İrfan Aktan
Selahattin Demirtaş’ı dalından koparmak
“Adı telaffuz edildiğinde ortalık yıkılıyor. Kendisine de söyledim, Türkiye’nin Türk kesiminde tek sevilen Kürt siyasi şahsiyetisin.” Kürt hareketinin kodlarını en iyi bilen isimlerden DEM Partili Cengiz Çandar bile Selahattin Demirtaş için sarfettiği bu sözlerin iltifat olduğu yanılsaması içinde olabilir. Her ne kadar Çandar bu "iltifat"ı halis duygularla ifade etse de, Kürtlerin nazarından bakıldığında bu “iltifatta” hem kendileri hem de Demirtaş dâhil tüm Kürt siyasetçiler açısından tartışılmaya değer bir problem var. Bırakın “diğer” Kürt siyasetçileri, Demirtaş da kendisine yönelik bu bakışın, konumlandırıldığı bu pozisyonun son derece problemli olduğunun gayet farkındadır.
Çandar'ın son derece isabetli tanımlamasıyla “Türk kesiminin” tek Kürt siyasi şahsiyet olarak Demirtaş’ı “seçmesi” ve onu “sevgisiyle” onore ettiğini zannediyor olması, buna mukabil yıllardır barış ve özgürlük adına tıpkı Demirtaş gibi Kürt hareketinin ideolojisini taşıdığı için korkunç bedeller ödeyen binlerce Kürt siyasetçiyi bir kenara itmesi, zaten Kürt sorununu besleyen en görünmez kaynaklardan bir tanesi. "Türk kesimi" olarak bu egemen “körlüğünün” farkındalığını ıskalayıp bir “çiçek” olarak Demirtaş’ı Kürtlükten, Kürt siyaset bahçesinden koparıp “kurtardığınızda” sadece onu kurutmaya yeltenmiyor, aynı zamanda bir bütün olarak Kürt siyasetçileri ve dolayısıyla Kürtleri, onların mücadelesini, taleplerini ve ihtiyaçlarını bir kez daha kriminalize etmiş oluyorsunuz.
Açık konuşalım; “Türk kesimleri” hâlâ Kürt hareketinin Demirtaş’ı Öcalan’a rakip olarak gördüğü ve o yüzden de Demirtaş’ı sevmediği veya desteklemediği ezberinden hareket ediyor ve bu ezberi Kürt hareketinin içine bir “şüphe” olarak özensizce, bencilce itekliyor.
Zira bu özensiz veya egemen bakışın sahipleri “eğer Kürt hareketi hasetlik yapmazsa Demirtaş uçar-gider” zannediyor. Oysa mesele tam tersinden okunmalı. “Türk kesimleri” Demirtaş’ı “Kürt bahçesinden” koparıp “kurtarmaya” çalışırken aslında onu kurutmaya yöneliyor ve aynı zamanda Kürt hareketinin de Demirtaş’ın kendisine değil, ona yönelik Türkî yaklaşımın işaret ettiği sonuçlara dair kaygılarına kaynaklık ediyor.
Selahattin Demirtaş da bunun gayet farkında. Nitekim hatırlanırsa geçtiğimiz yıl bir siyasetçinin, “Selahattin’i çıkar HDP’den, ortada HDP kalmıyor” sözlerine yine Demirtaş’ın kendisi şu yanıtı vermişti: “Selahattin’den HDP’yi çıkarsan geriye pek bir şey kalmaz.”
Aynı Demirtaş, 2012 yılında Leyla Zana’ya gönderme yaparak, “Hiçbir belediye başkanımız, hiçbir parti yetkilimiz, hiçbir milletvekilimiz halkın iradesinin üzerinde olamaz. Leyla’yı Leyla yapan Mecnun’un aşkıdır” diyerek Kürt hareketinin yapısına dair çerçeveyi hatırlatmıştı.
Dolayısıyla Çandar’ın bahsettiği “Türk kesiminin” Kürtlere yönelik hüsnüniyet içerir gibi görünen Türkî bakışını sorunsallaştırmadan ve bu bakışın çeşitli araştırmalara da sirayet ettiğini görmeden sağlıklı bir değerlendirme yapmak zor.
“Türk kesimi” tıpkı Steinbeck’in “Fareler ve İnsanlar” romanındaki Lennie Small karakteri gibi “yumuşak varlıkları” çok seviyor ve ama onları, halis duygularla da olsa, sıkarken boğuyor.
