Şahap Eraslan
Ölesiye eğlenme ve eğlenmeye mahkûm olmak
Toplum hakkında fikir edinebilmek için o ülkedeki medyaya da bakılabilir. Nazizm yazılı basın yoluyla inşa ediliyor. Sinema ve radyo üzerinden de sitem stabilize oluyor. Radyoda yapılan propaganda… Günümüzde televizyon ve sosyal medyanın üzerimizde ne tür bir etkisi var? Basın benim bilmediğim izleyici ve okuyucusu olduğum bir alan. Yazdıklarım da seyircinin/okuyucunun gördükleri. Basın, televizyonun çıldırtan etkileri var ve bu etkinin inkârı insanı çıldırtmaktan alıkoyuyor belki de. Yoksulluğun arttığı bir ülkede insanların saatlerce yemek programları izleyerek karınlarının doyduğunu sanması, açlığın ve yoksulluğun inkârı…
Yıllar önce Pierre Bourdieu’nun televizyon üzerine yaptığı söyleşilerin kitaplaştırılmış hali Über das Fernsehen (’Televizyon Üzerine’) başlığıyla Almanca’ya çevrildi. Televizyonun izleyicisinin zamanla tek tipleştiğini ve televizyondaki strüktürlerin çok da demokratik olmadığını uzunca anlatır Bourdieu. Televizyon yapımcılarından bağımsız olarak televizyonculuğun demokratik olmayan bir yapısı var. Televizyonda zaman sınırlaması… Konuşmacının ve programın zamanı sınırlı. Bu sınır programın çerçevesini oluşturuyor. Programın konusunu, içeriğini programa katılan değil de programcı belirler. Yani katıldığınız bir programda istediğinizi ve istediğiniz sürede konuşmak güç. Televizyon kameralarla çekilen görüntünün aktarılmasıyla oluşuyor. Erving Goffman’ın sözünü ettiği bir mesele var: Rol mesafesi (Rollendistanz). Kişi görevini yaparken kendi duygularını geri itebilir. Yani bir doktor ameliyat esnasında hastanın çektiği acıyı görmezden gelerek işini yapar. Haber sunan spiker acı bir haberi yüzünde acı bir ifadeyle, komik bir haberi de gülümseyerek sunar. Bu bir rol, bu bir pozdur. Bu rolün artık kanıksanmasıyla da yer yer programcılar kameralar karşısında ağlayarak ‘gerçek’, doğalmış hallerin izleyiciye sunarlar. İbrahim Tatlıses her programda duygulanır, sümüğünü çekerek ‘gerçekçi ve doğal’ ağlardı. Bu duygulu ve hassas adam program sonrası kabadayılık yapar, kavga, tabanca, öldürme, kadın dövme işleri yapardı… Spiker kendi içinde çoğu kez sunduğu habere duygusal mesafe koyar. Nerede kamera varsa orada poz var. Poz insanın doğal olmayan hali. Kameranın kayıt yaptığı bilindiğinden de doğal olmayan bu durum doğalmışçasına sergileniyor. Yani kişi kameraya göre oturuyor, ışık kameraya göre ayarlanıyor. Televizyon izleyicisinin oturma odasında istediği gibi oturma ve izleme özgürlüğüne karşın programdakilerin nerede oturacağını kameraların pozisyonu belirliyor. Sadece Televizyon Üst Kurulu değil sistemde de görünmez bir sansür ve oto kontrol (kimseyi ekranda sümüğü akarken görmeyiz mesela. Herkes ‘düzgün’ oturup ‘düzgün’ konuşmaya özen gösterir. Televizyon bu düz(gün)lük normuyla insanları düzletir adeta) var. Görüntü… Gazetede yazı, radyoda söz, televizyonda görüntü önemli. Televizyon güzel görüntüden ötürü de ‘güzel’ insanları çıkarmaya özen gösterir. Yıllar önce ünlü Alman kanallarından birinde göçmenler konusunda bir uzman psikolog arıyorlardı ve telefonda genç ve güzel birinin olmasını tercih edeceklerini söylüyorlardı. Reyting… İzleyicinin programın sürdürülmesinde etkili olması, zamanın kısıtlılığı, konuşma akışının kurgulanması bu gizli sansürde rol oynuyor. İnsanlar üzerindeki etkisi düşünüldüğünde medya adeta bir sembolik şiddet içeriyor. Kısacası televizyonda sembolik şiddet vardır ve bu şiddeti iki taraf da (yapımcı ve izleyici) şiddet olarak algılamaz. Bourdieu ‘reyting diktatörlüğü’nden bile söz eder. Haberlerin izleyici avlayabilmek için skandallaştırılmasını, dikkat çekmek için haberlerdeki abartıyı bu bağlamda gözden kaçırmamak gerek.
