Doğan Özgüden
Müzelik kapitalizmin müzesi!
Belçika şu sırada bir yandan mevsim normallerinin üzerindeki yaz sıcağıyla buram buram terlerken, yerlisi, yabancısı, uluslararası medyasıyla tüm gözler Avrupa başkenti Brüksel’in merkezindeki birkaç kilometre karelik stratejik alana çevrilmiş durumda…
Bu alanda neler yok ki… Her şeyden önce Avrupa Birliği üyesi ülkelerin yarım milyarı aşan nüfusunun yazgısını belirleme kudretindeki Avrupa Parlamentosu, Avrupa Komisyonu ve Avrupa Konseyi’nin sarayları…
28 üye ülkenin devlet ve hükümet başkanları 30 Haziran Pazar günü burada bir araya gelerek, önümüzdeki dört yılda bu kurumlara başkanlık edecek kişileri belirlemek için pazarlığa oturdular… Özellikle AB’nin doğu ülkelerine doğru gelişmesinden ve birçok üye ülkede birlik aleyhtarı ya da aşırı sağ eğilimlerin güç kazanmasından sonra yeni yöneticilerin belirlenmesinin son derece zor olacağı zaten tahmin ediliyordu. Ama pazarlıklar tahminlerden de uzun sürdü, belli isimler üzerinde ancak üçüncü gün bir anlaşmaya varılabildi.
AB Komisyonu başkanlığına halen Almanya Savunma Bakanı olan Ursula von der Leyen atanırken, Avrupa Merkez Bankası’nın başına da Fransa’dan Christine Lagarde getirildi. Bu seçim, Avrupa Birliği’nde Alman-Fransız hakimiyetinin pekiştirildiğini gösteriyordu.
AB’nin devlet başkanları düzeyindeki karar organı olan Avrupa Konseyi’nin başına halen Belçika başbakanı olan Charles Michel’in getirilmesi ise büyük sürpriz oldu. Yıllardır Flaman milliyetçileriyle kurduğu bir azınlık hükümetinin başında adamakıllı yıpranmış olan ve son seçimlerde başkanı olduğu liberal parti MR’in ağır oy kaybına uğramasından sorumlu tutulan Michel’in siyasal kariyerinin bittiği varsayılırken sürpriz bir kararla AB Konseyi’nin başına getirilmesi özellikle mevcut azınlık hükümetine muhalif partilerde tam bir şok etkisi yaratmış bulunuyor.
Ancak bu şokun medyada ve kamuoyunda yansımaları tam hissedilmeden, Brüksel merkezindeki birkaç kilometre karelik stratejik alan yeni bir sansasyonel olayla sarsılıyor: Hazırlıkları aylardır yapılan ve cumartesi günü Brüksel’den başlayacak olan ünlü Fransa bisiklet turu…
Tıpkı Hollanda ve diğer kuzey ülkeleri gibi bisiklet yarışlarının milli spor olduğu Belçika’da pedallar bir kez dönmeye başladı mı akan sular duruyor.
Hele 1958, 1975, 2004 ve 2012’den sonra büyük turun bu yıl beşinci kez Brüksel’den başlıyor olması ve de bunun efsane bisiklet yarışçısı Eddy Merckx’in ilk Fransa turu zaferinin 50. yıldönümüne denk gelmesi her türlü siyasal, sosyal ve kültürel kaygıları unutturmuş durumda.
Şu satırları yazdığım sırada Brüksel kent merkezi on binlerce kişinin katılması beklenen müstesna tanıtım etkinliklerine hazırlanıyor. Kent, meydanları, caddeleri, sokakları, tarihi yapıları, süper marketleriyle sarı mayo yarışmasını kutlamak üzere tamamen sarıya kesmiş…
Tüm belediyeler özellikle çocuklar için bisiklet konulu akla hayale gelmedik etkinlikler düzenlemiş… Yaşamakta olduğumuz Schaerbeek belediyesinde, karşımızdaki yeşil alanın tam ortasına sabahın köründe alamet bir kule vinci oturtulmuş, dairevi bir platforma eşit aralarla asılmış dört bisiklet her birine bir çocuk bindirilerek 30-40 metre yukarıya çekiliyor, çocuklar çığlıklar atarak gökyüzünde pedal çeviriyor… Tabii çoğu da Türk ya da Faslı göçmen bebeleri… Uzayın fethine herhalde böyle hazırlanıyorlar….
