Doğan Özgüden
Nisan, Mayıs: Umut, kavga ve acı ayları…
Kemalist reformcuların sosyal yaşamda kadın-erkek beraberliğini teşvik etmek için kullandığı en önemli araçlardan biri olarak bilinir Muhlis Sabahattin'e atfedilen o ünlü şarkı:
Nisan, mayıs ayları
Gevşer gönül yayları
Çayır çimen bekliyor
Bayanlarla bayları
Türkiye ve dünyanın onu çevreleyen bölgesi öylesine acılı bir dönemden geçiyor ki, gönül yaylarının gevşemesi şöyle dursun, on yıllardır Nisan ve Mayıs, kavga ve acı ayları olarak yaşanıyor… İktidarların işçi sınıfı düşmanlığı nedeniyle emekçilerin umut vaad eden 1 Mayıs'larında bile…
Bu yıl, tüm dünyada ve de Türkiye'de gençliğin tarihsel 68 başkaldırısının 50. yıldönümündeyiz… Türkiye'de havuz medyası bu yıldönümünü ne denli ıskalarsa ıskalasın, dünya medyasında 68 üzerine uzun analizler, arşiv belgeleri, o günlerin hâlâ yaşayan ünlü simalarıyla röportajlar...
68 olaylarının başlangıcı olarak genelde o yılın Mayıs ayının başında Fransa'da öğrencilerin üniversiteleri işgal etmesi öne çıkartılsa da, başkaldırının ilk kıvılcımı 11 Nisan 1968'de "Kızıl Rudi" diye ünlenmiş olan Alman Sosyalist Öğrenciler Birliği (SDS) lideri Rudi Dutschke'nin Berlin'de faşist eğilimli bir öğrenci tarafından kurşunlanması üzerine Almanya'nın çeşitli kentlerinde başlayan protesto gösterileriydi.
Türkiye'nin tıpkı günümüzde olduğu gibi 2 Haziran 1968'de yeni bir seçime hazırlandığı günlerdi. Dikkatler daha çok içeriye dönüktü. Başta Demirel'in AP'si ve Türkeş'in MHP'si olmak üzere tüm sağ partiler kampanyalarını 1965 seçimlerinde milli bakiye sistemi sayesinde 15 milletvekili çıkartmış ve Türkiye'nin siyasal, sosyal ve kültürel gündemine damga vurmuş olan Türkiye İşçi Partisi'ni çökertme amaçlı yürütmekteydi.
İnönü-Ecevit ikilisinin başını çektiği CHP ise "Ortanın Solu" diye bir hilkat garibesi icad etmiş, sol eğilimli seçmenlerin oyunu çelmek için kampanya boyunca TİP'e saldırmaktaydı. İnönü, partisinin Kars Kongresi'ne gönderdiği mesajda, antiemperyalist tutumunu "tehlikeli" olarak nitelediği TİP'i CHP'nin en büyük rakibi ilan etmişti.
23 Nisan 1968 tarihinde "Asıl tehlike İnönü'nün ikiyüzlü politikasıdır" kapağıyla yayınladığımız Ant'ta Rudi'nin vurulmasını ve buna karşı protestoları "Almanya'nın krizi kapitalizmin krizidir" başlığı altında yansıttıktan sonra dönemin gençlik liderlerinin bu konudaki tepkilerini dile getiren uzun bir röportaja yer vermiştik.
Ant bürosu'nda saatlerce ülke sorunlarını tartıştığımız devrimci ögrenci liderlerinin gelişmeleri nasıl dikkatle izlediklerini, sırf modaya uymuş olmak için benzer eylem koymaktan nasıl kaçındıklarını çok iyi anımsıyorum. Çünkü hepsi zaten kavganın içinde, ön saflarındaydılar.
Rudi'nin vurulmasından haftalarca önce Deniz Gezmiş, Mehdi Başpınar, Rıfat Çaldırık, Raif Ertem, Bozkurt Nuhoğlu, Mustafa Lütfü Kıyıcı, Mustafa Gürkan AISEC (Uluslararası Ekonomi ve Ticaret Bilimleri Öğrencileri Birliği) toplantısında bakan protesto ettikleri için demir parmaklıklar arkasındaydılar. Adliye mahzenlerinde lastik hortumlarla dövülerek işkenceden geçirilmişlerdi.