Televizyon, gösterdiği şeyleri bir süre sonra görünmez kılar.
Görerek görmezden geliriz. Örneğin, Filistin'de insanlar ölürken bu haberlerde gösterilir; ancak aylar geçtikçe, bu kadar "can acıtan" bir haber sık sık gösterildikçe görünmez hale gelir. Yemen'deki savaştan haberimiz bile yok, çünkü o savaş görünmezdir. Yani televizyonda gösterilen bir paradoks yaratır. Ve gösterilen görünmez olur. Bu durumu da yapımcılar, izleyicinin merakını canlı tutabilmek ve ilgisini çekebilmek adına haberleri dramatize ederek, bir senaryo gibi sunarlar. Yani televizyon, belirli bir akışa ve senaryoya göre düzenlenir.
Televizyonda gördüklerimiz ‘gerçek’ algısı yaratır. Yani insan gözüyle gördüğü kulağıyla duyduğunu gerçek kabul etmeye eğilimlidir. Gördüğümüz şey gerçektir, çünkü insan gördüğüne inanma eğilimindedir. Gözle görülebilir olan, somut ve gerçek kabul edilir. Bunun bir başka anlamı da görüntüye sahip olanların etkileme yanıltma gücüne sahip olmaları. Görüntü, fotoğraf üzerinden güç sahibi olmak. Bazen bu sahiplik sapıklaştırılabiliyor. Video şantajları… Eğer gördüğümüzü gerçek sayıyorsak ama gördüğümüz şey gerçek değilse? Medya ayrıca neyi görüp neyi görmeyeceğimize karar verme gücüne de sahiptir.
Dünyadan haberler olarak izlediğimiz görüntüler aslında bir ön elemeden geçiriliyor. Gerçeklik/haber/bilgi, bize seçilmiş ve sınıflandırılmış bir şekilde sunulur. Bu insanı yönlendirme gücü demektir de. Son dönemde yapay zekâ ile oluşturulmuş gerçekliklerin ortaya çıkışı görüntünün de çok manipüle olabileceğine örnek. Yapay gerçeklikler, neyin önemli neyin önemsiz olduğuna karar vermede bir başka güç katmanını oluşturur. Bu seçme ve karar verme süreci, izleyiciye ulaştırılan "seçilmiş önemli haber" ile sonuçlanır… Bir dönem "gelin-kaynana" programları büyük bir popülariteye ulaşmıştı ve kaynanalar adeta ülkenin yıldızları haline gelmişti. Televizyon, gündem belirleme gücüne sahiptir ve yarışma programları bile bu bağlamda bir gladyatör mücadelesine dönüşebilir. Bir ara kadınların çamur içinde kavga ettiği programlar bile yüksek izlenme oranlarına ulaşıyordu. Hijyenik bir ortamda yemek yapan yarışmacılar da Zuhal Olcay’da adeta birbirlerini çamura batırıyorlar. İnsanın en haset, kıskanç ve kirli rekabeti rayting yapıyor.
Televizyon programları, özellikle spor ve politik magazin programları, saatlerce süren kavga ve aşağılamalarla doludur. İzleyiciler, bu programlardaki karşılık aşağılamaları izlerken kendileri aşağılanmadan izliyorlar. Yani televizyonlarda birbirlerini değersizleştirenleri izleyerek insanın kendisini değerli hissetmesi…
Psikanalizden bildiğim gibi, bir konuyu konuşmak, aynı zamanda başka konuları susmak anlamına gelir. Yoksulluk en yaygın kötülüklerden biridir. Ancak, yoksulluğun arttığı bir ülkede saatlerce yemek ve diyet programları yayınlanması, yoksulluğun üstünün örtülmesi anlamına gelir. Zaman zaman toplumu ilgilendiren bir konu, psikososyal bir işlev üstlenerek gündeme getirilebilir. Örneğin, dünyanın yok oluşuna sebep olan kirliliğe karşın, bir balinayı kurtarma çalışmaları ya da plajda çöp toplayan yazlıkçı teyzeler gündem olabilir. Bu tür haberler, geçici bir ilgi uyandırarak insanlarda çevreye olan sorumluluk duygusunu tatmin eder, böylece insanlar çevreyi kirletmeye devam eder.
