Ceren Gündoğan
Neşeli Bir Davet: Hu
Günler-geceler birbiri peşi sıra gelip geçerken, kendi rutinimizle "zamanın içinden geçip gidiyoruz". Olaylara verdiğimiz/vermediğimiz tepkiler, öfkeler, sevmeler, nefretler, itirazlar, kabullenişler… Hepsi doğduğumuz andan itibaren bizi şekillendiren yargıların izini taşımaktadır. Aynı zamanda bu, başka bir ülkede, başka bir kültürde doğmuş olsak oranın yargılarını doğru kabulleneceğimize işaret etmekte. Bununla birlikte her toplumun kendi iç ayrışmaları da vardır elbette.
Türkiye’deki gibi aynı ülkede, benzer kültürlerin içinde doğanların oluşturduğu toplumun bugün bu derece büyük bir ayrışmada olmasının önemli bir nedeni, Marksist kuramdan kabulle, altyapı ile üstyapının eşgüdümlü bir uyumunun olmayışındadır diyebiliriz. O, dillere pelesenk olmuş "kültür mozaiği" Türkiye’de, yedi bölge, dört mevsim, her biri birbirinden özgün kültürel yapının zenginliğinin üstyapıda olmadığını, üstyapının altyapıyı temsil etmek bir yana, altyapı unsurlarını kışkırtmak yoluyla tek tipçi bir yönetimin aracı yokuş aşağı tam gaz sürdüğünü görüyoruz.
OJİ Tiyatro yapımı, bir saat süren Hu’yu Boa Sahne’deki sezon sonu oyununda izledim. Hu’yu, Ceyla Odman yazmış, Taner Tunçay hem dekorunu tasarlamış hem yönetmiş. Işık tasarımı da Tayfun Karataş’a ait.
Ölümden dönen, birbirinin tam zıddı bir adamla (Ercan Ertan) bir kadının (Ceyla Odman) "öte dünyada"ki bir süreliğine karşılaşmaları ile başlıyor oyun. Fanîlerin yazgısını elindeki camdan deftere not düştüğü hesaplamalarla belirleyen neşeli bir yaratıcı kadın (Merve Akın) ve onun öğretilerini araftaki fanîlere açıklayan 117 yaşında bir adam (Korhan Soydan). İlayda Pakgüç’ün kostüm tasarımı ile karakterlerin kimliği oldukça uyumlu.
Boğazında ip izi ile geldiği bu yerde babaannesini çok özlediğini söyleyen genç kadın, sevgisiz aile ortamını, nefret edildiğini düşündüğü ebeveynlerini suçlar.
Adam, eşinin sevgilisini vurmak isterken rakibi tarafından vurulur, bu olaydan dolayı eşini suçlar.
Bu iki karakter, sokakta birbiriyle çatışan modernist-muhafazakâr iki ayrı kutuptan insandır. Yazgıcı-yaratıcıların yardımıyla birbirlerine ayna olurlar. Dünyadan kopma, ondan olma bir parça insanın, sıfır noktasında olduğunu gösteren oyun, nefret gibi ağır dışavurumların muhatabının da aslında karşıdaki kimse(ler) değil, bizzat bu duyguyu yaşayan ve başkasına yansıtanlar olduğunu söylüyor. Küfrettiğin de sensin, sevdiğin de… Çocuklukta yaşanan acılara sığınıp mağdur olmayı seçmek de, bu acıları anlayıp yetişkinliğinde mağdurluk zırhına kuşanmamayı seçmek de kişinin kendi elinde.
İki zıt karakter, kendi içlerindeki kadın ve erkeği, iyi ve kötüyü kavradıktan sonra, yazgılarını sürdürmek üzere hayata döner ve döngüdeki gibi yedi yıl sonra bu sefer dünyada karşılaşırlar; "bir yerlerden tanıyorum seni" duygusuyla… Rastlantı denen simya, kendi karmaşasını çözmüş ve dönüşmüş iki insanı bu boyutta tekrar bir araya getirir. Güzelim bir kaotik ilerleyiş kendi uyumuna bu iki insanı da katarak sürer gider.
Oyunun finaline doğru 117 yaşındaki adamdan biraz uzayan, öğretici bir tirat duysak da, Hu’da tasavvuf bağlamında, "yaratıcı"nın yansıması, dünyayı ve onun canlılarla bağını anlamaya yönelik sahnelemesiyle ilgi çekici bir anlatım var. Toplumsal mücadeleyi bırakmadan, bireyin kendine yönelmesine bütünlüklü ve neşeli bir davet.
"Bir varmış, bir varmış. Yok olan sen, benmişim. Ölmek doğmak, doğmak ölmek demekmiş. Bu ne biçim işmiş. İlim irfan sepete atılıp, asıl idrak gerekmiş… Konuşan tek, görünen onun suretleriymiş. Göklerde aradığın aslında sendeymiş. Mesele kendini bilmekmiş. 7 basamak sonra bir de bakmışsın, en sevmediğini öpesin gelirmiş."