Bilmez Hocadan Tarih Tersleri
Modern aydının kurtarıcılık görevi
Modernitenin öne çıkan aktörü, geleneksel epistemolojiden kopuş yaşamış elitlerin başında gelen aydınlar olmuştur.
Bu kopuşa yol açan, sosyoekonomik ve entelektüel-kültürel iki düzlemdeki gelişmeler arasında (alt veya üst yapı gibi ) kaba hiyerarşik ilişki yoktur. Konuyu radikal diyalektik bir anlayışla incelediğimizde, önce piyasa, sonra üretim ilişkilerinden kaynaklanan Batı merkezli dünya ticaret ağının oluşumu ve sanayi devrimi gibi devasa dönüşümler ile düşünsel dönüşüm ve materyal zemini bağlamında bilimsel devrimler ve Aydınlanmacı kopuş bağlamında epistemolojik dönüşüm arasında kesin bir kronolojik ve hiyerarşik ilişki olmadığını; çok daha çetrefil bir sürecin söz konusu olduğunu görürüz.
Osmanlı ve Türkiye gibi Batı’nın yakın periferisinde olan ülkeler dahil olmak üzere Batı-dışı coğrafyalarda (periferide) kaçınılmaz olarak bir tür ‘geriden gelip yakalama’ ve bu bağlamda kısmi veya bütünsel olarak (ne demek olduğu açık ve net olmayan) Batı’yı ‘model’ alma çabası, periferideki sürecin kategorik olarak farklı ele alınmasına yol açmıştır.
*****
Ancak Avrupa tarihine yakından baktığımızda, bizzat bu (‘merkez’ veya ‘metropol’ olarak kabul edilen) coğrafyada da aynı izleği görmek mümkündür aslında. Özellikle Fransız Devrimi sonrasında Almanya başta olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde (daha sonra Osmanlı ve Türkiye’de görüleceği üzere) bir tepkisellik ve dolayısıyla karmaşık bir aşağılık-üstünlük kompleksi eşliğinde yaşanacaktır modernleşme. Yani Avrupa’nın Avrupalılaşması süreci, en az dünyadaki kadar karmaşık merkez-çevre ilişkisi içinde gerçekleşmiştir. Böyle bakıldığında, ‘kapitalizmin doğal gelişimi’ veya dünyada hakimiyetinin yayılması (küreselleşme) bağlamında bu süreç, bize emperyalizm teorilerinin ne kadar sorunlu olduğunu da gösterir. Ancak konumuz Osmanlı ve Türkiye olduğu için şimdilik sadece bu ‘değini’ ile yetinerek, asıl meselemize girmek istiyorum.
*****
Bir süredir bu köşedeki tarih terslerinde okuduğunuz üzere, Osmanlı ve Türkiye tarihine bu bağlamda baktığımızda, modernleşmenin entelektüel-kültürel düzlemi çerçevesinde anayasa, meşrutiyet, cumhuriyet, ulus-devlet, demokrasi ve daha genelde halkçılık meselesinin - küresel tarih bağlamında Batı-dışı hemen her coğrafyada karşımıza çıktığı üzere - bir ‘öğrenme’, ‘örnek alma’ ve hatta adaptasyon veya (gerçek ve mecaz anlamıyla) ‘çeviri’ üzerinden doğrudan aktarım meselesi olduğunu görürüz.
Son iki yazıda, bu bağlamda bir öncü ve hatta ‘ilk örnek’ olarak ele aldığım Velestinli Rigas’ın eserleri ve görüşleri bu konuda en iyi örneklerdir. Hazırladığı, radikal aydınlanmacı ve özgürlükçü İnsan Hakları Bildirgesi ve Anayasa metinleri, neredeyse Fransız(ca) örneklerinden ‘adaptasyon çeviri’ gibidir. O günden bugüne en sağından en soluna hemen her düşünce, ideoloji ve akım için bu tespit geçerlidir. Bu nedenle, periferide modern dönemde üretilen metinlerin özgünlüğünü ve tekabül ettiği yeri ‘tercüme’ bağlamında düşünmek yararlı olacaktır.
