düşünmüyorum. Putin’in çantasını toplayıp gideceğini de düşündüğünü sanmıyorum. Ancak burada sadece Putin için değil, iki taraf için de muhtemel bir yenilgi halinde bedel çok yüksek. Ukrayna’dan çekilmek Rusya devletinin tarihselliği açısından değil ama Putin iktidarı açısından büyük bir kırılma olur. Dolayısıyla Putin’in kendi iktidarını devam ettirebilmesi için Ukrayna’da zafer kazanmaya çok ihtiyacı var. Ama aynı şey Batı ittifakı için de geçerli. Çünkü Rusya’nın Ukrayna’da zafer elde etmesi Avrupa güvenliğini, Transatlantik İttifakı’nı, Batı’nın küresel egemenlik iddiasını çok zayıflatacak. Sadece küresel dengeleri değil, savaş başladığından beri Ukrayna savaşını finanse etmenin neden önemli olduğunu kendi kamuoylarına anlatan ve fedakârlık yapmalarını isteyen Batılı liderleri de çok zor duruma sokacak. Zaten Avrupa bu savaşa, yükselen radikal sağın gölgesinde destek oldu. Dolayısıyla kaybetmenin her iki taraf açısından da ağır bedelleri olacak. Bu da her iki tarafın, ellerindeki her tür gücü, ki buna nükleer silahlar da dahil, kullanma olasılığını artırıyor. Çünkü bedel çok yüksek. Kaybetmenin de, nükleer silah kullanmanın da bedeli yüksek.

ABD’DE ÜLKENİN KÜRESEL VARLIĞINI FİNANSE ETMEK İSTEMEYEN UZLAŞMA GÜÇLENİYOR

Biden’ın adaylıktan çekilmemesi halinde Trump’ın yeniden seçilmesi büyük bir olasılık olarak görünüyor. ABD’yi daha içe büzüştürücü yaklaşımı göz önüne alındığında Trump’ın seçilmesi bu süreci nasıl etkiler?

Aslında şu an yaşadığımız her şeyin, ABD gücünün hem içeride hem de uluslararası politikadaki dönüşümüyle çok yakından ilgisi var. ABD’de artık ülkenin küresel varlığını finanse etmek istemeyen uzlaşma giderek güç kazanıyor. Biden yönetimi bunu bir süre durdurdu ve bildiğimiz anlamda ABD gücüne benzer bir şeyi yeniden tesis etmeye çalıştı. Ama tabii bunu tesis etmenin yapısal sınırları var artık; kim seçilirse seçilsin bu sınırlarla iş yapacak. Trump iktidarı ise ABD gücünün dönüşümünü bu yapısal sınırlardan da daha öteye taşımak istiyor. Askeri ve kurumsal olarak özetleyebileceğim ABD hegemonyasının iki ayağından da çekilmek istiyor. Trump, “sadece kendi ulusal çıkarım olduğu noktada kalırım, hiç kimseyle gücümü paylaşmam, kimsenin benim sırtımdan ‘bedavacılık’ yapmasına izin vermem” diyor.

HERKES KEMERLERİNİ BAĞLAMIŞ, BÜYÜK DEPREME HAZIRLIKLANIYOR

Bu dünyada egemen hale gelen bir eğilim değil mi?

Bu bizim çok tanıdık olduğumuz, bildiğimiz korumacı, milliyetçi, sağ popülist bir söylem. Ama bunu orta büyüklükte bir devletin yapması ayrı, dünyanın iktisadi-askeri olarak hâlâ en büyük gücünün yapması ayrı. Türkiye’nin bunu yaptığında kendi bölgesini nasıl değiştirdiğini hatırlayın. ABD bunu yaptığında bütün bir küresel siyaseti değiştiriyor. O yüzden herkes kemerlerini bağlamış durumda, öncü depremler sonrasında gelebilecek büyük depreme hazırlık yapıyor. Rusya bağlamında ise Trump’ın iktidara gelmesi halinde Avrupa kendisini Rusya’yla karşı karşıya ve yalnız bulacağını düşünüyor. Aslında bugünün dünyasının ana kavramı belirsizlik. Putin belirsizliğin gücünü kullanan bir lider, Trump’da öyle. Bu ikisi bir kez daha karşılaştığında ne olur, tam kestiremiyoruz.