İbrahim Kaypakkaya'yı anımsıyorum. Rudi'nin vurulmasından birkaç hafta önce, İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu'nda fikir kulübü kurdukları için arkadaşlarıyla birlikte okuldan atılmıştı. Ant'a gelmiş, daha örgütlü, daha sonuç alıcı mücadelelere hazırlandıklarını büyük bir coşkuyla anlatıyordu.
Rudi'nin vurulduğu duyulduktan sonra İstanbul Teknik Üniversitesi Öğrenci Birliği Başkanı Harun Karadeniz'e olayı nasıl karşıladığını, bunun Türkiye gençliği üzerindeki etkisinin ne olabileceğini sormuştuk.
"Gençlik liderleri toplumların sosyal, ekonomik yapısına göre farklı nitelikler taşır. Batı gençliği ve onun liderleri, az gelişmiş ülke gençlerine kıyasla, belirli bir refah içindedir. Bunların yurt ve dünya sorunlarıyla ilgilenmeleri kendi isteklerine bağlıdır," diyor ve ekliyordu: "Az gelişmiş ülkelerin gençliği ise, Batı gençliğinin aksine kendinin ve ülkesinin geleceğinden endişelidir. Bu gençlik için, yurt ve dünya sorunlarıyla ilgilenmek ve onları çözüme doğru götürmek kaçınılmaz bir zorunluluktur."
Mayıs ortalarında Paris'ten Abidin Dino'nun notları geliyordu: "Kızlar ateş gibi, oya işlercesine kaldırım taşlarını söküyorlar tıkır tıkır... Kapıcı karıları gençlerden yana, bence iktidar tehlikede!"
Türkiye henüz beklemedeydi... 2 Haziran'da yapılan kısmi senato ve milletvekili seçimlerinde Demirel'in AP'si yüzde 8,38, Ecevit'in CHP'si yüzde 1,21 oranında gerilerken TİP yüzde 2,84 fark yaparak oy oranını yüzde 5,25'e çıkarıyordu.
Ama TİP yönetiminin baştan beri gençliğe yeterince önem vermemesi, daha 1964'teki 1. Büyük Kongre'de gençlik kollarının Genel Yönetim Kurulu'nda temsiline olanak sağlayacak bir kararın ikinci bir oylamayla iptal edilmesi ve tüm parti çalışmalarının iyiden iyiye parlamenter çerçeveye hapsedilmesinden dolayı toplumsal mücadele dinamikleri artık parti dışına kaymaya başlamıştı. Görece oy artışı dahi bu yönelişi durdurmaya yeterli değildi.
2 Haziran seçimlerinden 9 gün sonraydı… 11 Haziran günü Ankara Dil, Tarih ve Coğrafya ve İstanbul Hukuk fakültelerinde arka arkaya boykot başlatıldı... Ünlü fotoğraf... Üniversiteli gençler sloganlar haykırarak İstanbul Üniversitesi rektörlük binasına doğru ilerliyor. Ön planda, hapisten yenilerde çıkan Deniz Gezmiş'i, Enver Nalbantoğlu'nu seçiyorum. O ana kadar devrim stratejisi konusunda farklı çizgideler… Ama yeni dinamikler artık Sosyalist Devrim'cilerle Milli Demokratik Devrim'cileri daha uzun ve engebeli bir mücadele yolunda bir araya getiriyor.