Dönemin geleneksel epistemolojisinden kesin bir kopuş üzerine kurulmuş olan Rigas’ın devrimci söylemini ve buna dayanarak verdiği mücadeleyi, Osmanlı’yı kurtarmak üzerinden ele almamın bir nedeni, zaman zaman azalsa da iki yüzyıldır bu topraklarda devam eden Gayrimüslimlerin neredeyse fıtri olarak ‘bölücü’ ve ‘ayrılıkçı’ veya en azından çıkarları gereği ‘normal’ olduğu düşüncesinin, dolayısıyla ‘hain’ imajının saçmalığını göstermektir.
Geçen yazıda 1790ların Rigas’ı, 1890ların sosyalist Ermeni muhalefeti ve 1990ların Kürt hareketi arasında kurduğum çizgisel ilişki, öncelikle çoğunluğun veya hakim rejimin problemli anlayışındaki devamlılığı gösterir. Egalofobi (denklik fobisi) kaynaklı bu hastalıklı tutum, ilk zamanlarda sadece Gayri-Müslim Osmanlılarla sınırlı bir hedefe sahipken, ondokuzuncu yüzyıl sonundan itibaren Gayri-Türk aydınlara karşı da sergilenmiştir. Bu gerçeklik, fobinin kapsama alanının genişlemesi anlamına gelir. Her üç dönemde ‘bölücü’ ve ‘hain’ ilan edilen bu aydınların asıl derdinin (Osmanlı veya Türkiye bağlamında) kurtarıcılık olduğunu göstermek için - aralarındaki farkları ihmal etmeden - her dönemi ve hatta aydını ayrıca tartışmak gerekiyor.
*****
Ancak kronolojik olarak tarihsel süreci, dönemleri veya örnek vakaları ele almadan önce, hayati önemde bir soruyu ele almanın ve bu bağlamda bir uyarının gerekli olduğunu düşünüyorum: Aydının kurtarıcılık görevinden ne anlamak gerekiyor?
Bir örnek vaka olarak Rigas’ı Osmanlı’yı kurtarma bağlamında tartışmanın bir nedeni de bu zaten: Giderek ulusçu ve ulus-devletçi anlayışın daha çok hakim olduğu konvansiyonel tarih yazımında bölücülük, ayrılıkçılık veya hainlik retoriği, bu anlayışın/söylemin parçası olarak sıkça karşımıza çıktığı gibi, günümüzde popüler düzeyde linç aracı olarak kullanılıyor.
*****
Aydının bir görevi var mıdır veya olmalı mıdır sorularını bir yana bırakalım, ama modern aydının genelde kendisine bir kurtarıcılık görevi/misyonu yüklediği kesindir.
Burada temel meseleden biri açık ve net olarak ortaya çıkar: Bu görevi yerine getirme çabasında en büyük dayanağı temsilcisi olduğunu iddia ettiği halkın desteğidir. Kamuoyu denilen bu modern icada dayanarak ortaya atılan temsilci olma iddiası da halkın desteği iddiası da esasen hüsnükuruntudan ibarettir. Daha doğrusu ‘kendi kendini doğrulayan kehanet’ (self-fulfilling prophecy) örneğidir. Ancak aydın, kehanetinin kendisini doğrulamasını beklemez; enerjisinin büyük kısmını bunun gerçekleşmesine harcar. Aslında bazen, ‘(potansiyel) halk destekli’ bir ‘halk temsilcisi’ olarak verdiği mücadele sırasında modern aydınların harcadığı enerji ve ödediği bedeli bile geçebilir bu ‘kehaneti doğrulatma’, yani halkın desteğini alma, daha doğrusu yaratma çabası. Kısaca modern aydın, gücünü onun desteğinden aldığını ve temsilcisi olduğu (hayali) halkı yine kendisi ‘yaratan’ bir heykeltıraş ya da daha yaygın söyleyişle ‘toplum mühendisi’ gibi davranır. Modern aydının bu süreçte ‘ham malzemesi’, yani oluşturacağı heykeli oluşturmak için ince ve zorlu bir işlemle tıraşlayarak şekil vereceği doğal taş veya kaya, gökten düşmez; (modern-öncesi nitelikleriyle) yapısıyla mevcut halklardan ibarettir.