1960’LARDAN İTİBAREN NÜKLEER SİLAH TEHDİDİNİ UNUTTUK, PUTİN TEKRAR HATIRLATTI

Genelde bizimki gibi söyleşilerde bu soru sona bırakılır ama ben şimdi sorayım; nükleer silahların önündeki uluslararası sözleşmelerin ya da karşılıklı anlaşmaların rafa kaldırıldığı ortamda engelleyici iki faktörden biri “dehşet dengesi”, diğeri ise insanlığın uluslararası çapta bir barış hareketi oluşturup nükleer silahlara karşı mücadeleye girişmesi. Fakat şu anda dünyada böylesi bir barış hareketinin zemini de kalmamış görünüyor. O halde artık dünyanın kaderi Trump, Putin gibi belirsizliğin gücünü kullanan üç-beş liderin insafına mı kaldı?

Aslında şimdiki gibi Soğuk Savaş döneminde de hem Batı hem de sosyalist blok açısından nükleer savaş tehdidi gündelik hayatın bir parçasıydı. O dönemde dünya çok ciddi nükleer karşıtı hareketlere tanıklık etmişti. Nükleer silah kullanımını sınırlandırmaya yönelik anlaşmaların imzalanmasında ya da nükleer silahların kullanımın bir tabu haline gelmesinde özellikle 1960’lardan itibaren gelişen barış aktivizminin etkileri göz ardı edilemez. Ama tabii biz bu tehdidi de, bunun çapını da unuttuk. unuttuk ve bir daha asla olmayacağını varsaydık. Aslında Putin’in bu silahları tekrar gündeme getirmesinin bir tek etkisi varsa, o da uluslararası kamuoyunun bu silahların varlığını ve kullanılabilir olduğunu tekrar hatırlamış, idrak etmeye başlamış olmasıdır. Böyle bir bilincin gelişmesidir.

İSRAİL’İN GAZZE İŞGALİNE YÖNELİK ULUSLARARASI KAMUOYU TEPKİSİ UMUT VERİCİ OLABİLİR

Ama henüz bu bilinç harekete geçmedi…

Evet geçmedi. Zaten toplumsal hareketlerin çok da güçlü olduğu bir dönemde değiliz. İsrail’in Gazze işgaline yönelik uluslararası kamuoyunun tepkisi bu açıdan umut verici olabilir. Zaten bugün küresel ölçekte insanlar üç mesele için sokağa çıkıyor; toplumsal cinsiyet hakları, iklim krizi ve Gazze işgali.

Peki bu toplumsal hareketlerin ve Gazze işgaline karşı sokağa çıkan insanların sesi ne kadar etkili oluyor?

Maalesef bu hareketler hâlâ devletlerin, hükümetlerin politikalarını belirleyecek düzeyde değil. Biden ve Trump arasındaki televizyon tartışmasına bakalım; ikisi de birbirini yeteri kadar İsrail yanlısı olmamakla suçluyordu! Evet ABD’de de güçlü bir savaş karşıtı hareket var ama bu hareket seçimlerin sonucunu belirlemiyor.

SAĞ HARAKETLER KÜRESEL BARIŞ İTTİFAKI KURMA AMACINDAN UZAK; ORTAK POLİTİKALARI İÇE KAPANARAK SİLAHLANMAK

İsrail’in Gazze katliamlarına karşı ABD ve Avrupa’da yapılan protesto eylemlerine yönelik kuşatma, üniversitelerdeki faşizan baskılar, İkinci Dünya Savaşı sonrası Batı’da elde edilmiş ifade hürriyetinin de ne kadar erozyona uğradığını gösteriyordu…

