Mülksüzlerin mülksüzleştirilmesi?!..

Sosyalizm”, “kolektifleştirme” ve “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi” adına, bazı durumlarda neredeyse tencere tavasına, altındaki yatağına kadar köylülerin malına mülküne el koymuştu?

Biz ’68 gençliği, işçileri olduğu kadar köylüleri de çok severdik. Bir devrim romantizmimiz vardı ve bu romantizmde işçiler kadar köylüler de büyük yer tutuyordu. Gençlerin köylere gidip sol propaganda yapmaya başlamaları, bu gençler henüz Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesi ya da sempatizanıyken, ta 1965’e, hatta daha öncesine uzanır. Rusya’da devrimi işçiler ve köylüler yapmamış mıydı, burada da böyle olacaktı!

Misafirliğe gidildiğinde ayakkabı çıkartmayı “köylü âdeti” diye küçümseyen; kendisi de Balkan göçmeni bir aileden gelen bir kadın arkadaşın, “Rumelili kibri varmış onda” diye tanımladığı annem, benim köylü romantizmime tanık oldukça, “sana ne köylülerden? Sen köylü müsün?” diye sordukça içimden güler, “anlatsam anlamaz ki” diye düşünürdüm.

1968 yılının Şubat başlarında DTCF Fikir Kulübü’nden arkadaşım Ali Orhan Yücelalp’le birlikte, Ankara’nın Haymana köylerine, yanımızda bir çuval TİP bildirisiyle TİP propagandası yapmaya çıkmıştık. Haymana’yı tercih etmemizin en önemli nedeni, Ali Orhan’ın bu kasabanın köylerinde daha önce öğretmenlik yapmış ve yöreyi iyi tanıyor olmasıydı.

Bir köyün yakınlarından geçerken, Ali Orhan, “bu damları kırmızı kiremitli evler bana buranın Bulgar göçmenlerinin köyü olduğunu söylüyor” demişti, “dikkatli olalım. İhbar edebilirler…” (Haymana’nın köy evlerinin çoğu, damı lov ile düzlenen, çatıları kiremitsiz evlerdi).

Buna rağmen, fütursuz cesaretimizle köye girip köy kahvesinde oturduk. Kâğıt oyununu bırakmayan köylülerin bize uzak uzak baktığını fark etmiştik ama bozuntuya vermedik. Sonunda köylülerden biri bize seslendi: “Hayrola gençler, nereye böyle?” Ali Orhan, hiç tereddüt etmeden TİP’den geldiğimizi ve köylerde sosyalizmi anlattığımızı söyledi. Kısa bir sessizliğin ardından, köylülerden biri aynen şöyle dedi, bugün gibi kulaklarımdadır: “Biz sosyalizmi gördük. Sosyalistler, insanın tavuğunu bile alır elinden.”

Sonrasını anlatmayayım, çünkü bu yazının konusuyla doğrudan ilgili değil. (Devamı için bkz: Yarılma, s. 258-260)

Köylünün söylediğinin doğru olduğunu, 1980’li yılların başlarında, yoğun bir okumayla “sosyalizmin soruları”nı araştırmaya başladığımda anlayacaktım. Nasıl olmuştu da bayrağında işçileri temsilen “çekiç”in, köylüleri temsilen “orak”ın bulunduğu “sosyalizm”, “kolektifleştirme” ve “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi” adına, bazı durumlarda neredeyse tencere tavasına, altındaki yatağına kadar köylülerin malına mülküne el koymuştu?

RSDİP’nin (Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi) programı, daha başından köylülere uzak bir programdı. RSDİP, toprakların kamulaştırılmasını öngörüyordu. Rusya topraklarında yaşayan köylülerin toprak ve “kara paylaşım” talebine yanıt veren parti, bir köylü partisi olarak da görülebilecek olan SR’lerdi (Sosyalist Devrim Partisi). Bu yüzdendir ki, RSDİP içindeki Bolşevik ve Menşevik hizipler daha çok şehirlerde işçilerin desteğini alırken, SR’ler köylülerin desteğini alıyordu.

Ne var ki, 1917 Şubat Devrimi’nden sonraki büyük toplumsal altüst oluş ortamında, iktidarı almaya yönelen Bolşeviklerin lideri Lenin, toprak programında büyük bir değişiklik yaptı ve Ekim’e giden günlerde SR’lerin programını benimsedi. Eğer Bolşevikler iktidara gelirlerse, askerlerin ve işçilerin taleplerini gerçekleştirdikleri gibi, köylülerin “kara paylaşım” talebini de gerçekleştirecek ve büyük toprak sahiplerinin topraklarını köylülere paylaştıracaktı (köylüler bunu zaten fiilen gerçekleştirmeye başlamıştı). Bu program değişikliği, Bolşeviklere büyük bir köylü desteği sağladı.

Gel gör ki, Bolşeviklerin iktidara gelmelerinden bir yıl sonra (1918 sonlarında), artık SBKP adını alan Bolşevik Partisi bir yıl önce benimsediği köylü politikasının tam zıddı bir yol izlemeye başladı. Köylülere dağıttığı toprakları yeniden kamulaştırmaya ve bu topraklar üzerinde “kolektif devlet çiftlikleri” kurmaya girişti. Bununla da yetinmedi, İç Savaşı bahane ederek, küçük toprakları üzerinde üretim yapmaya çalışan köylülerin ürünlerine zoralımda bulundu (“Savaş Komünizmi”). Bu politika, köylülerle SBKP’yi karşı karşıya getirdi. Köylerde üretim hızla düştü ve açlık baş gösterdi. Bir yıl önceki politikayla bir yıl sonra izlenen politikanın zıtlığına akıl erdiremeyen köylüler, duygularını, “biz Bolşevikleri destekliyoruz, komünistler ise düşmanımızdır” diye ifade etmeye başladılar. SBKP’nin zoralım politikası, Tampov bölgesi başta olmak üzere köylük bölgelerde büyük direnişlere yol açtı. Hepsi şiddet yoluyla bastırıldı.

