Ümit Kıvanç: Toplumun haysiyetini de korumayı bilmesi lazım

Sivas Katliamı hakkında bugüne kadar yapılmış en kapsamlı belgesel olan “Çok Kötü Bir Şey Oldu”nun yönetmeni Ümit Kıvanç’a göre Madımak Oteli’ni yakmak 'galeyana gelen' kitlenin fikrinden ibaret değil, "Ortada bir organizasyon var, çok belli."

Ümit Kıvanç’ın yönetmenliğini yaptığı, Madımak Katliamı’nı ve ötesini anlatan “Çok Kötü Bir Şey Oldu”, 4,5 saatlik süresine rağmen insanı olduğu yere mıhlıyor. 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta katledilen 33 insanın tek tek hikâyelerinin eşlik ettiği anlatıların çarpıcılığı bir yana, katliamın “devlet gözetiminde” adım adım nasıl gerçekleştirildiği de ilk defa bu kadar net, belgeleri ve tanıklarıyla ortaya konuyor.

Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu’nun yapımcılığında, çok sayıda Alevi kurum ve kuruluşunun desteğiyle yürütülen Madımak Katliamı Hafıza Merkezi (madimak.org) projesi kapsamında çekilen “Çok Kötü Bir Şey Oldu” filminin gösterimi bugün (29 Haziran) saat 15:30’da İstanbul Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda yapılacak.

Hrant Dink, Ahmet Kaya, Kazım Koyuncu, Tahir Elçi, Roboski, Madımak katliamları dâhil çok önemli belgesellere imza atan ve neredeyse tek başına bir vakıf gibi çalışıp yakın geçmişin acılarına ilişkin silinemez bir hafıza oluşturan Ümit Kıvanç’a bağlanıyoruz…

berge-220105-3-2000px.jpg
Fotoğraf: Berge Arabian

Sivas Katliamı’nın bütün veçhelerinin gözler önüne serildiği “Çok Kötü Bir Şey Oldu” belgeselinde tanık ve mağdur anlatılarındaki acı ve dehşet duygusu nasıl oluyor da hâlâ bu kadar canlı?

Bir kere kötülük yapılanın “başkalarının” teselli edici çabasıyla karşılaşmaması acıların diri kalmasının önemli nedenlerinden biri. Keza kötülüğü yapanlara yakın olanların “biz de bundan utanç duyduk, çok üzüldük” gibi bir yaklaşımı, en azından yasın daha normal biçimde yaşanmasını sağlar. Ama bizde öyle bir şey olmadığı gibi, tersi çok daha yaygın. “Hak ettin”, “yaptık, dahasını da yaparız”, “sana mı üzüleceğim” gibi kötülüğe kötülük katan bir yaklaşım var. Bugün (26 Haziran) gördüm, Emine Şenyaşar’a tekrar dava açılmış. Birileri özel bir kötülük duygusu olmaksızın bunları yapamaz. Yasın üzerinde tepinme, mağduru, kurbanı ilaveten hakir görme, sanki bunu hak etmiş gibi davranma, hatta “daha fazlasını da yaparız” gibi bir tehditkârlık bizde çok yaygın. Madımak Katliamı’nın üzerinden otuz yıl geçtiği halde üzerimizdeki etkisinin hâlâ dipdiri olmasının en büyük nedenlerinden biri bu.

MADIMAK’TAN KURTULANLARA ‘KILIÇ ARTIĞI’ MUAMELESİ YAPILDI

Sivas Katliamı’nı izleyen günlerde ve yargılama safhasında da bu kötücüllüğün nasıl bir yoğunlukta devam ettiğini göstermesi açısından belgeselde çok etkileyici, sarsıcı tanıklıklar aktarılıyor…

Katliamdan sonra cenazelerin, sağ kurtulmuş olanların, hayatını kaybedenlerin yakınlarının maruz kaldığı muamele, mahkeme sürecindeki korkunç eziyet… Acılı insanlara, Madımak’tan kurtulanlara “burada bulunman bile bizim sana bir lütfumuz” mesajı veriliyor. Belgeselde de var; mağdurlar mahkeme heyetinden azar işitiyor, katiller dönüp sırıtıyor, hakaretler ediyor. Böyle bir ortamda dönüp kime sığınacaksın? Katliamın doğru dürüst soruşturulmadığını, gerçek suçluların peşine düşülüp düşülmediğini, herkese hak ettiği cezanın verilip verilmediğini geçtim; mahkeme heyetinin katillere dönüp “terbiyesizlik yapmayın” demesini, dönüp seni de yatıştırmasını beklersin, yok! Aksine, Tanıl Bora’nın da Birikim Güncel’deki yazısında söylediği gibi, mağdurlara “kılıç artığı” muamelesi yapıldı. “Siz de öldüremediğimiz için buradasınız ha, yaşamanıza izin veriyoruz” şeklinde davranılıyor. İnsanlarda “hiç değilse mahkemede hakkımız korundu” duygusunu bile yaratmadılar. İnsanların acıları nasıl diri kalmasın!

MADIMAK KATLİAMI ALEVİLERE YÖNELİK KATLİAM SERİSİNİN GEÇ KALMIŞ UZANTISI GİBİ

Madımak Katliamı sürecine ve sonrasına tekrar geleceğiz ama, 4,5 saatlik belgeseli hazırlarken bazıları saatleri bulan yüzü aşkın söyleşiyle, onlarca tanıklıkla, devasa bir arşivle, katledilen otuz üç insanın tek tek hayat hikâyeleriyle aylarınızı geçirdiniz. “Çok Kötü Bir Şey Oldu” sizin üzerinizde nasıl bir etki yarattı?

Bu belgeselde benim duygusal yükümü hafifleten temel şey, bütün söyleşilere katılmamış olmam. Söyleşilerin ufak bir kısmında ben de bulundum ama belgesel Madımak Katliamı Hafıza Merkezi’nin beş ayaklı çalışmasının bir ayağıyken, Şükrü Aslan’ın başında olduğu sözlü tarih çalışması da başka bir ayağıydı, söyleşilerin büyük bölümü sözlü tarih kapsamında yürütüldü. Ama sonuçta belgesel sinema yapanlar açısından kaçınılmaz olan, acılı insanlarla yüz yüze geliyor olmak. Kurguyu yaparken karşınızdaki ekranda konuşan insanlarla loş bir odada, tek başınızasınız. Bahsettiğim söyleşilerin hepsine “öncelikle sizi tanıyabilir miyiz, hayatınızı kısaca anlatır mısınız” diye başlanmış. Sırf o soruya verilen yanıtlara odaklanılsa bile “Çok Kötü Bir Şey Oldu”ya yakın ağırlıkta filmler çıkar.

Nasıl?

Bir kere mağdurların veya yakınların çoğu yaşadıkları toprakları terk edip başka şehirlere göç etmek zorunda bırakılmış. Büyük bir kısmı da katliamdan önce yaşamış bunu. Sivas Katliamı aslında Maraş, Çorum, Malatya, Kayseri, Erzurum, Gaziantep bölgesinde Alevilere yönelik katliamlar serisinin “geç kalmış” uzantısı gibi. Sonuçta ülkenin bir bölümünde çoğunluğu 1970’lerde olmak üzere “mezhepsel temizlik” yapılmış ve Aleviler buralardan göçe zorlanmış. Buralardaki katliamlar peş peşe ve hemen hepsi aynı yöntemle kurgulanıp yürütüldü.

FAŞİSTLER KENDİLERİNE EN ÇABUK KİTLE TABANI GETİREBİLECEK ZEMİN OLARAK ALEVİ DÜŞMANLIĞINI BULDU

Kimler tarafından?

1970’lerde bu katliamlara öncülük edenler Akıncılar gibi İslamcı örgütler değil, MHP’lilerdi. IBDAC gibi radikal İslamcı gruplar zaten o dönem marjinaldi. Esas öncülük edenler, yani ahalinin bu katliamlara katılabilecek kısmını da arkasından sürükleyenler faşistlerdi.

MHP’lilerin 1970’lerde Alevileri hedef almasının sebebi neydi?

Onu kestirmek güç ama o dönemde Anadolu’nun herhangi bir yerinde ahaliyi “üç beş komünisti öldürmek için” topyekün harekete geçirmek ve bu bağlamda çok büyük toplumsal, siyasal etkiler yaratmak kolay değildi. 1970’lerdeki milliyetçilik duygusu da aslında bu tür işleri yaptırmak için şimdiki kadar işlevsel değildi. Dolayısıyla tıpkı şimdiki AKP-MHP ittifakında olduğu gibi, milliyetçi-İslamcı “duyguyu” birleştirecek bir eksen, o zamanlar Alevi karşıtlığı üzerinden oluşmuştu. 1970’lerde ilk defa sivil faşist bir hareket vardı ve bu hareketin içinde NATO-Gladyo’nun da, devletin de parmağı vardı. Fakat aynı zamanda kendi başına buyruk, devleti ele geçirmek isteyen bir faşist hareketten söz ediyoruz. Alparslan Türkeş’in yeterli kitle gücü olsaydı, o dönemde belki başka hedeflere yönelirdi. Ama 1970’lerde faşistler, kendilerine en çabuk ve en çok hazır kitle tabanı getirebilecek zemin olarak Alevi düşmanlığını buldu.

BELKİ BİR ŞEHİRDEKİ HERKES KATLİAMA GİRİŞMEDİ AMA KATILANLAR YETERLİYDİ

Neden?

Bunun da birkaç nedeni var. Alevi karşıtlığının kökenleri bir yana, Aleviler büyük şehir merkezlerinden, işten güçten uzak, kendi halinde ve mümkün mertebe gözükmeden yaşayan yoksul köylüler iken saldırıya uğradıklarında, bunların siyasi sonuçları olmuyordu. Gözden ırak yerlerde Aleviler öldürüldüğünde Ankara’da siyaset değişmezdi. Ama kitle tabanı arayan bir faşist hareket açısından o dönemde Sünni kesimdeki Alevi karşıtlığı çok elverişli gözüktü. Aleviler görünür olmuştu ve bundan rahatsız olan geniş bir kitle vardı. “Ahalinin” zaten bu Alevi düşmanlığında harekete geçmeye hazır olduğunu da biliyoruz. Belki bir şehirdeki bütün insanlar bu katliamlara girişmedi ama katılan bölümleri bir faşist hareket için yeterliydi. Ayrıca 1970’lerde Kürtler henüz büyük şehirlere gelip belli mahallelerde toplanmadıkları, iş güç sahibi olmadıkları, siyasetin ve iş hayatının merkezine uzaktaki “doğuda” yaşadıkları bölgenin baskın nüfusu oldukları için faşist bir hareketin oralarda bu işlere girişmesi mümkün değildi. Keza Ermeniler, Rumlar zaten sürülmüş, kalanlar da böyle bir hareketin hedefi olabilecek ağırlığa, nüfusa sahip değillerdi.

ALEVİLERE YÖNELİK KATLİAMLARDA BİR TAŞLA ÇOK KUŞ VURULDU

Dolayısıyla 1970’lerde Aleviler “seçilmiş düşman” veya “kurban” olarak mı belirlendi?

Bana öyle geliyor. Bir faşist hareket için Alevilere saldırmanın siyasi ve toplumsal koşulları çok uygundu. Ayrıca Alevi nüfusu da az buz bir nüfus değildi; o nüfusun sahici bir sol, sosyal demokrat hareketin arkasına geçmesi halinde o hareket çok ciddi bir güce dönüşürdü. Dolayısıyla Alevilere o süreçte “yaşamınıza bir tek koşulda izin veririz, ona göre!” denmiş oldu. Alevilere yönelik katliamlarda bir taşla çok kuş vuruldu. Sadece Alevilere değil herkese yönelik, “Buralarda size solculuk yaptırmayız” mesajı da var bunun içinde. 1970’lerdeki Alevi katliamları Türkiye’de süregelen rejimin, düzenin anlaşılması açısından da çok önemlidir. Bugün Kemalist çizgideki birileri samimi bir biçimde dönüp 1970’lerdeki Alevi katliamlarını incelese, bunun onlar açısından da dönüştürücü etkisi olacağını düşünüyorum. Ya da umuyorum diyeyim.

MUSTAF KUL, BİR MİT GÖREVLİSİNİN KENDİSİNE ‘BİLİYORDUK AMA KONTROLÜMÜZDEN ÇIKTI’ DEDİĞİNİ AKTARIYOR

Peki 1993’te böyle bir katliama girişilmesinin siyasi amaçları nelerdi?

Filmde bu konuda pek çok değişik görüş var ve hepsini yan yana koyunca bir resim çıkıyor ortaya. Sivas Katliamı sırasında SHP Erzincan Milletvekili olan ve daha sonra TBMM’deki Sivas Olaylarını Araştırma Komisyonu’na başkanlık eden Mustafa Kul, bir MİT görevlisinin gelip kendisine, “Biz bunu biliyorduk, nereye uzanacağını izleyip görelim dedik ama sonra kontrolümüzden çıktı” dediğini anlatıyor.

SİVAS’TA BİR ORGANİZASYON VAR, ÇOK BELLİ

Yani devlet, İslamcı grupların gücünü görmek için Madımak Katliamı’na seyirci kalıyor, öyle mi?

İddialardan biri bu işte. O sırada o şehirde 6 bin asker var. Pekâlâ o askerleri üç sıra halinde otelin etrafına dizsen, katliam yapılamayacaktı. Belgeselde de görüyoruz; birtakım polisler itiş kakışla kitleyi tutarken, hemen arkalarından birileri gidip oteli yakıyor. Üstelik bunu gayet profesyonelce yapıyorlar; otelin birinci katına girenlerin atletik hareketleri, otelin önündeki arabalardan benzini çekmeleri… O gün camide ABD ve İsrail bayraklarını yakarak yürüyüşe geçenlerin sayısı hepi topu kırk-elli kişi. Ayrıca ortalama cami cemaati, camiden çıkıp IBDAC’cilerin peşine takılarak otel yakmaya gider mi? Üstelik yedi saatlik bir süreden söz ediyoruz. Devlet yedi saat boyunca böylesi bir grubu dağıtıp katliamı önleyemez mi! Sivas’ta bir organizasyon var, çok belli. Öte yandan “Sivas’ın merkezinde sen bu etkinliği yapamazsın” bildiriminin de ortak amaçlardan biri olduğu görülüyor: “Sivas’ın merkezine geleceksin, her tarafa afişler asacaksın, Pir Sultan’ı anacaksın, Aziz Nesin konuşacak, yok öyle bir şey!” Ayrıca 1993 yılının da her açıdan bambaşka bir yıl olduğunu unutmayalım.