Her şey iyi hoş da, tüm bu şenlik Brüksel anakent belediyesine şimdiden nerdeyse 10 milyon Euro’ya mal olmuş durumda. Üc gün süreyle başkent trafiğinin allak bullak olması, tüm güvenlik güçlerinin tam da tatil döneminde bu iş için seferber edilmesi de cabası.
Dünyanın en büyük üç sportif olayından biri olan Fransa Turu’nun bu yılki 106’ncı versiyonuna çeşitli ülkelerden katılan 176 usta bisikletçinin çılgın yarışı asıl 6 Temmuz cumartesi başlıyor. İlk gün Belçika toprağında tam 192 kilometre pedal çevrilecek, daha insaflı programlanan ertesi pazar günü Brüksel’de sadece 27 kilometre ile yetindikten sonra yarışçılar pazartesiden itibaren Fransa topraklarında dağ tepe demeden günde ortalama 200 kilometre pedal çevirerek 28 Temmuz’da Paris’e varacaklar.
Bisikletçiler Brüksel’i terk ettikten sonra dikkatler yeniden bir türlü sonuçlanamayan hükümet pazarlıklarına yoğunlaşacak.
Kolay değil, federal bir devlet alan Belçika’da her yasama seçiminden sonra bir değil, iki değil, tam sekiz ayrı hükümet kurulması gerekir:
- En başta Flaman ve Frankofon toplulukların dengeli şekilde temsil edileceği bir federal hükümet,
- Onun yanısıra Flaman, Valon ve Alman bölgelerinde birer bölgesel hükümet,
- Brüksel’de Frankofonlarla Flamanların birlikte oluşturacakları bir bölge hükümeti,
- Buna paralel olarak Brüksel’in bu iki topluluğunun kendi iç sorunları için oluşturacakları birer alt hükümet,
- Ve de Brüksel’deki Frankofonlarla Valon bölgesinin birlikte oluşturduğu federasyonun kendi hükümeti.
Seçimin üzerinden bir ayı aşkın zaman geçtiği halde hâlâ hiçbir birimde hükümet kurulabilmiş değil… Federal hükümetin nasıl kurulabileceğini araştırmak üzere Kral’ın görevlendirdiği biri liberal diğeri sosyalist iki siyasetçi nabız yoklamalarına devam etmekte… Henüz bir sonuç alamadıkları için de Kral son kabulünde kendilerine Temmuz ayı sonuna kadar yeni bir mühlet tanımış durumda…
Seçimlerden sonraki bir yazımda "Korkunun ecele faydası yok… Hem federal parlamentoya, hem de bölge meclisleriyle Avrupa Parlamentosu’na girecek milletvekillerini belirlemek üzere 26 Mayıs günü yapılan seçimlerin sonucu Belçika’da federal devlet yapısının sonunu oldukça yakınlaştırdı" demiştim.
Federal Meclis’te düne kadar iktidar nimetlerini paylaşmış olan tüm partiler büyük oy kayıplarına uğrarken yeşillerin Ecolo/Groen’u 21, Flaman aşırı sağının VB’si 18, radikal sol PTB/PVDA 12 milletvekiliyle ülkenin kaderinde söz sahibi olmuşlardı.
Bölge meclislerinde denge değişimi daha da büyük boyutlardaydı.
İlk ortaklık pazarlıklarından sızan bilgilere göre Valon bölgesinde PTB/PVDA’yı olduğu gibi liberal MR’i de dışlayarak sivil toplum örgütlerinin hariçten katkısıyla bir azınlık hükümeti kurmaya çalışan Sosyalist Parti ve Ecolo tam bir açmazda…
Özellikle yukarıda bahsettiğimiz gibi AB Konseyi başkanlığına seçilmekle yıldızı yeniden parlayan başbakan Charles Michel’in liderliğindeki liberal MR’in Valon bölgesinde halen açmazda bulunan sosyalistleri ve yeşilleri eninde sonunda kendisinin de ortak olacağı bir hükümet kurmaya mecbur etmesi pek de ihtimal dışı değil…
Büyük sorun Flaman bölgesinde… Bölgenin en güçlü partisi olan milliyetçi NVA, gerektiğinde aşırı sağcı VB’yi de yedeğine alarak Belçika’yı konfederalizme zorlayacak bir bölge hükümeti oluşturabilir. Buna sıcak bakmayacak bir federal hükümetin kurulmasını da ilanihaye engelleyebilir.
Fransa turunun yarattığı karmaşa bittikten sonra Brüksel’in o meşhur birkaç kilometre karelik stratejik alanı yeniden bu hükümet pazarlıklarına sahne olacak.
