Fadıl Öztürk

Fadıl Öztürk

O kapı

Görmeyi bir kılıç darbesiyle ikiye ayıran ince bir çizgi, yarasından tek damla kan akmayan bir yaralanma hali, yapılan iyiliklere açık, kötülüklere sonsuza kadar kapalı olan o kapı.

Aramızda farklı cümleler, cümlelerin taşıdığı farklı anlamlar, o anlamların çıktığı yollar, hedeflerine varmak için o yollarda giriştiği eylemler var. Birimizi çok acıtan bir haber diğerimize değmiyor bile. Buna, ölmedikçe içinden bir türlü çıkılamayan dünya hali diyelim.

Öyle bir çağa geldik ki, normal söz darasını yitirdi ve çekip gitti dudaklarımızdan. Bağırmayan, çağırmayan, sevginin ve merhametin zarafetiyle aramızda dolaşan dilin cenaze töreninde kendi ölümümüze ikna ediliyoruz adeta. Her sözcük dudaktan çıkmadan önce kanla ıslatılıyor.

Sanki tarihten çok geriye gitmişiz. Spartaküs daha isyan etmemiş, köle yoldaşlarıyla Roma’dan ayrılıp Efrin’e geçmemişler. Roma'da bir arenadayız sanki. Koca bir ülke kollarını ileri uzatmış, baş parmakları yeri gösterir biçimde ‘öldür!.. öldür!..’ diyorlar. Ruhumuzdaki cinneti besler gibi kendimizden geçmiş, bağırıyoruz: Öldür!..

Ölümle yatıp, ölümle kalktığımız böylesi günlerde yaşadıklarımız yeterince acı değilmiş gibi, Tunceli Yatılı Öğretmen Okulu’ndan beri arkadaşım, yoldaşım olan Yusuf Cengiz ve Ferhat Tunç arkadaşımızın yüz yüze tanışmadığım ama varlığından mutluluk duyduğumuz kız kardeşi Nadire Yoslun’un ölüm haberi gelip buldu biz Dersimlileri. Bizleri arkalarında kalan, kendilerini bu dünyadan göçer yaparak o kapıdan çıkıp gittiler. (*)

O KAPI:

Bir kapı, bakınca görülmeyecek bir kapıdır. Gönül gözüyle bakılmadıkça görülmeyen kapılardan bahsediyorum. Ağacı dünya toprağında kök salmış, ermişlerin omzuna tünemiş, kökleri sadece suyla değil, sevgi ve aşkla beslenmiş, bir el gibi göğe uzanmış, dallarında her türlü kuşun konup uçtuğu kâinat ağacından yapılmış bir kapı…

O kapıyı yapan, yerle gök arasında oturduğu katın balkon saçağından damlayan ışık gibi ak saçlı bir zaman ustasıdır. Zamanın kendine bir hayat bulduğu, ustalıkla yapılmış, varlıkla yokluk arasında duran o kapı…

Tek bir çivi çakılmadan yapılmış, başka bir benzeri olmayan, gözün göremediği, aklın sırrına eremediği, yeni doğmuş bebeklerin gördüğü, göğün göğüs boşluğunda duran o kapı… Bizden önce ve sonra hep var olacak, kimilerine hiç açılmayacak, kimilerine sonsuza kadar hep açık olacak olan o kapı…

Dünyadan çıkınca açılacak başka bir hayatın kapısı. Kapısına gelenden lokmasını esirgemeyenlerin iyilikleriyle beslediği vicdanın kapısı. Sevmeyi kendilerine mülk etmeyenlerin görebildiği, çilesini dolduranın süzülerek içinden rahatlıkla geçtiği, ışığın ipiyle evrene asılı duran, nefsine hâkim olanların görebildiği o kapı…

Belki her acı duyduğumuzda dudaklarımızdan düşen bir ‘ah’ sesiyle açılıyordur o kapı. Belki de rakamlarda sıfırın başını çektiği bitmeyen hesap, suyun aklına hep gitmeyi koyandır o kapı…

Görmeyi bir kılıç darbesiyle ikiye ayıran ince bir çizgi, yarasından tek damla kan akmayan bir yaralanma hali, yapılan iyiliklere açık, kötülüklere sonsuza kadar kapalı olan o kapı.

