Fadıl Öztürk
Ölüm ağacı...
Şimdi yağmur yağsın! Örtsün gözyaşlarımı ya da gök gürlesin, şimşek çaksın. Öfkemi, kırılmamı, ter gibi yüzümden akan kederimi doğal bir hal olarak göstersin. Başka ne işe yarar ki tanrılarınız? Ama balıklar suda, kuşlar kondukları dallarda, bebekler emdikleri memede ürkmesin. Evler var yıkmışlar, çölde ölmüş hayvan iskeletlerine benziyor evler. Canlarını kurtarma telaşıyla çıktıkları yollarda damarlarından insan akarak tükenmiş ölülere benziyor evler. Başı koparılan kuşlar gibi çırpına çırpına orada öylece ölmüş evler. Bıçaklar var ama hiçbir derdi kökünden kesip atamıyor...
Kalbimi bir kartal söküp alsın desem kartalı suçlamış olurum. Değil, suçları suçumla örtmek istemiyorum. Bir şarkıyla başladım, şarkı bitince karanlığa gömüldü yüzüm. Kırmızıya şekil verirken örste yok saymadım çelik mavisini. Her gün, her olayda içimde insan kalan son kırıntıları yakarken suçlar yanmaz kumaştan dokunmuş gibi öylece üst üste yığılıp kalıyor, aşılmaz dağ oluyorlar gözlerimizde. Silahlar var ama hiçbir suçluyu suçuyla yüzleştiremiyor...
Hayat dediğimiz bütünü parça parça yok ediyorlar. Suçu, suçluyu över gibi kayırıp kollayan bu ülkede; suça muhatap olan babalar, anne ve çocuklar sahipsiz. Rızkı için yola çıkan Kürt tarım işçilerini ana rahmine yapışmış bir cenini kazır gibi, toprağa düşerek çimlenmiş bir tohumu kökünden söker gibi hayat haklarını şiddetle ellerinden alıyorlar. Suç devlet sayesinde taşa eksen arsızlıkla boy atacak hale gelmiş. Bir ülkeyi, bir sınıfı, ezilmiş bir ulusu kurtarmak için yola çıkarken ağırlığınca laf edenler vicdanlarımız üzerinde çadır kurarak sus pus oturuyorlar. Devletin ‘terörist’ diye diye abese ittiği hak örgütleri var ama o hak örgütleri söz verdikleri sorumlulukların hiçbirini yerine getirmiyorlar. Hakkıyla taşınması gereken selam var ama o selamı götüren yok...
Cezaevinde görüş günlerine hazırlanıp sıfır tıraş ve yatak altına koyularak ütülenmiş elbiselerle görüşe hevesle çıkar gibi artık çıkamıyoruz sevdiklerimizin karşısına.
Sesimiz dudaklarımızdan çıkar çıkmaz karşımızdakine erişmeden önümüze dökülüyor. Kâğıt var, kalem var ama hakkında yazılacak hayat yok...
Şimdi kendimizden hayata hayattan kendimize bakarak yeryüzünün bizi bizim yeryüzünü mutlu edeceğimiz kadar yanlış olan her şeye karşı çıkalım. Uzun yıllardır çıkılan dağlara çıkar gibi değil, o dağlardan iner gibi karşı çıkalım. Çölde serap görmüş kadar acı duyarak inelim dünyada hak ettiğimiz yere. İnsanın basamak basamak indiği ilk yer kalbidir, kalbimizden de aşağıya inelim. Duygularımızı dünyanın hava durumu sayarak yağmurlardan geçelim, kar ve tipi kesse de yolumuzu durmayalım. Taşmış ırmakları, baykuşların öttüğü insansız yurtlardan geçerek varalım insanın insanı ölümle temizlemediği yere. Elimizde hayat dışında başka şey kalmasın. İyiliğin tarifini aşan, kötülüğün sınırlarında hiç dolaşmayan hayat hakkını hakkımız sayarak zulmün her çeşidine karşı duralım. Eziyet ve acı dolu bir geçmiş var ama hayallerden beslenen gelecek yok. Bulut var ama mevsimi olsa bile yağmadan geçiyor üstümüzden...
Bunları yazdım diye dünya ekseninde çıkarak tersine dönmeye kalkmaz. Hayatını vicdanını besleyerek yaşayan birçok dünyalı bunları yazdı, çizdi, uğrunda arandı, hapis yattı. Bunları yazdım diye ışıklar sönmez, sular kesilmez hiçbir evde. Tersine, yazmasak her birimiz olduğumuz yerde sussak bizi temsil ettiklerini söyleyenler sessizliğimizle onların yanlışlarını kabullendiğimizi sanacaklar. Bahçe var ama ölüm ağacı dışında hiçbir ağaç meyve vermiyor...