Tüm bu açmazın derininde büyük ölçüde Valon-Flaman çelişkisi yatıyorsa da, en az onun kadar belirleyici olan bir başka neden, Belçika’yı döl yatağında suni ilkahla yaratıp onu Afrika’da kolonyalizme kalkışacak kadar azdıran kapitalizmin günümüzdeki iflah olmaz krizi...
Bugüne kadar Belçika’da kapitalist sisteme hristiyan, liberal ya da milliyetçi partiler kadar sosyalist etiketli partiler de "yönetimci sosyalizm" aldatmacası altında sonuna dek hizmet verdiler.
ABD’nin başını çektiği kapitalist sisteme hizmet için İkinci Dünya Savaşı sonrasında ard arda yaratılan NATO’nun da, eski adı AET olan Avrupa Birliği’nin de kuruluşunda Sosyalist Parti liderleri baş rol oynayanlardandır.
Son seçimden güçlenerek çıkan radikal sol PTB Valonya ve Brüksel bölgelerinde koalisyona katılmak için Belçika’nın mutlaka bu kurumların dayattığı politikaları reddetmesini şart koşmuş, ama Sosyalist Parti bu devrimci öneriyi elinin tersiyle iterek yıllanmış teslimiyet politikalarının uygulanmasında kendisine destek olacak ortaklar aramayı tercih etmiştir.
Kolonyalizm ve kapitalizm… Belçika Devleti’nin iki asırlık tarihine kara damga vurmuş iki sistem…
Artık zorunlu olarak kapanmış bulunan kolonyalizm döneminde Afrika’nın, özellikle de Kongo’nun nasıl sömürüldüğü, plantasyonlarda, madenlerde boğaz tokluğuna çalıştırılan siyahlara ellerini kesmeye kadar varan ne tür işkenceler uygulandığı artık inkar edilemez biçimde belgelenmiş bulunuyor. Tervüren’de restorasyonu yeni biterek halka açılan Afrika Müzesi aslında bir kolonyalizm, bir sömürgecilik müzesi…
Kapitalist sistemi ayakta tutabilmek için Sosyalist Parti lideri Elio di Rupo’nun orkestra şefliğinde partiler arası pazarlıklar sürüp giderken, 2 Temmuz tarihli gazetelerde bir başka müze haberi dikkati çekiyor.
Evet, Belçika kapitalizminin mabedi olan kent merkezindeki Borsa binasında 15 Ağustos ile 13 Eylül tarihleri arasında, Kapitalizm Müzesi adı altında bir geçici müze açılacak… Daha önce Namur, Gent ve Arlon kentlerinde belli sürelerle açılmış ve 20 bin’i aşkın vatandaş tarafından ziyaret edilmiş bulunan Kapitalizm Müzesi’nde Berlin’in ünlü Museum das Kapitalismus’u da misafir olarak yer alacak.
Ziyaret edip görmeden bir şey demek zor? Kapitalizm Müzesi, kapitalist sistemin "erdem"lerini ortaya koymakla yetinen bir müze mi olacak, yoksa kapitalizmin, özellikle emperyalizm aşamasında işlediği insanlık suçlarını, başta işçi sınıfı olmak üzere tüm emekçi sınıf ve tabakalara çektirdiklerini de dobra dobra ortaya koyan bir sergi mi olacak?
Hiç unutmam, 50’li yıllarda İzmir’de iktisat öğrenimi yaparken iktisadi doktrinler tarihi derslerinde bize Adam Smith’e, Ricardo’ya kadar olanlar anlatılır, Marx’ın, Engels’in adı dahi geçmez, kapitalist sisteme övgüler düzülürdü.
Kafa tuttuğumuz hocalarımız özde bize hak verir, ama Komünist Parti tutuklamalarının ve yargılamalarının sürüp gittiği o ortamda kendilerine dayatılan programın dışına çıkamayacaklarını münasip bir dille anlatmaya çalışırlardı.
Okuldaki bu beyin yıkamasına isyanımızdır ki, daha o yaşlarda birkaç arkadaşla birlikte kapitalist sınıfa karşı saf tutmamızı tetiklemişti.
Bakalım dünya kapitalizmin en önemli başkentlerinden birinde açılacak olan bu Kapitalizm Müzesi neyi nereye kadar anlatacak, kapitalizm gerçeğini ne denli dürüst yansıtacak?
Açılır açılmaz ilk ziyaretçilerinden ikisi mutlaka İnci’yle birlikte biz olacağız…
İlgiyle bekliyoruz…