Erol Köroğlu
Refik Halit Karay bir zamanlar milliyetçi miydi?
Siyaset-edebiyat ilişkisiyle ilgili geçen hafta sorduğum soruları tartışmaya devam ediyorum.
Siyaset-edebiyat ilişkisinin ya da etkileşiminin betimlenmesini üç farklı yoldan deneyebiliriz. Bunlardan birincisine “disipliner yaklaşım” diyelim. Bu yaklaşımın kökleri diğerlerine göre daha eskilere, modern düşüncenin ve öznenin oluşumuna dayanacak. Burada, artık bugün yetersiz bulduğumuz, bir fantezi olduğunu düşündüğümüz bir kompartımanlara ayırma yaklaşımı var. Buna göre siyaset de edebiyat da birbirlerinden ayrı alanlardır; işlevleri de, kapsamları da, nesneleri de farklı farklıdır. En fazlasından edebiyatın siyasallaşması ya da siyasetle içli dışlı olması ya da siyasal olanın edebiyat eserlerine yansıması gibisinden, kolayca ayrıştırılabilecek bir etkilenme vardır bu alanda. Bu yaklaşım çok mekanik ve çok eski geliyor bize artık.
İkinci yaklaşıma “yapısalcılık sonrası” ve hatta “postmodern” yaklaşım adını verelim. Bu, çok dinamik ama fazla karmaşık, belirsizliklerin çok fazla olduğu bir alan olacak. Bu yoldan gidersek, edebi olan her şeyin siyasal, siyasal olan her şeyin de edebi olduğunu iddia edebiliriz. Hiç yanlış da olmaz; ancak burada işin içine çok fazla isim, kavram, disiplinler arası etkileşim girecek ve dolayısıyla kaybolmak da çok kolay hale gelecek.
Üçüncü bir yaklaşım olarak daha pratik ve eklektik, hem disipliner hem de interdisipliner yaklaşımlardan yararlanan ama daha sınırlı ve geçici bir orta yoldan bahsedebiliriz. Yalnız bunun sınırlılığı ve geçiciliğini unutmamalı, bunu dört başı mamur bir çözüm olarak değil, ilerlemeye devam edebilmek için taktik bir hamle olarak kabul etmeliyiz. Kaçınılmaz olarak burada bazı basitleştirmelere başvuracak, pek çok önemli çekinceyi yok saymamakla birlikte görmezden geleceğiz. Şimdi bunu açıklamayı deneyelim.
SEÇMEDEN ÖNCE DÜŞÜNME SİYASETİ
Siyaset kuramının temelde siyasal özneyi ele aldığını, bunun üzerinden siyasal yaşamı nasıl yaşamalı sorusunu sorduğunu söylemiştim. Bu açıdan da, somut bireylerden çok, soyut özneler ve ortak özellikler sergileyen gruplarla ilgilidir. Oysa edebiyat bireysel ve benzersiz olanla ilgilidir. Örneğin Yatık Emine benzersizdir; ona benzeyen bireyler bulunsa bile, onun tıpatıp kopyaları görülmez edebiyatta. Ancak edebiyatın özel bir alanı, edebi kurmacalar ve bunların en yaygın örneği olan romanlar edebiyat ile siyaset arasındaki arayı kapatma açısından bir şans sunar bize.
Edebi kurmacalar bireyleri ele alırlar ama bu bireyleri, diğerleriyle ilişki içerisinde ve toplumsal bir sahne üzerinde işlerler. Bunun sonucunda da bireylerin özel davranışlarını hep kamusal ve siyasal eylemle ilişkileri içerisinde görürüz. Edebi kurmacalar niyet, motif ve sonuçlarla ilgili sorular sorarak, çatışmalar kurgulayarak, bu çatışmalara çözümler sunarak ya da sunmayarak “özne”nin “iç işleyişi”ne dikkatimizi çekerler. Aslında edebiyat çözümler sunsa da, sunmasa da okurlara “bundan sonra böyle yaşamalısın!” demez; “ortak durumumuzla ilgili bu gerçekler/hakikatler ışığında yaşam hakkında düşün” der.
Edebi kurmacalar seçimler yapmakla ilgilenir; karakterler, anlatıcılar, yazarlar ve okurlar hep bazı düşünce, duygu ya da yargıları seçmeye yöneltilirler burada. İşte edebiyatın bu “seçmeden önce düşündürme” tavrı onun siyasal olanla bağlantı noktasıdır. Çünkü edebiyatın ele aldığı, konu edindiği seçimler kısmen ya da potansiyel olarak siyasaldır. Siyasal alanda da benzer seçimler yapmak durumundayızdır. Yani edebiyatın, siyasal eylemden önce gelen düşünme sürecine yardım ettiğini söyleyebiliriz. Romanlar ve diğer edebi kurmacalar üzerinden siyasetin alanına giren “kimlik oluşumu”, “siyasal sorumluluk yüklenme” ya da “siyasal öznenin oluşumu” sorunlarına cevaplar üretmeyi deneyebiliriz.
SİYASETİN EDEBİYATA YARDIMI
Kısacası edebiyat-siyaset ilişkisinde edebiyatın yardımını, siyasal seçimlerden önce gelecek düşünme sürecini zenginleştirme olarak toparlayalım. Peki, siyasetin edebiyata bir yardımı olacak mı? Mutlaka! Siyasal eylemin çok yönlü ve karmaşık bir düşünme süreci sonucu ortaya çıkacağını bilir, bunu hemen her an yapmak zorunda olduğumuzun farkında olursak, edebiyatın üretimi ve okunmasına da daha bir hevesle yaklaşabiliriz.
Aslında edebiyat Namık Kemal ya da Ahmet Mithat gibi Tanzimat dönemi edebiyatçılarının düşündüğü şekilde bir “eğlendirerek öğretme” yaklaşımından tamamıyla uzak değildir. Bunu onların yaptığı gibi didaktik biçimde yapmamız gerekmiyor artık ama okurken ve yazarken pek çok şeyin yanı sıra siyaseti de öğrenmeye ve öğrendiklerimizi uygulamaya devam ediyoruz. Edebiyatla siyasetin birbirlerini destekleyen ve tamamlayan bu ilişkisi, bize daha fazla “homo ludens,” yani oynayan-oyuncu insan özelliği kazandıracaktır. O zaman hem edebiyat hem de siyaset alanı daha şenlikli bir görünüm sergileyebilir. Şenliğin olduğu yerde ise umut vardır. Sanırım buna da her zaman ihtiyacımız olacak; yapmaya devam etmek ve yapıcı olabilmek için.
BU REFİK HALİT KARAY NECİ?
Üç haftadır size aktardığım ve yukarıdaki cümleyle sonlanan konuşmayı ne zaman yaptığımı hatırlamıyordum. Özgeçmişimde kontrol ettim. 30 Ocak 2005’te yapmışım. 18 yıl önce. Aslında o sırada doktoramı tamamlamış ve bundan bir yıl sonra da kitap haline getirmiştim. Türk Edebiyatı ve Birinci Dünya Savaşı başlığını taşıyan bu çalışmam da aslında edebiyat, tarih ve siyaset etkileşimi üzerinden ilerliyor ve Birinci Dünya Savaşı sırasındaki Osmanlı savaş propagandasının maddi altyapı sorunları nedeniyle nasıl başarısız olduğunu anlatıyordu. Özellikle İttihat ve Terakki genel merkez üyesi ve Türkçülüğün babası Ziya Gökalp tarafından yürütülen edebi ve kültürel savaş propagandası, beklentileri karşılayamayınca, asıl büyük açığı kapatmaya, ulus-devletin oluşması için elzem olan millî kültür repertuvarını oluşturmaya yöneliyordu.
Gökalp ve arkadaşlarının edebiyat ve kültür alanlarında özellikle 1916 sonrasında ortaya koydukları çaba, İttihatçılığın dar örgüt siyaseti ve biz-onlar ayrımlarını aşmaya dönük bir Türkçülük hareketiydi. Konunun pek çok boyutu ve unsuru var ama örneğin birkaç haftadır hakkında konuştuğum “Yatık Emine” öyküsü ve yazarı Refik Halit Karay, dışlayıcı değil kapsayıcı bir projenin bir parçasıydılar.
Refik Halit Karay son derece zeki ve hicivci bir mizah yazarıydı. Bu tavrıyla 1910 sonrasında İttihatçılara muhalif hale gelmişti. Hatta alaycı tavrıyla İttihat ve Terakki’nin üç liderinden biri olan, o zamanlar henüz paşa olmamış Talat Bey’in nefretini de kazanmıştı. Nitekim muhalifliği ve iğneleyici zekâsı nedeniyle, Mahmut Şevket Paşa’nın 11 Haziran 1913’te suikasta uğramasının ardından, bine yakın muhalifle birlikte Sinop’a sürülmüştü. Bu sürgünlerin büyük bölümü çok geçmeden affedilip İstanbul’a geri döndüler ama Refik Halit’in sürgünü 1918 başına kadar tam beş yıl sürdü.
Refik Halit’i sürgünden getirten Ziya Gökalp idi. Talat Paşa’yı da o ikna etmişti. İkna edebilmişti çünkü milli kimliğin oluşumuna dönük, muhalifleri de kapsayan Yeni Mecmua başlıklı yeni bir derginin çıkmasını sağlamıştı ve Türkçeyi o sırada en güzel kullandığını düşündüğü birkaç yazardan biri olan Refik Halit’i de bu dergide istiyordu.
Refik Halit İstanbul’a geldi ve dergide yazmaya başladı ama o sırada Talat Paşa’ya yakın bir savaş zenginini alaya alan bir yazı yazınca az daha yeniden sürülüyordu. Bu tehlikeyi atlatmasını da Ziya Gökalp sağladı. İşte böyle bir dönemde, daha sonra 1919’da Memleket Hikâyeleri başlığı altında toplayacağı öykülerini ve pek çok kurmaca dışı yazısını yayımladı. Yazarın 1918’de yazdığı ve savaşın yarattığı yokluk ve yoksulluğu esprili bir dille anlatıp daha sonra Sakın Aldanma, İnanma, Kanma! kitabında toplayacağı yazıları da bir hazinedir. Hem savaşın cephe gerisindeki sivillere etkileri hem de Türkçe kullanımı açısından bu yazılar paha biçilmezdir.
YOKSA MİLLİYETÇİ Mİ?
Refik Halit Memleket Hikâyeleri’nde yer alacak “Yatık Emine” ve diğer öykülerinde milleti ve ilerideki “ulus-devlet temelli” toplumsal yaşamı tahayyül ediyordu ama hiçbir biçimde İttihatçı da değildi. İttihatçılıktan öyle nefret ediyordu ki, bu nefreti onun 1919’dan itibarenki Anadolu hareketinin de İttihatçı olduğuna inanmasına ve Mustafa Kemal’e karşı İstanbul hükümetlerinde önemli görevler üstlenmesine yol açacaktı. 1922’de Millî Mücadele kazanılınca da, yoldaşı diyebileceğimiz gazeteci Ali Kemal gibi linç edilmemek ya da hapse düşmemek için Suriye’ye kaçacaktı. Böylece 1938’e kadar sürecek ikinci sürgünü başlamış olacaktı.
Refik Halit’in muhalefet anlayışı ve tüm hayatını inceleyen çok önemli bir çalışma bir yıl önce yayımlandı: Christine M. Philliou’nun Türkiye: Tarihe Muhalif Bir Geçmiş kitabını kastediyorum. Dâra Elhüseyni’nin Türkçeye aktardığı kitap Fol Yayınları’ndan çıktı. Kitabı okumanızı hararetle tavsiye ediyorum.
Fakat bu kadar İttihatçı ve daha sonra uzun süre Türkiye muhalifi, ünlü Yüzellilikler listesiyle vatandaşlıktan çıkartılmış ve Türkiye’ye girmesi yasaklanmış birinin yazdıklarıyla bir tür milliyetçi siyaset yaptığını iddia etmek acaba tuhaf ve tutarsız mı oluyor? Bunu gelecek hafta konuşalım.
Erol Köroğlu: Boğaziçi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Edebiyatı, maddi üretim koşulları ile aynı derecede maddi okuma ve alımlanma biçimleri üzerinden anlamaya çalışan bir edebi kültür tarihçisi. Türkçe roman, anlatı kuramları, milliyetçilik kuramları ve tarih-edebiyat etkileşimi ana ilgi alanları. Çalışmalarının pek çoğuna academia.edu sayfasından erişilebilir.