Aslında yine Steinbeck’in “İnci” romanını da bu bağlamda hatırlayabiliriz. Amerika’daki bir kıyı kasabasında yoksulluk ve sefaletle boğuşan, akrebin soktuğu oğlu Coyotito’yu doktora bile götüremeyen Kino, bir gün denizden dev bir inci çıkarır. Fakat hayatlarını kurtarması beklenen inci, kasaba eşrafının onu bir sefile layık görmeyip elinden almaya çalışması sonucu, Kino ve ailesinin yeni bir sınavına dönüşür. En nihayetinde Kino, inciyi bulduğu denize geri bırakmak zorunda kalır. Sorun incinin kendisinde değil, onu Kino’ya çok görenlerdedir.
Selahattin Demirtaş da siyaset sahnesinde parlamaya başladığından beri “Türk kesimleri” tarafından Steinbeckyen tehlikelerle sınanıyor. “Türk kesimler” devlete, iktidara ve Türklere “göz hizasından” bakan Demirtaş’ı Kürtlüğe, Kürt hareketine değil, daha ziyade kendisine “layık” görüyor. Zira “bu kadar değerli bir şey, değerini anlayacak olan bize ait olmalı.” Bu egemen bencilliği nedeniyle Demirtaş’ın “onların” olduğu anda inci değerini yitireceği gerçeğiyle ilgilenmiyorlar bile. Oysa ne diyordu Demirtaş; "Leyla'yı Leyla yapan Mecnun'un aşkıdır."
Türkî bakıştan sıyrılmak, tıpkı egemen erkekliğin nimetlerinden vazgeçmek kadar zor ve bir o kadar diğerkâm özmücadele, daimi farkındalık gerektiriyor. Fakat Kürt siyaseti söz konusu olduğunda “Türk kesimin” sanki Türkî bakıştan vazgeçmek için mücadele yürütmekte isteksiz davrandığı, bu bakıştaki sorunun farkında bile olmadığı veya bu konfor alanından sıyrılmak istemediği görülüyor.
Öyle anlaşılıyor ki “egemenin bakışı” böylesi bir yüzleşmeyi öncelikli görmüyor. Zira o zaten ve doğal olarak doğru yerdedir. Ezilen ise elindeki incinin kıymetini idrak edecek nitelikten yoksundur. O inciye değerini ancak kendisi verebelir.
Bu bakışa göre ezilenlerin en büyük prangası ise ezenin örseleyici, parçalayıcı pratikleri, hilebazlıkları, manipülasyonları değil, ezilenin “anlaşılmaz kaprisleri”, “meseleleri idrak edememesi”, “gereksiz militanlığı”, gizli hesapları, hasetliği, incinin değerini çekemezliğidir. Türkî bakışa göre Kürt hareketiyle Demirtaş’ın ilişkisi ve “gerilimi” de aşağı-yukarı buradan kaynaklanıyor.
Öte yandan Cengiz Çandar yukarıda aktardığım sözleri, Rawest’in 10 Mayıs’ta açıkladığı “Kürt Meselesi, Kürt Siyaseti ve Demirtaş” başlıklı araştırma sonuçları üzerine katıldığı bir programda sarf etmişti. Çandar dâhil otuzu aşkın gazeteci, yazar ve siyasetçiyle birlikte bulunduğumuz toplantıda açıklanan Rawest’in araştırması, toplantı sırasında da ifade ettiğim ve yukarıda da aktardığım sorunlu bir zemin üzerine kurulmuş görünüyor.
Bir kere son zamanlarda bazı araştırmacıların sıklıkla kullandığı “Kürt sahası”, “Kürt mahallesi”, “Kürt sokağı” gibi nesneleştirici kavramsallaştırmaları veya “şu fikir, bu politika satın alınmadı” gibi piyasa ifadelerini benimsemekte güçlük çekiyor, bu güçlüğün kaynağını ise fikri bir temele oturtmakta, yani kavramsallaştırmakta zorlanıyordum. Damakta bıraktığı tadın kötü hissettirdiği bu söylem biçimi, üzerinde “şekersiz” etiketi olan ama yendiğinde şekerden daha sağlıksız olduğu hissi yaratan piyasa ürünlerini andırıyor.
Rawest’in 10 Mayıs günü biz bir grup gazeteci ve araştırmacıyı davet ederek açıkladığı araştırmasının bende yarattığı duyguyu da aşağı yukarı böyle tarif edebilirim.
Araştırma kapsamında 1406 kişi ile yüz yüze yapılan görüşmelerde, Kürtlerin siyasete olan ilgisi, Kürt sorununa ilişkin düşünce ve talepleri, yerel seçim sonuçları hakkındaki fikirleri, siyasi liderlerin ne kadar itibarlı olduğuna dair düşünceleri sorulmuş olsa da, esas olarak Demirtaş’ın liderliğine ilişkin “algıya” odaklanılmış. Fakat Demirtaş’ın “liderliği” Kürt hareketinin ve hatta Kürt sorununun önüne konarak, aslında doğrudan Demirtaş’ın kendisine büyük bir sınav dayatılıyor.