Kesinlikle. Ayrıca son Avrupa Parlamentosu seçimlerinde sağın elde ettiği başarı da bu açıdan çok çarpıcıdır. Sağ hareketler küresel bir barış ittifakı kurma amacından çok uzak, hatta bunun karşısındalar. Aksine, içe kapanmak, daha çok silahlanmak ve savunmayı güçlendirmek temel motivasyonları. Yani bu sağ hareketlerin ortak politikası içe kapanarak silahlanmak. Ayrıca araştırmalar gösteriyor ki genç kuşakların, özellikle de genç erkeklerin aşırı sağa oy verme oranı giderek artıyor. Dolayısıyla küresel barış aktivizmini sırtlanacak bir gençlikten söz etmek de zorlaşıyor. Yeni kuşaklar ulus ötesi her türlü anlaşma ve hareketlere şüpheyle yaklaşan bir pozisyon alabiliyor. Dolayısıyla aşağıdan gelerek hükümetleri sınırlayacak bir güç oluşamıyor.

YENİ VE UMUT VEREN TOPYEKÜN FİKİRLER, TOPYEKÜN DEĞİŞİM ARZUSU YOK ARTIK

Daha yakın zamana kadar Fukuyama’nın “tarihin sonu” ve Huntington’ın “medeniyetler çatışması” tezi entelektüel tartışmaların ana gündemiydi. Fukuyama’nın kapitalizmin egemenliğinde bildiğimiz anlamda savaşların yaşanmayacağı, liberalizmin bu anlamda tarihin sonunu getirdiği tezi zaten kısa süre içinde çöktü. Öte yandan Huntington’ın “medeniyetler çatışması” tezi de bir tür felaket tellallığı olarak damgalanıp eleştiriliyordu. Gerçi Huntington da savaşların ekonomik değil kültürel kaynaklı olacağını öngörüyordu ama neticede geldiğimiz aşamada her ikisinin de önemli bir çatışma zemini olduğu görülüyor. Belki felsefi bir yanıt vermeniz gerecek ama, bunca tarihsel acı deneyimden sonra insanlığın vardığı bu karanlık noktadan çıkış mümkün görünüyor mu?

Çıkış, yön değişikliği her zaman mümkün. Ama çok radikal bir belirsizlik ve güvencesizlik döneminden geçiyoruz. Bu anlamda bu dönem, belki de bildiğimiz anlamda bir tarihin sonu. Ama bu tarihin sonunu ne getirecek? Yeni bir tarih nasıl şekillenecek? Belirsizlik ve güvencesizliğe biraz bildiğimiz, alıştığımız yollarla yanıt arıyoruz. Yeni ve umut veren topyekûn fikirler, topyekûn bir değişim arzusu yok artık.

KÜRESEL BİR DUYGUDAŞLIK, FİKİRDAŞLIK MÜMKÜN OLAMIYOR, İNSANLAR GÜCE SIĞINIYOR

Neden?

Bir kere ülkeler sahip olduklarını varsaydıkları kimlikler üzerinden hareket ediyorlar. Belirsizlikler karşısında işbirliğini medeniyetler arasında güçlendirerek değil, kendi medeniyetlerini güçlendirerek bu süreçten çıkmayı mümkün ve arzu edilir görüyorlar. Toplumsal hareketler de daha savunmacı, daha reaktif. Güç ile ilişkilenmek, güce yönelmek daha korunaklı görünüyor. Yeni kuşaklar anne babasının yaşadıklarıyla mukayese edilemeyecek düzeyde derin bir güvencesizlik içinde büyüyor. Hayatındaki hiçbir şeyin kalıcı olmayacağını bilen bir nesilden söz ediyoruz. Anne-babasının emekli maaşıyla aldığı evin aynısını, yüz yıl boyunca çalışsa bile alamayacak bir nesilden söz ediyoruz. İlişkiler kalıcı değil, kurumlar kalıcı değil; her şeyin belirsizlik içinde ve sık sık parçalandığı, buharlaştığı böylesi bir dönemde küresel bir duygudaşlık, fikirdaşlık mümkün olamıyor. Dolayısıyla insanlar güce sığınıyor. Kimi güçlü görüyorlarsa, ona meylediyorlar.