1993 YILINA ŞİMDİ DÖNÜP BAKTIĞIMDA DEHŞETE DÜŞÜYORUM

Nasıl bir yıldı 1993?

1993 yılına şimdi dönüp baktığımda dehşete düşüyorum. Kürt meselesi bağlamında en kanlı yıllardan biri. 1993 yılında Eşref Bitlis, Uğur Mumcu, HEP Milletvekili Mehmet Sincar öldürülmüş, Turgut Özal hayatını kaybetmiş, Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı, Tansu Çiller Başbakan, Mehmet Ağar Emniyet Genel Müdürü olarak atanmış… Bunlar, 1970’lerde pusu kurup solcu bir öğrenciyi öldürmek gibi, bizi yönetenlerin sıradan vaka saydırmaya çalıştığı hadiselerden değil ki. 1993’te birileri büyük bir işe kalkışmış ve önemli bir kısmını da yapmış.

MADIMAK’I YAKMANIN GALEYANA GELENLERİN FİKRİNDEN İBARET OLDUĞUNU DÜŞÜNMÜYORUM

Dolayısıyla Madımak Katliamı’nı da bu bağlamda görmek gerekiyor, öyle mi?

Ben açıkçası oteli yakmanın o sırada galeyana gelenlerin fikrinden ibaret olduğunu düşünmüyorum. Öte yandan katliamı engelleyebileceklerin de kitleye bakıp “bunlar bir şey yapacak ama nereye kadar gideceklerini izleyelim bakalım” demiş olmaları kuvvetle muhtemel. Madımak katliamına seyirci kalan dönemin yöneticilerinin “birileri ölecekse de, onlar Aleviler ve solcular olacak, çok da önemli değil” gibi bir kabulü var, her zaman geçerli; unutmayalım.

Dönemin Tugay Komutanı’nın tavrı, valinin pasifize edilmesi de bunu gösteriyor aslında…

Tabii, valiyi bypass etmişler; Tugay Komutanı gelip görüyor vaziyeti üstelik. Ayrıca çok öncesinden hareket edip önleme olanakları da var. Çünkü kalabalık üç saat boyunca valilikle kültür merkezi arasında gidip geliyor, buraları taşlıyor ve bunlara dokunulmuyor.

HRANT’IN ÖLDÜRÜLMESİYLE BİRLİKTE ÜLKEYLE, HAYATLA İLİŞKİM TAMAMEN DEĞİŞTİ

Başa dönelim; bütün veçheleri üzerine çalışırken, tanıkları dinlerken, arşivleri tararken, göz göre göre gelen bu katliamın belgeselini hazırlarken hem bir belgeselci, gazeteci hem de bu ülkenin bir yurttaşı olarak nasıl bir duygusal süreç yaşadınız?

Açıkçası artık bazı duyguları yitirdiğimi hissediyorum. Hrant’ın öldürülmesiyle birlikte benim ülkeyle, hayatla ilişkim tamamen değişti. Zaten sinirli bir insanım ama artık duyduğum öfke çok daha derin. Madımak’ta hayatını kaybedenlerin çoğu hayatlarının başlangıcındaki gencecik insanlar. Yaşasalar, bugün ellili yaşlarında olacaklardı ama filmde onlar hep genç yaşlarında kalmışlar. Ben de film süreci boyunca sanki hâlâ yaşıyorlarmış gibi onlarla ilişki kurdum. Fakat o insanların artık olmadığını bilmek çok can acıtıcı bir şey. Belgeselde çocuğunu yitirmiş bir anne “çok kötü bir şey oldu” diyor ve o söz benim her yanımı sarıyor, benim için her şey bitiyor orada. Ne diyebilecek bir lafın kalıyor, ne bir şey yapabiliyorsun; öylece donup kalıyor, ağlayıp duruyorsun. Buna benzer onlarca an var belgeselde ve az önce de söylediğim gibi, loş kurgu odasında baş başa olduğun insanların defalarca ve defalarca izlediğin bu tür sözlerinin, duygularının üstesinden gelmek kolay değil.

ARTIK BU TOPLUMDAN, BU DEVLETTEN BEKLEMEDİĞİM HİÇBİR ŞEY KALMADI

“Çok kötü bir şey oldu” sözü bizim açımızdan hâlâ çok da güncel aslında. Her an telefonun çalıp “çok kötü bir şey oldu” haberini duyabileceğimiz bir ülkedeyiz…

Evet, öyle. Ama belgeselin ismine de bir sürü laf edildi de, buna dair bir şey söylemeyeyim. Demin dediğim gibi, bende bir hissizleşme oldu. Bu duygu durumuna düşmek çok kötü. Onca felaket ve acı yaşanıyor ve sen kesilmiş bir ağaç gibi orada duruyorsun. Tabii kesilmiş bir ağaç ne hisseder, onu da bilmiyoruz. Bir de şunu fark ettim ki, artık bu toplumdan, bu devletten, hayatımızı meydana getiren birtakım unsurlardan beklemediğim hiçbir şey kalmadı. Ne yaparlarsa şaşırmayacağım bir noktadayım. Üstelik benim en çok övündüğüm özelliğim, hâlâ şaşırabiliyor olmaktır. Ama her gün defalarca “bunları yapmayacağımızı sanma!” dercesine o kadar çok kötülük yapılıyor ki!