Bu tür habercilik ve izleyicilik, zamanla insanları tek tipleştirir. "Ülkemiz cennet" gibi söylemler sıkça duyulabilir. Ancak aynı kişiler, cennetten kimsenin kaçmak istemeyeceğini söylerken, "bir gün bile durmam" diyerek çelişkiye düşerler. Bu insanlar, aynı televizyonu izleyenlerdir. Televizyon kanallarının çoğalması, programlardaki çeşitlilik çok seslilik yaratmadı. Farklı isimlerde ancak benzer içerikte programlar yayınlanmaya başladı. Yani aynı amaca hizmet eden programlar.
Sonuç olarak, televizyon bize sadece gösterdiklerini görme izni verirken, gösterdiği şeyleri de zamanla görünmez kılabilir.
Televizyonun geniş bir kitle tarafından izlenebilmesi, bilgilerin herkesin anlayabileceği bir şekilde basitleştirilmesiyle mümkün oldu. İzleyiciyi çekme yarışındaki programlar, giderek daha basit ve anlaşılır hale geldikçe, içerikler en düşük ortak paydada buluştu. Kuşkusuz, televizyonun amacı izleyiciyi aptallaştırmak değildi; ancak "herkesin anlaması" gayreti, basitliğin ve kolayın öne geçmesine neden oldu. Bu bağlamda, üç "uzman" çağırılarak en karmaşık konular saatlerce tartışılıyor. Aynı kişiler, yıllarca her konuda yüzlerce saat konuşarak izleyicileri "aydınlattı". İronik bir şekilde, ülkedeki "aydınlık" biraz da bu uzmanların katkısıyla gerçekleşti.
Ancak bu uzmanların sadece kendi alanlarıyla sınırlı kalmadığını da gördük. Örneğin, yıllarca hukuk ve anayasa konularında görüş bildiren bir profesör öldükten sonra karmaşık çıkar ilişkilerine karıştığını duyduk. Uluslararası ilişkiler ve ekonomi gibi karmaşık konular özel uzmanlık alanları. Televizyondaki uzmanlar, bu karmaşık konuları basit bir dille açıklamaya çalışırken, her konuyu basitleştirdiler. Yani dünya çok basit bir yer, dünyadaki her konun basit bir çözümü var. Ah şu dış güçler olmasa… Popülizmin özünde de bu yatıyor: karmaşık meseleler herkesin anlayabileceği düzeyde basitleştiriliyor. Bu durum, bilginin ve haberin değersizleşmesine yol açtı. Sonunda, değersiz konuların takipçileri haline geldik ve her konuda kendimizi "uzman" gibi hissettik. Televizyon, aslen eğitmek değil, eğlendirmek amacı taşıyor. Bu da acının, kötülüğün ve zulmün bile magazinleşmesine izin veriyor. Eğer zulüm eğlenceye hizmet ediyorsa, değeri artıyor.
Kısacası, televizyonun eğlence odaklı yapısı, karmaşık meselelerin basitleştirilmesine, bilginin değersizleşmesine ve acının bile eğlencelik bir unsura dönüşmesine yol açtı.
Korona döneminde televizyonlarda, çoğumuzun öleceği, hastanelerin dolup taşacağı ve cesetlerin sokaklara sığmayacağına dair korkutucu senaryolar anlatılıyordu. Spikerlerin ağzından dökülecek haberleri sabırsızlıkla bekliyorduk. Ölüm, hastalık ve aşı haberleri adeta sansasyona dönüşmüştü. Bilgi ve bilimi magazinleştiren bir süreç yaşanıyordu. Laboratuvarlardan gelen görüntüler, bilim insanlarının astronot giysileriyle çalıştıkları yakın çekimler, alınlarından dökülen ter damlalarıyla dramatize ediliyordu. Muhabirler laboratuvar önünde beklerken, biz de televizyon başında büyük bir beklenti içindeydik. Laboratuvardan çıkan bilim insanları, "Allah’ın izniyle birkaç gün içinde aşıyı bulacağız" dedikçe bu bekleyiş uzayıp gidiyordu.