Ulusçuluk, ulus-inşası ve ulus-devlet bağlamında çok iyi bilinen bu mesele ile bu çerçevede ‘hayali cemaat’ iddiası, meşrutiyet, cumhuriyet, demokrasi ve hatta sosyalizm bağlamında tartışılırsa, halkçılık ve bunun parçası olarak günümüzün popüler konusu olan popülizm daha iyi anlaşılacaktır. Ancak bunu sonraya bırakarak biz yine aydının kurtarıcı rolüne dönelim.
*****
Modern Osmanlı ve Türkiye tarihinde karşımıza çıkan aydınları ve aydın hareketlerini değerlendirirken, kurtarıcılık görevi/misyonu konusuna dikkat etmemiz gerekiyor. Her aydının böyle bir görevi olduğu veya olması gerektiği gibi ‘modernist’ bir anlayışla baksak bile, objektif ve sağduyulu bir yaklaşımla asıl kurtarılmak istenene bakmamız gerekiyor.
Kestirmeden söyleyeyim: Günümüzde genelde üçüncü dünya ülkesinde olduğu gibi aydına yüklenen ‘kurtarıcılık’ görevi içinde devleti kurtarmanın da olması doğal veya normal değildir!
Gerçi uluslararası konferanslarda veya genelde akademik ortamlarda adeta bir diplomat veya devlet temsilcisi gibi davranan akademisyenlerin çoğunlukta olduğu bir ülkede bunun anlaşılması zor olabilir, ama altını çizmekte fayda var: Bu tavır, bireysel gelişmişlik ve bağımsızlık konusunda sınıfta kaldığınızın kanıtıdır!
Üstelik, tıpkı bazı insanların (adeta bu kurumlara hakaret edercesine) polislik ve askerlik görevi üstlenmesi gibi, akademisyenlerin ve genelde aydınların bu tarz bir ‘devlet temsilciliği’ görevini gönüllü olarak üstlenmeleri de görevi bu olan kişi ve kurumların yetersizliğine inandıklarını gösterir.
Bazen temsilci olarak çağrılmadığı ortamlarda aydınların, ‘ait oldukları’ parti, örgüt veya başka bir kurum ‘adına’ düşünmesi ve davranması durumunda da karşımıza çıkar bu durum, ama bu mesele cemaatçilik bağlamında ayrıca ele alınmalıdır.
*****
Konumuz bağlamında önemli olan, devlete ilkel aidiyet ve entelektüel-akademik bağımlılık anlayışıyla hareket eden aydınların, tarihte karşılarına çıkan aydınlardan ve hareketlerden de aynı şeyi beklemesidir.
Ayrı bir yazıda ele alınması gereken, nihayetinde objektiflik ve tarafsızlık arasındaki farkı ortadan kaldıran bu beklenti, mesleğini ve hatta tüm akademik-entelektüel faaliyetlerini adadığı devletin tarafını seçtiğinden dolayı, bu ‘beklenti’ ile hareket eden ‘aydın’ için, sanki aydının öncelikli görevi ‘devleti kurtarmak’ dışında bir şey olamazmış gibi görünür.
Bunun temel nedeni, kurtarıcılık görevi üstlenilen devletin bu aydınların kafasında toplum ve bireyle özdeşleşmiş olmasıdır.
Bu aydınların nezdinde, devleti kurtarmak, toplumu/halkı veya bir kısmını kurtarmak anlamına gelir.
Bunun bir adım ötesi, devletin kurutuluşundan bağımsız bir toplumsal veya bireysel kurtuluşun düşünülemez olmasıdır.