‘KARDEŞİM MEMLEKETİNE GİTTİ, NİYE DÖNMEDİ’ SORUSUNUN CEVABI ÇOK AĞIR, ÇOK UTANÇ VERİCİ

1993’te Madımak Katliamı’nı duyduğunuzdaki duygunuzu hatırlıyor musunuz?

Sanırım o zaman bu toplumun gerçekliği karşısında inkâra başvurarak umudumu yitirmekten sıyrılmıştım. Roboski Katliamı belgeselini yaparken de katledilenlerin tek tek hikâyeleriyle ilgilenerek, bir biçimde duygusal çöküşün önüne geçmeye çalışmıştım. Ama bir annenin evladıyla ilgili sarf ettiği küçük, hatta bazen komik bir sözde bile kopabiliyorsun. Madımak’ta hayatını kaybeden insanların hikâyelerini yapmak bu açıdan çok zor oldu. Sanırım izleyici açısından da öyle olacak. “Kardeşim memleketine gitti, niye dönmedi” diye soruyor biri. Cevabın “çünkü birileri onu orada yaktı” olması çok ağır, çok utanç verici geliyor insana. Utanıyor insan.

Belgeselde biri de ağlayarak, “niye biz de Madımak Oteli’nde değildik” diyor…

“Ben niye orada değildim” diyebileceğim o kadar çok olay yaşadım ki! Hrant öldürüldüğünde de “arkamı döndüm, halt etmişim” diye yazmıştım. Çünkü Agos Gazetesi’nin çıkışında Hrant’la çalışmıştım; iyi, tamam artık gazete oldu, ben de arkamı dönüp gidebilirim, diye düşünmüştüm. Hatta sonrasında Hrant hakkında açılan davalarla da çok ilgilenmedim; tamam artık, gazete çıkıyor, arada böyle şeyler de olacak diye düşünmüştüm. Hrant’ın katledileceğini, “öyle bir noktada da değiliz artık” diye düşünerek herhalde, aklımın ucundan bile geçirmemiştim. O yüzden diyorum; Hrant’ın öldürülmesinden sonra benim bu ülkeyle, hayatla ilişkim tamamen değişti.

‘AHMET DEDE’ DİYE LEHİNE KAMPANYA YAPILAN ADAM ELİNDE BENZİN BİDONU TAŞIYAN KİŞİYDİ

Madımak’ta katledilen Erdal Ayrancı’nın eşi Hatice Ayrancı da belgeselde, tahliye edilen katillerle ilgili yapılan yayınlara atfen “ülkeye dair bütün umudumu o anda yitirdim” diyor…

Tayyip Erdoğan tarafından affedilen katillerden biri hakkında “adamsın Ahmet dede”, filan diye yazılama kampanyası yapılmış, Hatice Ayrancı o olayı kastediyor. “Ahmet dede” diye lehine kampanya yapılan bu adam katliam günü elinde benzin bidonu olan kişi!

KARŞISINDAKİNİ ANCAK KENDİSİNE BENZEDİĞİNDE SEVEN, BENZEMEYENDEN DE NEFRET EDEN BİR TOPLUMSALLIK VAR

Bu tür katliamlarla ilgili tartışmalarda genelde devletin suçları tartışılırken toplum pek sorgulanmıyor. Fakat belgeselde de ortaya konduğu gibi, başta Sivas halkı olmak üzere bu katliamdan utanç duyulduğuna dair neredeyse hiçbir emare olmadı…

“Sadece normal hayatlarında da kötü olan insanlar o otelin etrafında toplandı” diyemiyoruz maalesef. “Normal”, “sıradan” insanlarda cinayet işleme potansiyeli olduğunu bilmek ayrı bir dehşet kaynağı. Fakat şunu da biliyoruz ki, bu linççilik, bu kötücül ruh üretiliyor. Dahası, kuşaktan kuşağa da aktarılıyor. Yani günün birinde bir gazete haberi çıkıyor ve insanlar bunun üzerine harekete geçiyor diyemeyiz. Sorsan, bu insanlar çok dindar. Bu insanlara “anlat bakalım, insan dindar olunca ne yapmalı” diye sorarsan, anlatacaklarının yüzde 80’i Kuran’da yok. “Alevinin elinden yemek yenmez” diyor birileri ve o da kuşaktan kuşağa aktarılıyor. Geçenlerde genç, eğitimli, sanırım öğretmen veya akademisyen bir kadın, “ya Allah affetsin, ben öyle ırkçı biri değilim ama Alevi asistanımın verdiği yemeği yiyemedim” diye twit atmıştı. E şimdi bu kadına bunu birileri öğretiyor; fakat işin kötüsü bunun ona makul gelmesi. Burası zaten önyargılar ülkesi. Muhakeme yetisini kazandırmayan, olanı da yok eden bir eğitim sistemi, önyargılarla dolu bir anlatı, karşısındakini ancak kendisine benzediğinde seven, benzemeyenden de nefret eden bir toplumsallık var. Belgeselde Arif Sağ anlatıyor; Sivas’tan birtakım işinsanları geliyor, artık bu olayın yükünü Sivas’ın üstünden alalım, filan diyorlar. Arif Sağ da haklı olarak, siz başka türlü davransanız, bu olay Sivas’la anılmazdı. O zaman “bir tarihte Sivas’ta birileri katliam yapmış, ama şu anda insanlar böyle değil ve hakikaten üzgünler” denebilirdi. Sivas’ı karalanmaktan kurtaracaksanız siz kurtarırsınız. Gidin, Madımak’ın önüne, katliamı bir lanetleyin hele, göreyim sizi, demiş Arif Sağ.