Bu ve benzer süreçler bilginin ve bilimin magazinleştirilmesine, dolayısıyla da değersizleşmesine yol açtı. Bilgi edinmek uzun ve meşakkatli bir süreçtir, bu sürecin saygınlığı ise televizyonlarda hızlı ve yüzeysel bir tüketim nesnesine dönüştü. Gazetecilerin her konuda "uzman" haline gelmesi, gerçek uzmanlığı sıradanlaştırdı. Televizyon tartışmaları modern gladyatör savaşları gibi. Altta kalmama yarışması. Herkes herkese laf yetiştiriyor ve lafı yetişmeyen yenilmiş sayılıyor. Yeni bir televizyon profili oluştu: program "uzmanları". Bilgi gugullaştı. Bu kişilerin birçoğu gazeteciydi ve her gün farklı konular hakkında Google bilgisi düzeyinde yorumlar yaparak izleyiciyi "aydınlatmaya" çalıştılar. Bilim insanları da bu "uzmanlara" yanıt verme yarışına girdiler, adeta bilimsel tartışmalar da medya gösterisinin bir parçası haline geldi.
Bu süreç, izleyiciyi de garip bir şekilde "alimleştirdi". Cahillik genelleşti ve yeni bir cahillik aşamasına ulaştık. Herkes, kendi dışındakilere "cahil" demeye başladı. Ortaya çıkan bu tuhaf tablo, her grubun diğerini cahil saydığı, aynı zamanda herkesin kendisini alim gördüğü bir toplumu şekillendirdi. Herkes çok cahil ama herkes de alim aynı zamanda. Durum şimdilik bu. Kısacası, bilgi ve bilim magazinleştirildikçe, bilgiye olan güven zedelendi ve herkesin kendisini bir "uzman" gibi gördüğü bir kültür oluştu.
Medyanın gücü, politikacıların da ilgisini çekiyordu ve özellikle sinema ile radyonun etkili kullanımı, faşizmi ve Nazizmi iktidara taşımada büyük rol oynadı. Daha sonra totaliter rejimler, medyayı sürekli olarak araçsallaştırdı. Bu noktada, medyanın kullanım amacı da değişti. Nazizm sadece toplumsal düzeni değil, aynı zamanda insanın iç dünyasını istila etmeyi hedefliyordu. Hannah Arendt’in "kötülüğün sıradanlığı" kavramında belirttiği gibi, bu kötülük yalnızca sıradanlaşmakla kalmadı; aynı zamanda, kötü gibi görünmeyen ve içselleştirilen bir forma dönüştü. Pek çok Alman, Yahudileri kötü oldukları için öldürmedi, bu öldürmenin kaçınılmaz olduğu fikrini kabul ederek ve bunun kötülük olmadığını içselleştirerek hareket etti. Burada diktatörlüklerin insanların iç dünyasına da hükmettikleri ve istila ettiklerini öğrendik.
Diktatörlükler, bireylerin zihinlerini ele geçirebildiklerinde en uç noktalardaki zulümleri bile sanki kötülük değilmiş gibi yapabiliyorlardı. Medyanın tek sesli hale gelmesi ve tek taraflı olarak işgal edilmesi, diktatörlerin halkın iç dünyasına nüfuz etme arzularıyla yakından ilgilidir. Bu medyayı izleyen insanlar da kendi zihinlerini manipüle ederek gerçekleri görmezden geliyor, örneğin zamların sorumluluğunu liderlerinin söylediğine paralel dış güçlere yükleyerek liderlerinin yalanlarını ve aldatmalarını ‘temize çekiyorlar’.