1921 yılındaki 10. Kongre’de ilan edilen NEP dönemiyle birlikte, “Sosyalist devlet”le köylüler arasında beş-altı yıl süren bir ateşkes dönemi yaşandı. Zoralımlar büyük ölçüde durdu. Köylüler ellerinde kalan topraklarda yeniden üretime döndüler.

Fakat bu dönemin ardından, 1929-30 yıllarında daha şiddetli bir kolektivizasyon politikası başlatıldı SBKP tarafından. “Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi” Marksist şiarını benimseyen SBKP, “zengin köylüleri” (“kulakları) mülksüzleştirme adına, zaten önemli ölçüde mülksüzleştirilmiş orta-küçük köylüleri topraklarından çıkardığı, zorla kolektif çiftliklere (açıkça belirtilmese de aslında devlet çiftlikleriydi bunlar) kattığı gibi, bütün Rus köylü sınıfını (müjikleri) sürüp çalışma kamplarında bedava işgücü olarak kullandı yıllar boyu. Böylece, zaten yarı yarıya mülksüz hale gelmiş müjik sınıfı tamamen mülksüzleştirilmiş, Zek (köle işçi) durumuna düşürülmüştü.

1920’lerin başında Sovyetler Birliği hükümeti Ukrayna’da, 1930’ların başında da, Sovyetler Birliği’nin güdümündeki Negrin hükümeti İspanya’da, köylülerin gerçek kolektifleştirme çabalarının önüne dikilmişti. Ukrayna’da, 1919-20 yıllarında, Mahno anarşistlerinin önayak olduğu gerçek köylü kolektifleri, SBKP tarafından nasıl zorla yıkılmışsa, 1930’lar İspanya’sında Komintern, Mahnovistler örneğini tekrarlayan anarşistlerin ve muhalif komünistlerin örgütü POUM’un önayak olduğu, köylü kitlelerinin gerçek kolektifleşme çabalarının en büyük düşmanı olmuş, köylü girişiminin ürünü olan bu kolektifler, Stalinistlerin ve onlarla işbirliği halindeki Cumhuriyetçi Negrin Hükümeti’nin silahlı güçlerince zorla dağıtılmış ve köylülerin el koyduğu topraklar büyük toprak sahiplerine geri verilmiştir.

1932 yılında, Ukrayna’da zorla kolektifleştirmeye direnen köylülerin üretim yapmayı bırakması üzerine, daha sonradan holodomor adı verilen ve 6 milyon köylünün ölümüne yol açan büyük açlık felaketi yaşandı. Köylüleri zorla başka bölgelere süren Sovyet hükümeti, bu sefer açlıktan kaçıp şehirlere sığınmaya çalışan köylülerin göçünü engellemek için bölgeyi askerî ablukaya aldı.

II. Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra kurulan “halk demokrasileri” döneminde köylülerin mülksüzleştirilmesi, “sosyalizmin” amentüsü haline geldi. Artık Marx’ın “devletin sönüşe gitmesi” öngörüsü devasa devlet organlarının ötesinde, ufukta bile görünmez olmuştu. Doğu Avrupa’da iktidarı ele geçiren Moskova’ya bağlı KP’lerin yaptığı ilk değilse de ikinci iş, kolektivizasyona giderek köylülerin mülklerine el koymak oldu. Patron devlet, siyasi alanda olduğu gibi, ekonomik alanda da tekelciydi, rakip tanımıyordu.

Macaristan’da ise, KP iktidarı kısa bir süre de olsa tersine bir çizgi izlemiş ve faşistler yenildikten sonra köylülere gerçekten toprak dağıtmıştır. Bu politikanın mimarı, Tarım Bakanı İmre Nagy’di. Fakat kısa süre sonra İmre Nagy kızağa çekildi ve Rakosi iktidarı bilinen köylü düşmanı uygulamalara ve “mülksüzleştirme” politikasına girişti. 1956 yılındaki Macar ayaklanması sırasında, Kruşçev, isyanı yatıştırır umuduyla, köylü politikası nedeniyle halkın sevdiği İmre Nagy’i yeniden iktidara getirmiş, fakat İmre Nagy ayaklanmayı yatıştırmaya çalışmak yerine başına geçtiği için ayaklanmanın Sovyet tankları tarafından bastırılmasından sonra idam edilmiştir.

(Burada sadece Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerindeki kolektifleştirmeler üzerinde durdum. Çin, Küba, Kuzey Kore, Vietnam, Kamboçya deneylerine girersem yazının boyutlarını bir hayli aşmış olurum.)

Gerçek, meseleyi izah etmekten çok, daha da karmaşıklaştıran güdümlü teorisyenler tarafından değil de, gördüklerini ve yaşadıklarını olağanüstü bir sadelikle anlatıveren (“insanın tavuğunu bile alırlar elinden”) bir köylünün ağzından ifade edilir genellikle. Bulgar göçmeni bir köylüden, 1968 yılında, bir kahvede duyduğumuz basit bir sözün, yüzyılımızın önemli bir gerçeğini özetlediğini o zaman nereden bilecektik…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi