Muhasebe, özeleştiri, tamirat

28 Mayıs’ın sonucu ne olursa olsun, toplumsal muhalefetin örgütlenmesi zaruri hale gelecek. Muhaliflerin böylesi bir belirsizlik tüneline girmeye pek hazırlıklı olmadığı, tabanlarını birbirine bu kadar kırılmış halde bırakamayacakları da çok açık.

15 Mayıs sabahından bu yana karşılaştığım tüm ebeveynler derin bir kaygı içinde “çocuklarımızı ne yapacağız” diyerek söze başlıyor. Bazıları kaygılarını çocuklarına hissettirmemeyi başaramadığını anlatıyor. İlkokul çocukları bile sınıflarında kutuplaşmış durumda. Bir çocuğun söylediğine göre, sınıflarında “Kılıçdaroğlucular mutsuz, Erdoğancılar mutlu”ymuş. Önceki hiçbir seçim sonrasında kaygı ve korkunun bu boyutuyla karşılaştığımızı hatırlamıyorum.

Bu halet-i ruhiyeyi, muhalefetin seçim öncesinde “gitmeliler” kararlılığı yerine, “gidiyorlar” söylemini tercih etmesinin yarattığı derin hayal kırıklığı ve Türkiye’nin geri dönüşü yılları alabilecek bir yola girmek üzere olduğuna dair hayat bilgisi besliyor. Ama tam da bu nedenle seçmenin 28 Mayıs’ta Kılıçdaroğlu’na kazandırmak için ciddi bir motivasyona sahip olduğu da söylenebilir.

KILIÇDAROĞLU KAYBEDERSE

Herkes farkında: 28 Mayıs’ta Erdoğan’ın kazanması halinde Türkiye’yi tarihinde eşine az rastlanır bir totaliter rejim bekliyor. Bu rejimin şimdikine benzemeyeceği, onu bile aratacağı, etkilerinin kısa değil, uzun vadeli olacağı anlaşılıyor. Bu haklı kaygıya göre, eğitimden gündelik hayata her alanda baskıcı dönüşüm kurumsallaştırılmaya başlanacak ve ezilenlere, iktidarın dayatmalarına direnenlere göz açtırılmayacak, muhalefetin üstünden de silindirle geçilecek. (Soylu: “Erdoğan 14 Mayıs'tan sonra gelecek, biz de sizin üzerinizde tepineceğiz”)

28 Mayıs’ta Kılıçdaroğlu kaybederse, belki bir sonraki seçimde Erdoğan aday olmayacak, ama onun yerini onu aratmayacak genç, milliyetçi, İslâmcı, faşizan aktörlerin alma ihtimali çok yüksek. Dolayısıyla, bugün çocuk olanlar, gençliklerini bizimkinden çok daha zor bir Türkiye’de geçirmek zorunda kalabilir. Üstelik de bugün görece açık “dünya kapıları” da orta vadede bu gençlere büyük ölçüde kapanmış olabilir.

ERDOĞAN'IN MİLLİYETÇİ MUHALİFLERİ BU LİMANDAN MEMNUN

Muhalefetin 14 Mayıs’taki parlamento seçimlerinde çoğunluğu elde edememesine rağmen, hâlâ “kazandık” veya “güzel günler yakındır” söylemini sürdürmesi kaygıları gidermek şöyle dursun, insanlar açısından inanmakta zorlandıkları bir “kurtuluş” vaadinden öte anlam ifade etmiyor.

O yüzden “gidiyorlar”, “zaten yönetemeyecekler”, “erken seçim yakındır” iyimserliğinin yerini “ya gitmezlerse” sorusu ve buna dair cevaplar almadan ikinci turda muvaffak olmak da, Kılıçdaroğlu’nun kaybetmesi halinde Kürtleri hariç tutarsak, toplumsal örgütlülüğü toparlamak da zor görünüyor.

Erdoğan’ın milliyetçi muhalifleri de Türkiye’nin getirilip demirlendiği bu limandan gayet memnun. Dolayısıyla, onlar için her iki seçenek de hayat-memat meselesi değil, olsa olsa makam-mevki meselesi olabilir. Cumhur İttifakı dışındaki milliyetçilerin de temel derdi bu liman değil, olsa olsa kaptanlık makamı.

BUNDAN SONRA...

Geriye kalıyor Kürtler ve tüm ezilen kimlikler, demokrat-seküler kesimler, eleştirel aklı işleten gençler, sosyalistler, bir zamanlar Gezi’de birleşmiş olanlar. Bu kesimler açısından mevcut rejimin devamı halinde nefes alınabilecek dayanışma zeminleri, taban örgütlenmeleri gerekecek.

En güçlü olduğu dönemlerden başlayıp gücünü yitirdiği bugüne dek bütün kapasitesini kullandığı halde Kürtlerin örgütlü itirazlarını ortadan kaldıramayan iktidar, bu saatten sonra anti-Kürt siyasetinde muvaffak olamaz. Çünkü Kürt sorunu var ve Kürtler ülkelerinde yaşayabilmek için direnmek dışında bir seçeneğe sahip değiller.