BELİRSİZLİK VE GÜVENCESİZLİK İÇİNDEKİ İNSANLAR İÇİN ÖNEMLİ OLAN HAKİKAT DEĞİL, GÜÇ

İdeolojik olarak milliyetçiliğin, dolayısıyla göçmen ve giderek yabancı düşmanlığının artması bununla mı ilgili?

Tabii, küresel ölçekteki belirsizlik ve geleceksizlik toplumları daha kapanmacı, daha korumacı hale getiriyor. Trump ve Biden arasında geçen TV programının etkilerine bakalım mesela. Trump alenen sayısız yalan söylediği halde ve yalan söylediği bilindiği halde seçmendeki yansıması yine Biden aleyhine oldu. Çünkü belirsizlik ve güvencesizlik içindeki insanlar için önemli olan hakikat değil, güç. Güçlü veya güçlü görünen bir aktörle ilişkilenmek, hakikatle ilişkilenmekten daha fazla güven veriyor. Çünkü insanlar artık egemen olanın hakikat, kurum ve kurallar değil, güç olduğunu biliyorlar. Hem ulusal düzeyde, hem de uluslararası sistemde artık kurum ve kuralların değil, güçlünün borusunun öttüğü, gücün temel örgütleyici olduğu bir dönemdeyiz. Aslında tuhaf ama küresel ölçekte tek bir egemen güç olsaydı, o da belirsizliği dağıtabilirdi.

YEREL AKTÖRLER KÜRESEL DENGELERİ DÖNÜŞTÜRÜYOR

Yani tek kutuplu dünya daha mı istikrarlı olurdu?

İstikrar değil, öngörülebilirlik. Eskiden “ABD ne istiyorsa o olacak” diye bir öngörüde bulunulabiliyorduk. Ama artık ne ABD ne de Batı İttifakı küresel sistemin tek belirleyici gücü. Dolayısıyla örneğin Türkiye gibi ülkeler güçlü aktörlerle ilişkilenmeye meyyal olsa da, kimin güçlü olduğu veya güçlü kalacağı konusunda kafası karışık. O yüzden kendisine öngörülebilir bir yol haritası çizemiyor.

1 Ekim 2023’te yaptığımız söyleşide şu anda enerji koridorları üzerinden ticaret savaşları olduğunu söylemiş ve bu açıdan “rasyonel bir aklın” işleyebileceğini, ticaret savaşlarının kısa vadede sıcak savaşa dönüşmeyebileceğini ima etmiştiniz.

Ticaret yollarının üzerinde olmak, bir geçiş ülkesi olmak, ticaretten zenginleşmek istiyorsanız burada istikrar önemli bir faktör. Ama öte yandan bu bir güç savaşı da. Kimin o ticaret hatlarında ana aktör olacağı, kimin coğrafyasının değerleneceği büyük bir çatışma alanı. Burada sizi çatışmadan hem iten ve hem de onun içine çeken faktörler var. Üstelik bu belirsizlik döneminde “düzen bozucu” aktörler düzeni çok daha rahat bozabiliyor. Her aktörün kendi rasyonalitesi var, farklı rasyonellikler ve farklı çıkarlar var. Bir yandan güç önemli, bir yandan da güç merkezden aşağıya doğru iniyor ve bütün o yerel veya bölgesel aktörler kendi rasyonelliklerini dayatmak istiyor. Bu aktörler kendi rasyonalitelerini dayatırken küresel dengeleri de cürmünden fazla yer yakarak dönüştürüyor.

İSRAİL BÖLGESEL DÜZENİ KURAN AKTÖR OLMAK İÇİN TAM BİR FIRSAT YAKALADIĞINI DÜŞÜNÜYOR

Aynı söyleşide şöyle devam etmiştiniz: “Ortadoğu bir kez daha küresel sistemdeki üç ana aktörün, yani Çin, ABD ve Rusya’nın rekabet alanı haline geldi. Aslında ABD açısından Çin ve Rusya’nın etkisini kısıtlamak veya çevrelemek açısından da Ortadoğu yeniden bir çatışma alanı.” Bu söyleşimizden bir hafta sonra da Hamas’ın 7 Ekim eylemi, ardından da İsrail’in Gazze katliamı başlamıştı… İsrail’in Gazze’de yaptıkları bu büyük resmin içinde mi?