18 Haziran 1968 tarihli Ant'ın başyazında şunları yazmışım:
"Gençler ne istiyor? İstekleri, bugün bütün dünya gençliğinin ortaya attığı isteklerden farklı değil. Halkın parasıyla okuyan gençler olarak halka dönük bir öğrenim yapılmasını, yönetimde kendilerine söz ve oy hakkı verilmesini istemektedirler. Boykot hareketleriyle bu reformların gerçekleşmesi sağlanabilir mi? Buna ilk anda verilecek cevap olumsuzdur. Çünkü, üniversite sorunlarının çözümü büyük ölçüde Türkiye'de mevcut anayasa dışı düzenin değişmesine bağlıdır. Her şeyden önce bir siyasi iktidar, bir planlama konusudur. Devletin bütün kaynakları belli çıkar çevrelerini temsil edenlerin elinde bulundukça, Türkiye ekonomisi için halka dönük bir planlama yapılmadıkça, eğitim ile toplumsal ve ekonomik hayat arasında bir armoni sağlanmadıkça 'halka dönük' bir üniversite öğreniminin gerçekleştirilmesi mümkün değildir. O halde öğrenciler, ellerini kollarını bağlayıp, düzen değişinceye kadar bekleyecekler midir? Hayır... Gençlik hareketlerinin önemi de buradadır. Üniversitedeki boykotlar, halka dönük bir eğitimin bugünden yarına gerçekleştirilmesini sağlayamayacaktır ama, böyle bir eğitimin gerçekleşmesi için gerekli toplum düzeni değişikliğinde en önemli etkenlerden biri olacaktır."
68 isyanının eğitim boykotu aşaması 25 Haziran'da sona erdi. Günlerdir üniversite damlarında nöbet bekleyen Ragıp Zarakolu, boykotu şiirselleştiren o çok sevdiğim ve Ant'ta yayınladığım notlarında şöyle diyordu:
"Rektörün blöfü yenildi ve muhatap olarak alınma sağlamlaştı... Günlerdir bahçede çalan davul zurnanın uğultusu ve halay çekenlerin görüntüsü kafamda... Ve her sabah, bazen eşsiz olan güneşin doğuşları... Sabahın serinliği ve sessizliği... Sabah erkenden işlemeye başlayan tezgahlar... Emekçilerin uyanışı!"
Artık sendikacılarla gençlerin diyalogu yoğunlaşıyordu. Maden İş'ten Kemal Türkler ve Şinasi Kaya ile, Lastik İş'ten Rıza Kuas'la, daha birçok sendikacı dostlarla kah sendika lokalinde, kah Ant bürosu'nda, kah Kazancı Yokuşu'ndaki evimizde sabahlara kadar tartışıyorduk. Hepsi de aynı zamanda TİP yöneticisi… Ama işçi lideri olarak yeni gelişen dinamiklerin farkındaydılar, sorup tartışıyorlardı.
Öğrenci hareketi artık "Ordu-Gençlik elele"yi aşmaya yöneliyordu.
9 Temmuz 1968 tarihli Ant'ın kapağı:
"İşçi gençlik elele!"
Sarı sendikacılık oyunlarına karşı İstanbul'da Derby Lastik fabrikasını işgal ediyordu işçiler. İşgalin ikinci günü İstanbul Teknik Üniversitesi İşgal Konseyi oradaydı. Harun Karadeniz işçilere sesleniyordu:
"Bu halkın evlatları olan bizler, halka dönük düzeni kurana dek çalışacağız. Bugün burada sizin yanınızdayız. Gerektiğinde yine geleceğiz ve her hareketinizde sizinle beraber olacağız!"
Saflaşma giderek netleşiyordu.
İşçiler 15-16 Haziran 1970'de İstanbul'u üç koldan işgal ediyor, 68 öğrenci direnişi kitlesel işçi direnişine bağlanıyordu.
Ritim hızlanıyordu. Sıkıyönetim... OYAK'ta sermayeyle bütünleşen ordu artık işçiye ve gençliğe karşı net tavır koyuyordu. 12 Mart'ın kaldırım taşları döşeniyordu.
Harun'la sık sık beraberdik. Ant'ta yazıyor, sınıf temelinde etkin örgütlenme ve mücadele yöntemlerini birlikte geliştirmenin yollarını tartışıyordu.
Deniz Gezmiş'le birkaç kez daha, ama hep adliye koridorlarında karşılaşacaktık. Kavga arkadaşları teker teker katlediliyordu. İki polis arasında, "Beni de yaşatmayacaklar," diyordu. "Serbest kalırsam Ant'a geleceğim, konuşmak istediğim çok şey var."
Gözlerinde hüzün, dudaklarında buruk bir gülümseme, ama dimdik. Son görüşmemizdi. Ben bir ağır ceza mahkemesine yollanıyordum, o da bir başka ağır cezaya...