Fakat bu hakikat Kürt siyasetine bir rehavet alanı sağlamayacak. Nitekim Kürtlerin Yeşil Sol Parti’ye verdiği mesaj, kendileri açısından daha etkin bir siyasetin mecburiyetine işaret ediyor.

Aynı şekilde kadınlar, gençler, LGBTİ’ler, işçiler, sosyalistler de direnmek zorunda kalacak. Ama bu hakikat de sendikalara, sol-sosyalist örgütlere vs, bir rehavet fırsatı tanımayacak.

Cumhur İttifakı’nın elde ettiği 14 Mayıs sonuçlarından çıkarılacak her ders, bu kesimleri uzun vadeli bir toplumsal-siyasal dayanışma, örgütlenme ağının zaruretine götürür. Otoriter, sağcı, dışlayıcı milliyetçi dalga ne kadar yüksek olursa olsun, toplumun yarısını oluşturan kesimlerin çocuklarını gelecek bu dalgaya karşı muhafaza edebilecek direnç mekanizmalarının başında bu ağlar geliyor çünkü.

28 Mayıs’ta Kılıçdaroğlu’nun seçimi kazanması halinde bile bu zaruret ortadan kalkmayacak, aksine Kılıçdaroğlu’nu daha şimdiden kuşatmaya başlayan faşizan milliyetçi odaklar, gemiyi aynı limanda tutmak için olağanüstü direnç gösterecek. Bu direncin karşısında CHP’nin bir bütün olarak duracağını da düşünmemek gerekiyor. Zira, orada da bazı hizipler Türkiye’yi demokrasiye götürmenin bedeliyle aynı limanda tutmanın getirisi arasında net bir tercihte bulunmayabilir.

ELEŞTİRİ-ÖZELEŞTİRİ

CHP ve Millet İttifakı’na dair muhasebeyi başka bir yazıda ele alacağım, ama bu yazının okuyucularının en çok merak ettiğini düşündüğüm konuya gelmek istiyorum. 17 Mayıs günü, Can TV’de katıldığım bir programda CHP’den başlayıp TİP’e, HDP’den Yeşil Sol Parti’ye, Kürt hareketinden Türkiye sosyalist hareketine kadar sol muhalefete yönelik eleştirilerde bulundum.

Zaten seçim sonuçları netleşip de muhalefetin parlamento çoğunluğunu elde edemeyeceği anlaşıldıktan hemen sonra, 15 Mayıs sabahı, Twitter’da tüm muhalefeti kastederek yazdığım gibi, “Size eleştiriler acımasız olacak; hiç öyle ‘incindim’ demeyin. Çünkü siz de daha dün kurduğunuz stratejilere ‘yahu nasıl yaparsınız, bu büyük hata’ dediklerinde seslerini duymadınız, duymak istemediniz…”

Eleştirilerin acımasızlığı yazının girişinde aktardığım izlenimlerin verdiği acıdan geliyor, husumetten değil. Fakat özellikle Türkiye İşçi Partisi’nin bazı üye ve yöneticileri, milletvekili adayları bu “acımasız” eleştirilerin partileriyle ilgili kısmına sindirilmesi zor tepkiler gösterdi. Diğer sosyal medya tepkileri de ancak bilenmişliğe dair birer veri seti olabilir.

Zira aynı çatı altındaki iki siyasi parti yönetimlerinin önlemeyi başaramadığı seçim öncesi ayrışma, partilerin tabanlarında da ciddi bir öfke biriktirmişe benziyor. “Taraflar” birbirlerine seslerini duyuramadıkça, biriken öfke hazin bir düşmanlık söylemine dönüşüyor.

Seçimden bir buçuk ay önce “TİP’in tercihleri ve açmazları” başlıklı yazıda şu vurguyu yapmıştım: “AKP’nin iktidarı kaybetmemesi durumunda, bugün TİP ve HDP arasında yaşanan gerilim çok daha büyük yarılmalarla, hesaplaşmalarla, ayrışmalarla sonuçlanabilir.”

Maalesef sonuç da böyle oldu. Parti yönetimlerinin verdiği kararlar üzerinden başlayan ve bizim de (gazeteciler, yorumcular, sosyal medya kullanıcıları, ittifak bileşenleri üyeleri, sempatizanları vs,) dâhil olduğumuz tartışmalar karşılıklı suçlamaya, sertleşmeye, giderek restleşmeye dönüştü.

Can TV’deki program üzerine mesaj atan arkadaşım Barış Atay, “abi hayırdır ya, biz düşman falan mıyız?” diye sordu. Bunun üzerine söz konusu programı tekrar izlediğimde, üslubumun fikirlerimin önüne geçmesinden ben de rahatsız oldum. Emek ve Özgürlük İttiifakı’nın ayrı-ortak liste tartışmalarıyla başlattığı ayrışmanın yaratacağı sonucu öngörmüş biri olarak değerlendirmelerimi daha soğukkanlı bir biçimde yapabilmeliydim.

Fakat sosyal medyada yükselen saldırgan dil, hatta tehditler, buna dair bir özeleştiri yapma imkânını bu yazıya kadar erteletti. Bu süreçten kendi payıma çıkaracağım çok dersler var. Öte yandan tek tek bireylerin deneyimlerinden ders çıkarması onları veya dar çevrelerini bağlayacakken, siyasetçilerin hatalarından çıkaracağı dersler herkesi bağlar. O nedenle önemli olan Emek ve Özgürlük İttifakı’nın çıkaracağı dersler.

KİŞİLİK BÖLÜNMESİ

Can TV’deki program üzerine gelen tepkilerden biri gelinen nokta açısından özellikle dikkat çekiciydi. Sonradan telefonda uzun uzadıya konuştuğum, kendisinin ve TİP yöneticilerinin de teyit ettiği üzere, parti üyesi olan, ismini mahfuz tutacağım 30’lu yaşlarda, yüksek tahsilli genç, beni öldürmekle tehdit eden bir tweet attı. (Mesaj çok vahim olduğu için buradan paylaşmıyorum).

Özür dileyerek söz konusu tweetini silen bu genç, telefon görüşmemizde, uzun süredir TİP’te mücadele yürüttüğünü, önceki seçimlerde HDP için de çalıştığını söyledi. Kendisine, bana tehdit mesajı atmadan hemen önce sokakta karşılaşsak fiziki bir saldırıda bulunup bulunmayacağını sorduğumda, neredeyse şaşkınlıkla, “Nasıl yaparım öyle bir şey” dedi ve ekledi: “Abi hepimiz kişilik bölünmesi gibi bir şey yaşıyoruz. Sokakta selamlaştığımız insanla, akşam Twitter’dan birbirimize saldırıyoruz… Daha dün seçimlerde Yeşil Sol Parti’den arkadaşla aynı sandığı beraber koruduk. Biz aynı mahallenin çocuklarıyız, ama sosyal medyada öyle ithamlarla karşı karşıya kalıyoruz ki, insan kendisini tutamıyor…”

Belki şimdilik sadece sosyal medyada yürüyor bu gerilim ama tamir edilmezse, mücadele sahalarına da sirayet etme riski barındırıyor.

Bahse konu genç son derece üzgündü ve az önce beni ölümle tehdit eden bu arkadaşla kısa süre içinde dertleşirken buldum kendimi. (Bu arada, TİP’ten bir yetkili arayıp üyeleri adına özür diledi, ki bence gerek bile yoktu, gerekeni yapacaklarını söyledi ve benim için konu kapandı.)

BELİRSİZLİK TÜNELİNE GİRERKEN...

Her durumda ortak-ayrı liste üzerinden başlayan tartışmada kullanılan karşılıklı suçlayıcı dilin insanlarda yarattığı ruh halini göstermesi açısından ayrıca önemli bir hadiseydi bu.

Aynı mahallede oturan, bir felâket karşısında birbirlerinin imdadına koşacak bu iki tabanı birbirine bu kadar öfkelendiren sorun, aynı çatı altında olup bu hasımlaşmaya mani olacak formüller bulamamış partiler açısından da önemli uyarılar içeriyor.

Yazının başında vurguladığım üzere 28 Mayıs’ta Kılıçdaroğlu’nun kaybetmesi halinde ezilenlerin ister beraber, ister ayrı ayrı, ciddi direnç zeminlerine ihtiyacı olacak. Kılıçdaroğlu kazansa bile, ciddi bir faşizan kuşatmaya alınmak istenecek. Bunun startı da çoktan verildi. O yüzden 28 Mayıs’ın sonucu ne olursa olsun, toplumsal muhalefetin örgütlenmesi zaruri hale gelecek.

Fakat muhaliflerin böylesi bir belirsizlik tüneline girmeye pek hazırlıklı olmadığı, tabanlarını birbirine bu kadar kırılmış halde bırakamayacakları da çok açık. Bu açıdan şeffaf, demokratik bir muhasebe, özeleştiri ve tamirata ihtiyaç var.

Emek ve Özgürlük İttifakı’nın geç de olsa bu soruna el atması ve çeşitli etkinliklerle iki tabanı buluşturup fırtınalı günlerde birbirlerine tutunmasını sağlaması için 28 Mayıs’ı beklemek de gerekmiyor. Aksine, 28 Mayıs süreci bu buluşmanın vesilesi yapılabilirse, hem yaşanan gerilimin yaratacağı tahribat minimize edilebilir, hem de Kılıçdaroğlu lehine 14 Mayıs öncesinden çok daha etkili bir rüzgâr estirilebilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
İrfan Aktan Arşivi