Aslında az önce söylediğim gibi, güç merkezden aşağıya doğru kayarken, yerel aktörler kendi rasyonalitelerini ve güçlerini dayatabiliyor. İsrail’in de, daha doğrusu Netanyahu hükümetinin de kendi rasyonalitesi var. Bir kere o rasyonalitenin içine İsrail’in kendisini nasıl bir güç olarak gördüğünü mutlaka eklemeniz lazım. İsrail bölgesel düzeni kuran, bölgesel dengeleri kendi imajı ve güvenliği etrafında şekillendiren bir aktör olmak istiyor. Şimdi de bunun için tam bir fırsat yakaladığını düşünüyor. Ayrıca rejim güvenliği ve rejim içi dengeler de bu rasyonalitenin bir parçası. Netanyahu hükümeti İsrail toplumunu da kendi gölgesi altında yeniden şekillendirmek istiyor. Bunun için de bir fırsatı olduğunu düşünüyor. Ama tabii aktörlerin rasyonaliteleri her zaman toplumsal bir iyilik hali, ya da toplumsal rasyonalite demek değil. Bu savaş hem bölge hem de İsrail için topyekûn bir delilik hâli. Çünkü küresel sistem o kadar kaotik bir hale geldi ki, o kadar az sınır, norm, kurum var ki, bu delilik hali mümkün olabiliyor. Küçük bir grup kendi rasyonalitesini size tek gerçek, tek mümkün gibi dayatabiliyor. Bugün söylenen her şeyin yarın geçerliliğini yitirebileceği bir belirsizlik çağından söz ediyoruz. Belirsizliğin şiddeti hiç olmadığı kadar arttı.

ESAD’IN BÖLGESEL DÜZEYDE ‘NORMALLEŞMESİ’ TÜRKİYE’NİN YENİ BİR YOL ARAMASINA NEDEN OLUYOR

Gelelim Türkiye’ye… 24 Haziran’da Dışişleri Bakanı Hakan Fidan “Üçüncü Dünya Savaşı riski var” demişti. Milli Milli Savunma Bakanlığı da “Üçüncü dünya savaşı gibi karanlık bir tabloyu başta ülkemiz olmak üzere kimse istemez, ama ordumuzun da her türlü senaryoya hazır olduğunu belirtmek gerekir” açıklaması yaptı. Daha sonra Erdoğan’ın Esad’a sıcak mesajlar ilettiği açıklaması geldi… Türkiye bu süreçte nasıl bir pozisyon alıyor, alacak?

Türkiye çok uzun zamandır sıcak çatışmaların tam ortasında. Ama her çatışma haline farklı önceliklerle yanıt veriyor. Bu çatışmaların ortasında uzun dönemli bir vizyonu, stratejisi yok. Türkiye 2010’lu yıllarda bu çatışmaları bir fırsat olarak gördü ve Suriye politikasında olduğu gibi “medeniyetçi” bir dış politika izledi. Ama bunun hâlâ ödediğimiz çok ağır bedelleri oldu. Mülteci krizinden tutun Türkiye’nin Suriye’deki askeri varlığına kadar çözülmesi çok zaman alacak, çok zor olacak, çok katmanlı sorunlar bunlar. Üstelik ABD’nin Suriye’den çekilme olasılığı, PYD ve rejim arasında gelişen ilişkiler ve Esad’ın Suriye’nin topraklarının çoğunluğu üzerinde yeniden kontrol tesis etmiş bir lider olarak bölgesel düzende “normalleşmesi”, Türkiye’nin yeni bir yol aramasına neden oluyor.

ABD SURİYE’DEN ÇEKİLEBİLİR, BÖLGEDE BÜYÜK GÜÇLER DENGESİ DEĞİŞEBİLİR

Erdoğan’ın Esad’la ilgili mesajlarını bu bağlamda mı okumak gerekiyor?