Araştırmanın kurduğu çerçeve o kadar sorunlu ki, sanırsınız Kürtlerin temel meselesi Kürt sorunu değil, liderlik sorunu! Sanırısınız Kürtler eşitlik ve özgürlük arayışından önce liderlik arayışında.
Dahası, mevcut baskı ortamının Kürtler üzerindeki tesirinin sonuçlarına bakılmaksızın yapılan “başlıklandırmalarda” Rawest, Kürtlere Demirtaş’ın ne kadar “yerli ve milli” olduğunu bile sormuş. Biz gazeteciler bile sorduğumuz soruları gerçek bilgiye erişme amacıyla kurgularken, bu özeni gösterirken, bir araştırma şirketinin bunu ıskalaması nasıl izah edilebilir?
Demirtaş’la DEM Parti’nin, Demirtaş’la Kürt-Türk siyasetçilerin “itibarlarının” da mukayese edildiği bu araştırma ayrıca titiz bir söylem analizi gerektiriyor ama, ayakları yere basmayan büyük iddialar ve tam da yukarıda bahsettiğim “Türkî bakışın” tesiriyle küçük düşürücü tanımlamalar üzerinden kurgulanan çerçevede “sonuç olarak” “Demirtaş Kürtlerin ilk sivil lideri”, “DEM’den ayrı bir ‘hayatiyet’i var” deniyor. Demirtaş’ın Kürtlerin ilk sivil lideri olarak sunulması sadece binlerce Kürt siyasetçiye hakaret değil, aynı zamanda Demirtaş’a yönelik de hapishane koşullarında altından kalkması zor bir yük bindiriyor.
Öte yandan mesele Demirtaş övgüsü olsaydı, sayfalara sığmayacak kadar uzun metinler yazmak mümkün. Elbette Demirtaş çok etkili, çok zeki, çok çalışkan, çok direngen, çok espritüel, çok yaratıcı, çok yönlü bir siyasetçi ve hapisten çıktığında Kürtler onu da tıpkı diğer mahpus arkadaşları gibi omuzlarda taşıyacak. Fakat bu gerçeği tespit etmek bizi hiçbir yere götürmüyor. Belki Kürt siyasetini dizayn etmek isteyen, kırk yıldır Kürt hareketi içinde ihtilaflar çıkararak yol almaya çalışan devlet aklı açısından bu tespitin yayılması ve meselenin asli veçhesi olarak sunulması işlevsel olabilir. Fakat Kürt sorununa dair değerlendirme ve tespitler konusunda bu mesele bizi hiçbir yere götürmüyor. Çünkü, dediğim gibi, mesele bu değil.
Demirtaş dışındaki tüm Kürt siyasetçileri ve hatta DEM Parti’yi geleceğin dışına itekleyen Rawest, aslında Kürtlerden ziyade “Türk kesimlere” bir sunum yapıyor, onun ezberini kuvvetlendiriyor, vardığı sonuçları “Türk kesimin” beklentilerini karşılayacak bir limana demirliyor.
Öte yandan Kürtlerdeki “dönüşümü” kimliklerine, anadillerine, siyasetlerine, liderlerine, partilerine dair algılarını güncel koşullardan ve devletin baskı politikalarının etkilerinden azadeymiş gibi değerlendirmek sağlıklı sonuçlara ulaşmayı zorlaştırıyor. Ayrıca Kürt halkının veya “Kürt sahasının” kendisi devletin, iktidarın, onun pek çok yerli ve ulusal araçlarının tatbikat sahası iken, bilimsel metodlarla bile olsa hakkaniyetli bir araştırma yapmak ve bu araştırmaların verileri üzerinden sağlıklı sonuçlar ortaya çıkabileceğini iddia etmek zor.
Her anlamda örselenen Kürtlerin kendilerine, kimliklerine, arzularına, hedeflerine, siyasetlerine, siyasetçilerine, Türklüğe, Türkiyeliliğe vd, dair algılarını özgürce ifade edemeyecekleri bir ortamda böylesi araştırmaların sonuçlarının gerçeği naklettiğine inanmak “Türk kesimlere” ikna edici gelebilir. Ama bunun maliyeti, gerçeği ortaya koyduğunu zannederken hakikatleri bir kez daha ıskalamak veya görünmez kılmaktır. “Türk kesimleri” buna razı olup avunabilir ama hakkaniyetli bir bakış buna “Raweste” (dur) demeyi dayatıyor.