Diktatörlüklerin hedefi, sadece toplumu yönetmek değil, bireyin iç dünyasını da tamamen ele geçirmektir. Hitler için Yahudilerin, eşcinsellerin veya Romanların kendisini sevmesi ya da nefret etmesi önemli değildi. Ancak günümüz diktatörleri, düşmanlarının duygularına da hükmetmek istiyorlar. Örneğin, Saddam Hüseyin’i sevmemek bile ağır bir cezayı gerektiriyordu. Benzer şekilde, Erdoğan’ı sevmemek ve bunu ifade etmek de günümüz Türkiye’sinde büyük bir suç gibi algılanıyor. Bu, diktatörlerin, insanların sadece davranışlarını değil, duygularını da kontrol etme arzusunun bir yansımasıdır.
Medya, bu içsel istilayı gerçekleştiren en güçlü araçlardan biri olarak kullanılıyor ve bireyler, kendi zihinlerini manipüle ederken diktatörlerin bu gücüne boyun eğiyorlar.
Pozitif duygular gerekli ve önemli olsa da negatif duyguların daha çekici olduğunu söylemek mümkün. Bu nedenle, Müge Anlı gibi programlar, negatif duygu fabrikaları işlevi gördüğünden çok izleniyor. Televizyon, insanın doğal bir eğilimini ustaca kullanıyor: Kötü'nün çekiciliği. Ahlaki olarak insana iyi olmanın önemi anlatılsa da insanlar kötü olana daha fazla ilgi gösteriyor. Savaş, cinayet, hırsızlık, hainlik, tecavüz, sahtekarlık gibi konular polisiye filmlerde, korku filmlerinde ve birçok televizyon programında işleniyor. Bu tür yapımların merkezinde daima kötü yer alıyor. Hayatımız, kötü olarak öğrendiğimiz şeyleri izleyerek geçiyor. Bu tür programlar izleyiciye projeksiyon alanı sunuyor. İzleyici kendi kötüsünü kötü kişinin üzerine yıkarak ve kötüyü de daha kötü yaparak iyi olduğunu sanıyor. Kötülük yapan biriyle kötüsünü birine yansıtana suçu aynı oranda pay etmiyorum burada. Ama bir mekanizmaya vurgu yapmaya çalışıyorum. Her insan çocukluğundan itibaren ‘kötü’ olanı da içinde taşır. Her insanda potansiyel kriminal enerji var. Ahlak, vicdan konseptleri zaten bu enerjiyi frenlemeye hizmet eder.
Televizyon interaktif değil. Televizyoncu izleyici ilişkisi asimetrik. Bu insanı edilgen yapıyor. İzleyiciler bir dönem sonra her şeyin sadece izleyicisi oluyorlar. Medyanın kişiyi yok edici bir yanı var… Heinrich Böll’ün Katharina Blum'un Yitirilmiş Onuru’nda anlattığı hikâye. Medya linçi, sembolik katliamı da magazinleştirebiliyor. Ahmet Kaya’dan bildiğimiz hikâye…
Televizyon, izleyicinin kötü ile arasına mesafe koyarak, kötüyü kötüleyip kendi içindeki kötüyle yüzleşmekten kaçınıyor. Örneğin, günlerce çocuğunu döven zalim bir babayı izleyip, kendimizi kötü olmadan, kötüyü kınayarak rahatlatıyoruz. Bu izleme süreci, sanki kötüye karşı durduğumuzu hissettiriyor, ama aslında kötüye olan ilgimizi canlı tutuyor. Kötü, günümüzde televizyon için kameralar karşısında üretiliyor. İslamcı teröristlerin kafa kesme videoları, kötünün televizyon ve internet üzerinden üretilip yayılmasına bir örnek. Bu videoları izleyip "kötü" diyerek tepki veren milyonlarca insan, aslında kötünün amacına ulaşmasını sağladı. İzleyiciler, bu kötülüğün yayılmasına, farkında olmadan katkıda bulunuyorlar.
Televizyon ile izleyici arasında sembiyotik bir ilişki var; televizyon, bu karşılıklı bağımlılığı kötü adına kullanıyor. Sanat, yürüyüşler, bilim bile günümüzde kameralar için üretilir hale geldi. Bu bağımlılık, karşılıklı kontrol ve otokontrole de neden oluyor. Televizyon hem izleyiciyi kontrol ederken hem de izleyici üzerinden kendi varlığını sürdürmek için bu döngüyü devam ettiriyor.
Sonuç olarak, televizyon, kötüye olan doğal çekiciliğimizi kullanarak, kötülüğü izlenebilir hale getirirken, izleyici de bu sürecin bir parçası haline geliyor.