Türkiye’nin Şam’la görüşme arzusu yeni değil, yaklaşık iki yıldır bu dillendiriliyor. Birden fazla nedeni var. İlki Esad rejimi artık bir biçimde normalleşmiş durumda ve Suriye topraklarının önemli bir bölümünde kontrolü tesis etti. Türkiye Suriye’deki varlığını Esad ile müzakere etmek zorunda kalabilir, kalacak. İkincisi göç ve mülteci meselesini ve geri dönüş politikasını da Esad’la görüşmek zorunda. Bu iç politikada önemli bir bileşen haline geldi ve seçim kazanmanın da belirleyicisi. Üçüncüsü, Kürt meselesi. Esad ile Kürtler arasında diyalog kanalları kuruluyor ve Türkiye bu noktada bir aktör olmak, söz söylemek istiyor. Dördüncüsü ise küresel gelişmelerle bağlantılı. ABD Suriye’den çekilebilir. Suriye özelinde de bölgede de büyük güçler dengesi değişebilir. İran-İsrail çatışması Suriye’de ve topyekûn olarak Ortadoğu’da dengeleri değiştirebilir. Dolayısıyla bu müzakereler Türkiye açısından bölgesel dengeler değişirken önemli.

TRUMP İKTİDARA GELİRSE ÇİN-ABD ÇATIŞMASI OLASILIĞI ARTARAK DEVAM EDER

Her ne kadar şeytani bir aktör olsa da ABD’yi içe doğru büzüştürme eğilimine bakıldığında Trump’ın seçilmesi bir dünya savaşı olasılığını azaltabilir mi?

Hayır, çünkü şu anda ABD’yi Çin’le karşı karşıya getiren ticaret politikasının mimarı da Trump. ABD’nin daha korumacı ticaret politikalarına geçmesi, Çin’in yükselişini durdurma arzusunun temel dış politika hedefi haline gelmesi Trump döneminde derinleşti. O halde Trump iktidara gelirse ABD’nin Çin politikasında ciddi bir değişiklik olmayacağını biliyoruz. Çin-ABD çatışması olasılığı artarak devam eder. Bugün olanları ABD gücünün içe büzüşmesi ile ilişkilendiriyorsak, Trump iktidara geldiğinde bu eğilim daha da artacak.

ÖNGÖRÜLEMEZLİĞİYLE TRUMP, ABD’NİN KURUM VE KURALLARA DAYALI SİSTEMİNİN “ZAAFLARINI” TELAFİ EDEN BİR LİDER

Nasıl mesela?

Örneğin ABD Avrupa güvenliğinden çekilebilir. Bu da Rusya’nın daha fazla güçlenmesi anlamına gelir. Yani pek çok açıdan Trump’ın seçilmesi, dünyada şiddet-çatışma sarmalını tetikleyecek, dengeleri yeniden şekillendirecek bir unsur olur. Zaten seçilme olasılığı bile şimdiden çatışmaları hızlandırdı. Ama öte yandan artık dünyadaki en temel belirleyici unsur belirsizlik demiştim. Yani ne kadar belirsizlik yaratırsan, muhatabına veya düşmanına karşı o kadar güçlü hale geliyorsun. Rusya mesela, “nükleer silahları kullanabilirim, kullanmayabilirim de” diyerek bu gücü elde ediyor. Amerikan sistemi ise kurumları, kuralları, görece şeffaflığı dolayısıyla belirsizliğe çok açık değil. Ertesi gün ne yapacağı bilinmeyen Trump, ABD’nin bu “zaafını” telafi eden, küresel sistemik belirsizliğe uyum sağlayan bir lider. Bunun da caydırıcı etkisi olabilir.

Nasıl yani?

Deli deliyi görünce sopasını saklar misali, örneğin “ben nükleer silah kullanırsam, o da kullanabilir” korkusu yayabilecek bir lider Trump. Bunun bir caydırıcılığı olabilir.

BELİRSİZLİK ÜZERİNE KURULU BİR DENGE, DÜNYANIN FELAKETTİN ÇIKIŞI ANLAMINA GELMEYECEK

Bunun sonuçları ne olur?