ANMA GÜNLERİNDE SİVAS’TA BALKONLARA ÇIKAN İNSANLARDA EN UFAK BİR ÜZÜNTÜ BELİRTİSİ YOK

Peki şu an Sivas’taki vaziyet ne?

Anma günlerinde hâlâ insanlar tehdit edilebiliyor. Hadi diyelim bunu bir avuç kötücül insan yapıyor; e öyle değil ki! Ben çok görüntü izledim; anma günlerinde Sivas’ta balkonlara çıkan insanların bakışları, tavırları; en ufak bir üzüntü belirtisi bile yok.

SİVAS, BİRAZ RAHATLAMIŞKEN BEKLENMEYEN BİR YUMRUK GİBİ

Bunca katliama eşlik eden tarihsel baskı ve son olarak Sivas Katliamı Alevi toplumunun yaşamını, toplumsallığını nasıl dönüştürdü?

Alevi toplumunun bugünkü yaşama şartlarına dair konuşabilecek bilgiye ve tecrübeye sahip değilim. Katliamdan sonra Alevilerin bir kısmı bulunduğu şehri, bir kısmı ülkeyi terk etti. Ama tam tersine bir kısmı da Aleviliğine daha fazla sahip çıkma ve bunu açıkça yaşama konusunda irade gösterdi. Bizim çalışmanın da içinde yer aldığı Madımak Katliamı Hafıza Merkezi mesela, bu açıdan çok önemli bir örnek. Sonuçta aralarında pek çok tartışmanın olduğu bir sürü Alevi kurumu, örgütü bir araya gelip bu çalışmayı yapabiliyor. Sivas’ta yapılmasına izin verilmeyen müzenin sanal hali, kütüphane, web belgeseli, belgesel film, sözlü tarih çalışması… Üstelik sanal olduğu için kimse burayı basıp ortadan da kaldıramayacak… Tabii 1970’lerdeki katliamlar, Sivas Katliamı yaşanmasaydı, bugün nasıl olurdu, bilemiyoruz. Aleviler açısından esas yıkıcı etki 1970’lerdeki katliamlarla oldu. Sivas Katliamı ise herkesin daha bilinçli olduğu zamanda ve herkesin gözleri önünde gerçekleşen bir olaydı. Sivas’ta taraflar daha net, kimin ne yaptığı daha belli. Sivas, biraz rahatlamışken beklenmeyen bir yumruk gibi.

Neden?

Çünkü SHP iktidar ortağı, Alevi bakanlar var… Zaten tam da bu da, katliamın sebeplerini anlamak için önemli. Bir sınır çizmek istiyorlar Alevilere. “Tamam, Banaz’da filan toplanın ama Sivas merkeze kadar da gelemezsiniz” deniyor.

YARANIN ÖZELLİKLE AÇIK BİRAKILMIŞ OLMASI ÇOK DERİN ETKİLER YARATMIŞ

Sözlü tarih çalışması kapsamında yapılan söyleşilerden anladığınız kadarıyla, Madımak’ta katledilenlerin yakınları hayatlarını nasıl devam ettirmişler?

Bu soruya cevap vermek biraz had aşımı olabilir. Ailelerin neler yaşadığını anlamak da, anlatmak da pek mümkün değil. Ama sonuçta birbirlerine sarılmış insanlar. Katliamdan sonra bu insanları sarıp sarmalamak gibi insani bir davranışta bulunulabilirdi. Bunun yapılmamış olması, yaranın özellikle açık bırakılmış olması çok derin etkiler yaratmış tabii. Üstelik Sivas’taki doğrudan siyasi bir etkinlik değil, Pir Sultan Abdal anması. Yani bir grup çıkıp politik bir eylemde bulunuyor, sonra başka bir grup gelip onlarla çatışıyor değil ki! Zaten oraya gitmiş olan insanlar birileriyle çatışabilecek çocuklar değil. Bazı yakınların anlatıları insanı derinden etkiliyor tabii. Filmde olan üç kişi; Yasemin ve Asuman Sivri’nin annesi Yeter Hanım, Nurcan Şahin’in babası Mahmut Bey ve Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’nde ilk semah grubunu kurup başına da Asuman’ı getiren yazar İlhan Cem Erseven maalesef filmi göremeden bu süreçte hayatlarını kaybettiler.