Bir zaman kesitinin değil, 68'de başlayan 50 yıllık trajik bir sürecin tanıklığı bu…
Aslında bu sürecin başı 68 de değil, daha gerilere, çok gerilere uzanıyor... Türkiye 68'inin, önce Almanya'da başlayıp sonra Fransa'ya, diğer Avrupa ülkelerine ve ABD'ye yayılan öteki 68'lerden farkı da galiba burada.
68 bir başkaldırıysa, köhnemişi reddedip yeniyi aramaksa, yeni insan yaratma aşkıyla tutuşup yanmaksa, bunun kıvılcımları daha gerilerde çakıyor.
Benim gibi sendikal, toplumsal mücadele saflarına 50'lerin başlarında katılmış olanlar için 68 tek başına bir başlangıç değil, hiç kuşkusuz, uzun bir kavga sürecinde önemli bir kilometre taşı.
12 Mart Darbesi'ni izleyen günleri anımsıyorum.
Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO)'yu kurup eyleme geçen Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan, Hüseyin İnan ve yoldaşları yakalandıktan sonra bu yiğit halk çocuklarına sadece sağdan değil "sol" geçinenlerden gelen saldırıları da anımsıyorum.
Ant Dergisi'nde THKO'nun bildirisini aynen yayınlayarak bu saldırıları eleştiriyoruz:
"THKO savaşçılarının giriştikleri eylemlerin, başlangıç noktası ve olayların gelişimi açısından eleştirilecek yanları vardır... Ancak sansayonel gazete haberleri ve polisin çıkarttığı söylentiler esas alınarak bu olayların eleştirisi yapılamaz. Mücadeleye baş koymuş, canlarını vermeyi göze almış devrimcilere eleştiri yöneltmek, masa başlarında ahkam kesenlerin değil, mücadelenin en keskin noktalarındaki devrimcilerin hakkıdır."
Emperyalizm ve militarizmin hizmetindeki Türkiye Büyük Millet Meclisi genç devrimcilerden intikam almakta gecikmiyor… 9 Ekim 1971'de 15 genç devrimcinin THKO davasında idama mahkum edilmesiyle başlayıp 6 Mayıs 1972'de Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan'ın idam edilmesiyle noktalanan yedi aylık süre, Türkiye sosyal ve siyasal mücadeleler tarihinde en acılı, ama acılı olduğu kadar da devrimci özverinin ve yiğitliğin en çarpıcı örneklerinin verildiği dönemlerden biri.
15-16 Haziran 1970 işçi direnişi karşısında ilk kez açıkça burjuvazinin yanında yer alan, Mayıs 1971 kitlesel tutuklamalarıyla sınıfsal tavrını daha da netleştiren Ordu, özellikle 30 Kasım 1971'de Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Ziya Yılmaz, Cihan Alptekin ve Ömer Ayna'nın askeri hapishaneden kaçmasından sonra insan avına, işkenceye ve hukuk dışı yargılamalara daha da hız veriyor.
30 Mart 1972 Kızıldere katliamı bu hunharlığın doruk noktası…
Otuz yedi gün sonra Meclis çoğunluğu, üç gencin idam sehpasına gönderilmesini onaylayarak bu hunharlığa sahip çıkıyor, ordunun cürmüne resmen ortak oluyor… Son mesajında "Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği" diye haykıran Deniz'le Yusuf ve Hüseyin 6 Mayıs1972'de idam sehpasında katlediliyor.
Ve de zındanda dört ay işkenceye tabi tutulduktan sonra 18 Mayıs 1973'te katledilen İbrahim Kaypakkaya da onlar gibi ölümsüzleşiyor…
Evet içinden geçmekte olduğumuz Nisan, Mayıs ayları, yıkılmaz bir umut, ama yoğun kavga ve acı ayları…
Sırada Haziran var.
1970'in 15-16 Haziran günleri kavganın ve umudun doruk yaptığı günlerdi.
48 yıl sonra, 2018'in 24 Haziran'ı ne getirecek?
Umut? Belki… Ama HDP'yi dışlamak için her yola baş vuran Kılıçdaroğlu'nun İP, SP ve DP ile ittifak kurmasından sonra yine kavga, yine acı… Hem de misliyle…