Bu “belirsizlik dengesi” ya da belki yeni bir “dehşet dengesi”, dolayısıyla istikrar da yaratabilir. Ama belirsizlik üzerine kurulu bir denge, dünyanın felaketten çıkışı anlamına gelmeyecek. Aksine, bir anda, beklediğimizden de büyük bir çatışmaya yol açabilir. Her müdahale, her durdurma çabası başka bir gelişmeyi tetikliyor zira.

ÇİN, RUSYA’YA UYGULANAN YAPTIRIMLAR SAYESİNDE FİNANSLAŞMASINI ÇOK DAHA UCUZA FİNANSE EDİYOR!

Tam olarak ne demek istiyorsunuz?

Bakın, Çin’i durdurmak isteyen ABD Rusya’yı da durdurmak için ekonomik yaptırımlar uyguluyor. Bu kapsamda ABD ve Avrupa artık Rusya’nın petrolünü, doğalgazını satın almıyor. Bu yaptırımlara karşı Rusya ise petrolünü ve doğalgazını daha fazla oranda Çin’e satmaya başlıyor. Rusya’nın geçen sene Çin’e sadece petrol satışı yüzde 26 oranında artmış. Ama Çin’in petrole ödediği para, yüzde 4 oranında artmış. Çünkü Rusya ABD ve Avrupa’ya satamadığı petrol ve doğalgazı Çin’e çok daha ucuza satıyor. Dolayısıyla Çin bu sayede artık kendi sanayileşmesini çok daha ucuza finanse ediyor. Yani Rusya ve Çin’i durdurmak isteyen ABD, uyguladığı yaptırımlarla hem Çin’in gücünün daha da artmasına, hem de Rusya’nın yeni bir müşteri bulmasına yol açmış oluyor. Buna mukabil ABD ve Avrupa artık daha pahalıya petrol ve doğalgaz satın alabiliyor. Attığın her adımın, hiç beklemediğin sonuçlar doğurduğu ve o beklenmeyen sonuçların asıl belirleyici etkiyi yarattığı bir küresel dünya bu. Böylesi bir durumda savaş elbette çok daha olası hale geliyor.

Yani her ihtimal, her durdurma girişimi bir yandan da içerisinde tırmanma olasılığını barındırıyor, öyle mi?

Maalesef her ihtimal, küresel ölçekte çok ciddi risk barındırıyor.

TAYVAN MESELESİ KÜRESEL ÇATIŞMAYI TETİKLEYECEK TEMEL UNSURLARIN BAŞINDA GELİYOR

Türkiye’nin iç meseleleri nedeniyle pek takip edemiyoruz ama, uluslararası ilişkiler üzerine çalışan akademisyenler, stratejistler ve genel olarak dünya entelijansiyası nükleer silahların da kullanılabileceği yeni bir dünya savaşı riskinin çok yakın olduğuna dair bir kabul içinde mi?

Böylesi bir savaşın büyük bir olasılık olduğuna dair genel bir kabulün on yıl öncesine göre çok daha yaygın olduğu açık. Çünkü az önce de söylediğim gibi nükleer silahların kullanımı konusunda sınırlayıcı unsur kalmadı, bir. Aktörler bu silahları kullanabileceklerini artık dile getiriyorlar, iki. Ve bu aktörler, esas olarak da Rusya aktif olarak çatışma içinde, üç. Hep Rusya-Ukrayna çatışmasından söz ediyoruz ama bence asıl Tayvan meselesi bütün küresel ticaret ilişkilerini, hegemonik güç dengelerini yerinden edecek ve küresel bir çatışmayı tetikleyecek temel unsurların başında geliyor. Bunun da önümüzdeki on yıl içinde yaşanmasına büyük olasılık olarak bakılıyor. Çin ve Amerika’nın Tayvan üzerinden yapacağı bir savaşın hangi yöntemle, ne kadar süre ve ne tür silahlarla gerçekleşeceğine, etki alanının ne olacağına dair farklı öngörülerde bulunulsa da, çatışmanın kendisine pek çok analist neredeyse kaçınılmaz gözüyle bakıyor. Bunun kendi kendini gerçekleştiren bir kehanete dönüşme olasılığı da yüksek.

Önceki ve Sonraki Yazılar
İrfan Aktan Arşivi