Fadıl Öztürk
Ölüye sayıyorlar bizi...
Beni gün diye saymışlar ömrüme. Seni ay, diğerini yıl diye sayıp duvarların gerisine koydular.
Uzağa, en uzağa, yolların gerisine, dağıtılmış hayatların ucuna attılar. Avlu değilmiş güne, güneşe çıkarıldıkları yer. Havalandırma diyorlarmış. Kuşların konup uçtukları, yaprak verip yaprak döktükleri tek bir ağaç yokmuş orada. Gölgeleri dışında kimse yokmuş onların yanında, hava hayat gibi kapalı olmadıkça. Bütün gözler onların üstüne dikiliymiş, kirpikleri yoruyorlarmış, sese biçim veren dilleri. Hayatları yama gibi duruyormuş onların üstünde; diz, dirsek izleri çıkmış gibi bir giyinişle eskiyip çöpe atılır gibi. Aklımız, fikrimiz varmış; kendimiz için iyi ve güzeli isteme arzumuz, ısrarımız, direncimiz varmış diye ceza evlerinde toplanıp, hayattan çıkarılacaklara yazıyorlar bizi...
Aslı onların elinden alınmış, birbirinin kopyasıymış geçen bütün saatler. ‘Gel’ denmese de kendiliğinden gelip geçer bütün günler. Üç öğün umutla besliyorlarmış kendilerini oradakiler.
Geceleri hayallerini örtünüp uzanıyorlarmış yataklarına. Anneleri, babaları, kardeşleri, sevdikleri, çocukları rüyalarına girerken onların kendileri bir türlü çıkamıyorlar dışarı. Bizleri sevinç ve mutluluk dururken kahır ve kedere sayıyorlar...
Bir depremde yıkıntıların altında kalacak ölü ve yaralılara; evi, hayatı başına yıkılacaklara sayıyorlar bizi. Geleceğimiz pirinçten taş ayıklanır gibi hayatımızdan ayıklanmış. Sevinçlerimiz yoğun bakımlarda can çekişiyor. Gülümsemelerimiz acının hiç eskimeyen mendiline dökülmüş gözyaşı damlaları. Bizi çocuklarımızın hayatına, çocuklarımızı bizim hayatımıza her an avucumuzdan uçup giderek gözden kaybolacak olana sayıyorlar. Kaldırımlara, kurulmuş çadırlara, askıda ekmekle doyuracaklara, en kısa zamanda sırt dönülerek unutulacaklara sayıyorlar bizi. Biz onların ölüsüyüz. Toz toprak içinde bulundukça gömüleni, yıkıntılar içinde kalanıyız. Onlar bizim ölü sayıcımız, acı tacirimiz, nüfus kütüklerinden düşürenlerimiz. Yaşamın dal budak vererek açılıp saçıldığı dünyada, doğar doğmaz ölecek olana sayıyorlar bizi.
Heyelanlarla yıkılan evlere, sel baskınlarıyla selin önüne katıp götürdüklerine, kökünden sökülen ağaçlara sayıyorlar bizi. Bir daha asla geri gelmeyecek hayatlara. Hayatta asla yan yana gelmeyecek olanları ölüm listeleriyle alt alta yazıyorlar. Hep bir şeyler kalır yıkıntılar altında. Kalır geçmişle geçecek arasındaki zaman altında. Deprem kadar yıkıcı olan bir şey de zamanın altında kalarak unutulmaktır. İlk elde unutulacaklara sayıyorlar bizi. Yaşamın sabun kokan temiz ve duruluğu varken, insanların burunlarını tutarak geçtiği çürümenin ağır kokusunda bırakıyorlar bizi. Hepimizi sonuna kadar açık duran ölümün kapı eşiğinde yaşamaya mecbur bırakıyorlar. Doğmakla hak ettiğimiz hayata değil; vurulacaklara, kırılacaklara, sürüleceklere sayıyorlar bizi.
Bir iki diyerek parmakla değil, kıta kıta yoksulluğa, çöplerden beslenip sokaklarda aç uyuyup, aç uyananlara sayıyorlar bizi. Sömürülerini sürdürmek için polis teşkilatları, copları, kelepçeleri, gözbağlarını icat ettiler. Suçluya, teröriste, haine, çapulcuya çıkardılar adımızı. Havadan, karadan ve denizden devriyeler çıkarıyorlar ardımızdan. Kendi çıkarları için çıkardıkları savaşlarda öldüren ve öldürülen olarak ikiye ayırdılar bizi. Savaş bölgelerinde kaçıp canını kurtarmak isteyeni mülteci, ülkesinde hakkını arayanları ‘suçlu’ ilan ettiler.
Mahkemeler kurup ceza veriyorlar, o cezaları çekmeleri için hapishaneler inşa ederek kimisini ekmeği için gardiyan, kimisini hak aradığı için mahkûm yaparak yakalandığı yerde aman verilmeyecek düzen bozucuya sayıyorlar bizi. Can alanlar cana kıymet verir mi hiç, doğar doğmaz ölüye sayıyorlar bizi...