VALİ YAZILI TALEPTE BULUNDUĞU HALDE TUGAY KOMUTANI ASKER GÖNDERMİYOR

Bu süreçte en çok etkisi altında kaldığınız kişi, olay veya söz neydi?

Bir kısmı filmde olan, bir kısmı olmayan öylesine ağır hikâyeler var ki, aralarından birini seçip “bu beni çok etkiledi” demek hem zor, hem de doğru gelmiyor. Katledilenlerden biri çocukken çok iyi futbol oynadığı için babası onu Gençlerbirliği’nin altyapısına veriyor. Zayıf bir ihtimal ama, belki de top peşinde koşan o ufaklığı görmüş olabilirim… Şimdi bunu düşününce insanın kalbinde taşıması zor türlü türlü hisler uyanıyor. Annelerden birinin bir kan hastalığı olduğu için hamile kaldığında bebeğini kaybediyor. Sonra tekrar hamile kalıyor, o bebeğini de yitiriyor. Bunun üzerine kalkıp Ankara’ya gidiyor, iki sene tedavi görüyor. Nihayet üçüncü çocuğuna hamile kalıyor ve doğum için bir hafta öncesinden gidip hastaneye yatıyor. Doğumdan sonra da bebeğiyle altmış gün hastanede kalıyor. O bebek Madımak’ta katledilen Nurcan Şahin işte.

Filme gelen tepkiler de var; hatta “devlet aklanıyor” diyenler bile olmuş…

Maalesef filmin ismine de laf edenler oldu. Valla her şey için “aklanıyor” diyebilirsiniz ama bu film için “devlet aklanıyor” demek akıl alır gibi değil. Temel Karamollaoğlu’yla görüşüldü belgesel için; “şimdi bunu aklayacaklar” dendi. Yahu niye aklayalım! Kaldı ki, bu olayın filmini yaparken, sözlü tarih yaparken dönemin belediye başkanıyla, valisiyle görüşülmeyecek mi? Belgeselde valinin telefonda görüştüğü Tugay Komutanı’ndan asker istediğini, hatta bununla yetinmeyip resmiyete dökmek için yazılı talepte bulunduğunu söylemesi, buna rağmen asker gönderilmemesi başlı başına tarihi bir belge niteliğinde. Keza dönemin Sivas İl Kültür Müdürü Mehmet Talay’ın bütün o yetkililer hakkında anlattıkları çok mühim. Geçenlerde bu projenin içinde olan bir arkadaş, “otuz yıldır kimsenin cesaret edemediği şeyi yaptık” dedi. Peki niye kimse cesaret edememiş? Bilemiyorum, anlayamıyorum. Elbette film biçim olarak eleştirilebilir ama bir muhalif veya bir Alevi bu içeriğin neresine itiraz edebilir, bilemiyorum.

BİR TOPLUM ACILAR YAŞATIP BU ACILARIN ÜSTÜNE BASARAK NASIL RAHAT YAŞAYABİLİR Kİ!

Hrant Dink, Roboski Katliamı, Ahmet Kaya, Tahir Elçi, Madımak… Telafisi mümkün olmayan acılar, olaylar, katliamlar üzerine aylarca, yıllarca çalışıp belgesel yapmak, düzenli olarak gazeteye yazmak, sosyal medyada aktif olmak… Ülkeye, hayata dair umudu örselenmiş bir insanın hem ruhsal hem de bedensel olarak bütün bu yükün altından kalkabilmesi için bir motivasyonu olması gerekmiyor mu?

Ben bütün bunları bir vazife gibi görüyorum. İnsan gibi yaşayabilmemiz için halletmemiz gereken meseleler var. Oysa biz yaşanmış olanların üstesinden gelmeden yeni belalar yaratmakla meşgulüz. Bir toplum belli zamanlarda belli insanlara acılar yaşatarak, sonra da bu acıların üstüne basarak nasıl rahat yaşayabilir ki! Yaşayamıyor zaten. O yüzden kompleksler içinde debelenen bir toplum haline geldik. Biraz da layığımızı bulduk aslında.

SANKİ İYİLİĞİN KARŞISINDA İSRAİL’İNKİ GİBİ BİR ‘DEMİR KUBBE’ VAR

Bu durum Türkiye toplumuna has mı?