İşte bu aydınların modern Osmanlı ve Türkiye tarihine baktığında aradıkları da kendileri gibi devletin kurtuluşunu toplumun kurutuşuyla eşitleyen ve hatta onun önüne koyan aydınlardır.
Diyalektik bu ya, ‘Türk-İslamcı’ Kemalistlerden modernist-nasyonalist solculara, ırkçı Türkçülerden ‘İslam-Türkçü’ AKP yandaşlarına kadar günümüzün aydınları da zaten modern Osmanlı ve Türkiye tarihinde tedrici bir şekilde hâkim güç olan çoğunluk aydınlarının bu anlayışını günümüzde devam ettirmekten başka bir şey yapmamaktadırlar.
Yani, aslında tarihi kendi düşünsel atalarının gözüyle okumakta, sonuçta düşünsel atalarının tarihini yine onların devlet-baba anlayışıyla yazmaktadırlar.
Modern Türkiye aydını tarihi, aynı zamanda (devlet) babadan kopmama tarihidir…
Haklı olarak bu bağlamda ‘burjuvazisine bak aydınını al!’ diyenler olabilir, ancak kendisine ‘kurtarıcılık’ yükleyen aydınlar, ancak devleti kurtarmakla toplumu ve bireyi kurtarmanın aynı anlama gelmediğini görerek aydın olmayı hakkedebilir.
Her aydının iddia edeceği üzere halkın iyiliği, mutluluğu ve geleceği kendisine dert ise eğer, otoriterliği oranında ve temsil ettiği sınıfın darlığı oranında bir devleti kurtarma veya yaşatma misyonunun doğruluk payı azalır. Onun yerini yıkma (devrim) veya radikal dönüşüm (reform) görevi alır.
Ancak önemli olan, dönüşümün yönü veya yerine geçecek olan devletin topluma ve bireye gerçekten ‘özgürlük, eşitlik ve kardeşlik’ sağlayıp sağlamadığıdır.
Kurutuluş savaşları sonrası ulus-devletler ve devrimler sayesinde kurulmuş cumhuriyetler başta olmak üzere, halka dayandığını ve onun için var olduğunu iddia eden modern devletlerin hiçbiri bunu başardığını iddia edemez.
Fransız Devriminden iki yüzyıl sonra geldiğimiz yer budur…
Ancak, demokrasilerinin derinliği ve genişliği oranında bugünkü (burjuva) demokrasilerinin buna en çok yaklaşan devletler olduğu da inkâr edilemez…
Aydının mottosu ‘yetmez, ama evet’ mi olamaz belki, ancak konumuz bağlamında ve özellikle içinde bulunduğumuz konjonktürde alternatif olarak ‘evet, ama yetmez!’ önerisine ne dersiniz!
Bülent Bilmez: Lisans eğitimini ODTÜ Ekonomi bölümünde, doktorasını Berlin Humboldt Üniversitesi’nde tamamlayan Prof. Dr. Bülent Bilmez, 2005 yılından beri İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. 30 yıla yakın hocalık sürecinde, daha önce Almanya’da (Berlin Freie Universitaet), Arnavutluk’ta (Elbasan Alexander Xhuvani Üniversitesi), Kosova’da (Prishtina Üniversitesi Yaz Okulları) ve Türkiye’de değişik üniversitelerde dersler verdi. Bir dönem Tarih Vakfı Başkanı olarak görev yapan Bilmez’in araştırma ve ders konuları şunlar: Modernleşme/(az)gelişme, emperyalizm ve küreselleşme teorileri; son dönem Osmanlı modernleşme süreci ve bu bağlamda modern kolektif kimlik inşa süreçleri ve modern Balkan (özellikle Arnavut/luk) tarihi ile Türkiye Cumhuriyeti tarihi; Türkiye’de azınlıklar ve bu bağlamda sözlü tarih, kolektif bellek ve geçmişle yüzleşme. (İletişim için: [email protected])