Geçtiğimiz haftalarda Paris'te düzenlenen Olimpiyat Oyunları, televizyonlarda günlerce canlı olarak yayınlandı. Pierre Bourdieu, sporun ritüelize edilme özelliklerine dikkat çeker ve televizyonun bu yönünü sorgular. Spikerler bize bu oyunların uluslararası bir karşılaşma olduğunu ve kardeşliği simgelediğini anlatırken, ekranda bayrak sallayan, militarist bir dizilişle ulusu adına yarışan (ülkeleri için madalya savaşı veren) sporcuların ulusalcılık şovunu görüyoruz. Spikerler adeta ırkçılık yarışındaydı. Madalya kazanamayan/sonuncu olan sporcular sadece kendilerini değil uluslarını da ‘rezil’ ettiler… İşte bu sembolik ulusalcılık rekabetini barışçılık olarak adlandırıyoruz. Şaka gibi… Bu, her spor yarışmasında yeniden üretilen ve duygusal olarak inandığımız bir yanılsamadır. Örneğin, Çinli bir boksör Amerikalıyı kanlar içinde bırakıp, üzerindeki kanlı formadaki bayrağı öpüyor. Her ulus, kendi kahramanını yaratma ve ötekini yenme peşinde. Bazı ülkeler, özellikle sadece kendi sporcularını göstermeye odaklanıyor. Bu durumda izleyiciler, spor müsabakasından çok "bizim çocuklar ne yapıyor?" müsabakasını izlerken ‘başkalarının çocuklarının yarışmalarını’ da izlemiyor. Olimpiyatlar, televizyonlar ve izleyicileri için düzenlenen devasa ve pahalı organizasyonlardır; "uluslararası kardeşlik" ise yan sanayi ürünüdür.
Neil Postman’ın televizyon üzerine yazdığı ve Türkçeye de çevrilen ‘Ölesiye Eğleniyoruz’ (Wir amusieren uns zu Tode) adlı kitabında, televizyonun asıl amacının insanları eğlendirmek olduğunu savunur. Gerçekten de bir "eğlendirme/eğlenme çağı"nda yaşıyoruz. Din adamı, sporcu, işveren, öğretmen, politikacı ve gazeteciler bile işlerini yaparken eğlendirici unsurları öne çıkarıyor. Diyanet İşleri Başkanı, Cübbeli Ahmet, Mehmet Metiner, Bülent Arınç, Ersan Şen, Celal Şengör ve diğerleri bu durumun örnekleri olarak sayılabilir. Alışveriş merkezleri, şarkıcı ve futbolcuları çağırarak satış yapıyor; yetişkinler için şarkıcılar ve futbolcular, çocuklar içinse palyaçolar eğlence unsuru olarak kullanılıyor. Hem satın alıyor hem de eğleniyoruz. Bu kişiler sadece bir şeyleri anlatmıyor, bizleri eğlendirerek anlatıyorlar.
Televizyon ve genel olarak eğlence odaklı bir kültürde yaşıyoruz. Ölümlerin bile dolaylı eğlenceye dönüştüğü bu kadar güldürücü ve eğlendiricinin olduğu ortamda komedyenlerin durumu, insanları güldürmeleri zorlaşıyor. Aslında bu, bir "eğlenme hapishanesi" yaratıyor. Sosyal medya da her an eğlenme arzusunu besliyor: Şiir dizeleri, aforizmalar, yemekte çekilen milyonlarca fotoğraf, insanlar yerken, içerken, hatta özel anlarını paylaşırken çekilen görüntüler… Mutluluk, teşhir edilmedikçe mutluluk olarak sayılmıyor; iletişim ise fotoğraflar üzerinden gerçekleşiyor. Öfkelenirken, küfrederken, hakaret ederken bile eğleniyoruz. Hatta felaketler bile izleyiciyi ekrana kilitlemek, ilgisini çekmek ve onu eğlendirmek amacıyla kurgulanıyor.
Belki de asıl soru şu: Neden bu kadar eğlenmeye ihtiyaç duyuyoruz? Eğlence, belki de inkâr etmenin, görmezden gelmenin ve bastırmanın en etkili yolu. Eğlenirken, sorunları göz ardı ediyor, üzerini örtüyoruz belki de.