Tabii ki burada yaşayan insanlar başka ülkelerdeki insanlardan daha az iyi veya daha az kötü değil. İnsan dediğin zaten iyilikle kötülüğü bir arada barındırıyor. Bunca kötülük varken, birilerinin de birilerine yardım ettiğini, birilerinin dayanıştığını görmüyor muyuz? Her şey kötülükten ibaret değil. Ama bir yandan da sanki iyiliğin karşısında bir metal muhafaza, İsrail’inki gibi bir “demir kubbe” var. İsrail’inki “dışarıdan geleni”, bizimki de toplumun kötülük ortamının dışına çıkmasını engelliyor. Öte yandan biz hep kendimizle ilgiliyiz ama yeryüzü adaleti de korkunç bir vaziyette. Arkadaşlarımızla yemek yemek üzere dışarı çıkıyoruz ve çöp toplayan veya çöpten beslenen çocukların yanından geçiyoruz. O yemek boğazımıza dizilmiyorsa, insanlıkla ilgili ciddi bir sorunumuz var demektir. Roboski’ye bak; “önce bi öldürelim de, terörist olup olmadıklarına sonra bakarız” diye sallıyor bombayı aşağıya! Bu havanın içinde insan nasıl yaşar? Roboski Katliamı’ndan iki gün sonra bu ülkede insanlar güle eğlene caddelerde yılbaşı kutlaması yaptı yahu! Şimdi bu bize bir şey anlatmıyor mu? Roboski belgeselinde, öldürülen çocukların evlerindeki boş odaların üstüne, yılbaşı kutlamalarından ses kolajlarını koymuştum: “Yılbaşı kutlamaları büyük bir coşkuyla devam ediyor sayın seyirciler!”

DESTEK GÖRMEYİ BEKLEDİĞİM İNSANLARDAN HİÇBİR ZAMAN DESTEK GÖRMEDİM

Tam da bu nedenle sordum aslında; bu koşullarda bir şeyler yapabilmek için ciddi bir motivasyona sahip olmak gerekiyor…

Valla motivasyon diyorsun da; benim yaptığım işlerin en azından bu ülkedeki solcuların hoşuna gitmesini beklersin. Fakat işitmediğimiz hakaret kalmıyor. Şimdi bu film hakkında da; katliamı ve arkasındaki ilişki ağını konuşacağımıza, etrafta benim hakkımda bir sürü laf dolaşıyormuş. “Bu adam ‘yetmez ama evetçi’ydi” filan… “Sen şu yaptığınla iyisin, bu yaptığınla da yanlış” olmuyor hiçbir zaman. Ayrıca destek görmeyi beklediğim çoğu insandan da hiçbir zaman destek görmedim. Bu söyleşinin konusu değil ama; şimdi Selahattin Demirtaş’ı çok savunduğunda, Kürtler içinden bile bir sürü laf işitiyorsun ve kimse çıkıp “yahu bu adama da yapmayın bunu” demedi. Yani bütün bu işler hakikaten yalnızlığı göze alarak yapılabiliyor.

Artık fiili linçlere sosyal medya linçleri de eklendi. Lince müdahil olanlar da ayrıca linçleniyor…

Valla ben kimseyi linç etmiyorum; lince katılanlara da, değer verdiğim insanlara yapılan lince de itiraz ediyorum. Normal olan da budur zaten. Ama ben şimdiye kadar kaç kere korkunç linçlere maruz kaldım; savunan üç beş kişi oldu hep.

SALDIRGANLARA KARŞI BAŞKA SİVASLILAR ÇIKIP ‘BUNU YAPAMAZSIN’ DESEYDİ…

Bu da yalnızlık duygusunu derinleştiriyor, değil mi?

Zaten bunca deneyimden sonra da ne yazık ki insanlara, “başıma bir şey geldiğinde yanımda olacak veya olmayacak” diye bakıyorum. E şimdi düşünsene, Sivas’ta eğer o saldırgan gruba başka Sivaslılar çıkıp karşı çıksaydı, “yahu bunu yapamazsınız” deseydi, şu an bunları konuşuyor olur muyduk? Doğrusunu söylemek gerekirse, “hep beraber bir şeyleri değiştirebiliriz” gibi bir duygum, hissim, umudum kalmadı.

‘BİZ YAPMADIK, ONLAR YAPTI’ NOKTASINDAN ‘YAPTIK, YİNE YAPARIZ’ NOKTASINA GELİNDİ

Neden?

Nasıl kalsın? İlk defa kapitalizmin bu kadar dizginsiz bir şekilde derinleştiğine tanık oluyoruz. Ne istiyorlarsa yapıyorlar. Oysa eskiden insanlar ayaklanıyordu. İşçi mücadeleleri ve isyanlar sayesinde bir sürü haklar elde edildi. Siyasi yöneticiler hep patronların yanında olsalar da, seçilebilmek için bir şekilde halkı, işçi sınıfını da kollamak zorunda oluyordu. Ama artık bu dolayımlar da ortadan kalktı. E, Avrupa’nın bir kısmı faşist oldu ve olmaya da devam ediyor. Türkiye daha da derin bir karanlığın içinde zaten. 1915’i düşün; eskiden Ermeni soykırımı inkâr edilirdi, “biz yapmadık, onlar bize yaptı” falan denirdi. Şimdi “ne var, yaptık, yine yaparız!” noktasına gelindi. Bir toplumun kendi haysiyetini korumayı, savunmayı bilmesi lâzım. Ama bu şartlarda bu nasıl olacak, bilmiyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
İrfan Aktan Arşivi