Uzananın dokunacağı kadar yakın ama çöllerin, dağların, deryaların çok gerisinde duran o kapı. Yer tümden suyla kaplıyken, kara parçaları başını sudan çıkarıp ilk nefesini almadan önce var olan o kapı. Gidenler sesten şemailden öce var olan o kapıdan çıkıp gittiler…

O kapı ki, her insanın göğsünden kalbine açılandır. Dünya acısını kendi acısının önüne koyanların vurup açtıkları kapıdır. Karanlığı bir kumaş gibi ışığıyla yırtıp açılacak olan o kapı. Geçenlerin bedenlerini bu dünyada bıraktığı, geçilince ardında bedensiz yaşanacak olan o kapı…

Anlatıcısını anlattıkça yaşlandırarak onu bedenden toza, tozdan zerreye dönüştüren o kapı. Bir ülkesi, bir dili, bir alfabesi olmayan sonsuz acı ve sevinçlerin birbirlerini yok etmedikleri, çarpışarak var eden o kapı. Ona varmak için yola çıkmışların yalınayak yürüdükleri halde tek dikenin ayaklarına batmadığı yollardan sonra varılacak o kapı.

Dağlar o kapının göğsüdür, omuz başlarıdır, alnıdır. O gerillaların aradıklarını bulmak için çıktıkları yolun sonunda varmak istedikleri yerdedir o kapı. Anahtarı dünyaya kan ve gözyaşı bırakmayanların yüzündeki derin çizgilerde saklıdır. Kimisine alın yazısı olur, kimisine dert, kimisine de başını koyduğu hüzünden yastık olur o kapı.

O kapıda bütün diller geri çekilir, sessizlik ve sükûnet bir gövde olur, gözün görmediği, elin dokunamadığı, kolların sarmalayamadığı bir gövde... Evrenin varlığından beslenen, dile ve dudağa ihtiyaç duymadan yüzlerce güneşi besleyen dinginliğin diline açılır o kapı. O kapı bu dünyada gülde kırmızı, kırmızıda oturan sabah serinliğinin müjdesidir.

Göz görmez, gönül kendi tufanını hazırlar kendi içinde. Düşünün ki, her şey tersine çevrilmiştir. Doğarken ağladığımız, ölürken ağlattığımız, çıkılıp gidilince asla geri dönülmeyecek o kapı… Zerrenin sabrından beslenerek açılan ve kapanan o kapı… Orada işgale çıkmak, başvurarak yayılmak yoktur. Kılıcın teri insan kanıyla silinmez o kapının gerisinde…

(*) 1970 yılında, Elâzığ Devrim Ortaokulu’ndan mezun olduktan sonra girdiğim sınavları kazanarak kaydımı yaptırdığım Tunceli Yatılı Öğretmen Okulu’ndan beri Yusuf Cengiz Hocayla arkadaştık. Bu arkadaşlığımız bir canlı organizma gibi hiç yerinde durmadı. Arkadaşlığımız zamanla yoldaşlığa evrildi. Uzun cezaevi yıllarından sonra Dersim için hep kaygıdaş olduk, bizi bırakıp gittiği güne kadar. Onu bütün ayrıntılarıyla yazmalıyım, yol üstlerine yaptırdığı çeşmelerden tutun da gıda ambargolarına, Munzur için kanat takıp dünyanın dört bucağına uçmasına, esprilerine, dostlarını Dersim’de karşılayıp uğurlamasına ve daha birçok ayrıntısıyla yazmalıyım sevgili yoldaşımı…

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Fadıl Öztürk Arşivi