Savaş Kılıç
Osmanlılardan 6 yüzyıl alacaklıyız
15. yüzyılda Manyas Kadısı oğlu Mahmut diye bir meslektaşım, ünlü şair Şirazlı Sadi’nin Gülistan’ını Türkçeye çevirmiş. İyi etmiş de bu çevirmen Sadi’nin beyitlerini Türkçeye aktarmakta zorlanınca kusuru Türkçede bulmuş:
Gördüm ki Türkî dili galiz dildir, ebyât-i Acem katında bârid düşer, nesr veçhile tercüme kılmağı evlâ gördüm. Her beytin mâhasalını Türkî dilince nesr ile altına yazdım. (Gülistan Tercümesi, haz. M. Özkan, TDK, s. 132; imlasını güncelleştirdim.)
Gördüm ki Türkçe kaba dildir, Farsça beyitler karşısında soğuk kalıyor, düzyazıyla çevirmeyi yeğ gördüm. Her beytin özünü Türkçe olarak altına düzyazıyla yazdım.
Burada çevirmenlerin aşina olduğu, hele ki acemiyseler sık sık yakındığı bir durum ama o durumun da biraz katmerlisi söz konusu: Çevirmen kaynak-dili ve o dildeki metni gözünde büyüttüğü ölçüde hedef-dil yetersiz görünür, bir şeyleri kaybetmeyi göze almadan metni hedef-dile aktaramayacağını hisseder ve şiir söz konusu olunca zorluk iyice büyür, çevirmen de suçu hedef-dile atar. Ne var ki çoğu zaman olduğu gibi bu örnekte de tek etken çevirmenlerin melankolisi değildir.
Çevirinin metinler üzerinden dillerin karşılaşması (“maçı”) olarak kavranması buna çanak tutsa da, yarı-okumuş söylemin sevdiği klişelerden biri diller arasında hiyerarşi kurmaktır: Kâh açıktan kâh üstü kapalı dile getirilen bu varsayıma göre bazı diller üstündür, güzeldir, güçlüdür, zengindir, o dillerde her şey ifade edilebilir; öbür dillerse aşağıdır, çirkindir, zayıftır, yoksuldur, bu dillerde öyle her şey ifade edilemez. Bu yaygın görüş nadiren aksi yönde bir sınava (Türkçeden o dillere doğru çeviri) girdiği için de hep kendini doğrulanmış bulur. Tarih içinde Farsça ve Arapça, sonraları Fransızca ve derken İngilizce karşısında Türkçenin yetersiz olduğunu öne sürmek için benzer değerlendirmelere başvurulduğunu biliyoruz.
Üstün olduğu söylenen dillerin ise belli bir ekonomik ve kültürel-siyasi iktidar nedeniyle çevrelerine –ya da yakın zamanlarda Fransızca ve İngilizce için olduğu üzere– dünyanın büyük kısmına yayılmış oldukları da aşikârdır. Yine de işi dil olanlar (diyelim ki öğretmenler, çevirmenler, belki yazarlar) içinde bile o dillere “doğal”, “içkin” bir üstünlük yakıştırmaya devam edenler hep çıkar. Bunun için birtakım uydurma ya da yarı-gerçek istatistikler devreye sokulur: İngilizcede 300 milyon kelime varmış da, Shakespeare 2 milyon kelimeyle yazıyormuş da, Almancada öyle kelimeler varmış ki hiçbir dile çevrilemezmiş de… – ya da öznel yargılar yüksek kültüre imanın şartı olarak devreye sokulur: Fransızca dünyanın en güzel aşk diliymiş de…
Mahmut’un zamanında bu tür olumlu önyargılar Farsça için besleniyordu; Türkçe ise Mahmut, çağdaşları ve ardılları tarafından genellikle “çirkin” ve “soğuk” bir dil sayılıyordu. Bu değerlendirmelerin temelinde ne gibi varsayımlar olduğunu biraz eşeleyince özellikle 19. yüzyıl sonlarından itibaren Türkçede “g” sesiyle başlayan eklerin çirkin, yani kulak tırmalayıcı sayıldığı gibi görüşlere rastlamıştım. Tabii, azıcık “nesnel” bir yaklaşımla ele aldığımız zaman “g” sesinde ya da genel olarak dillerde çirkin bir şey olmadığı açık.
Dillerin zenginliği meselesi güzellikten biraz daha karmaşık bir konu. Yine “öznel-olmayan” diyebileceğimiz bir bakış açısından bir dil diğerinden daha yoksul ya da zayıf değildir. Her dil çevresindeki dünyayı aşağı yukarı betimlemeye kâdirdir. Dillerin tarihine ve birbirleriyle ilişkilerine baktığımızda her dil komşusundan, yahut iletişim içinde olduğu bir dilden birtakım kelimeler, deyimler hatta ekler alabiliyor. Bunda kendi başına yanlış hiçbir şey yok; böyle olgular bir yoksulluk göstergesi değil. Ve bir dili konuşanlar, özel eğitim görmemişlerse, kullandıkları öğelerin tarihi ve kökeni konusunda bilinç taşımazlar. Buna karşılık, diller arasındaki ilişkiler –tıpkı başka tarihsel olaylar gibi– uzayda, siyasi etkiden bağımsız şekilde cereyan etmez. Aksine siyasi-ekonomik ilişkiler diller arasındaki ilişkileri “üstbelirler”, yani onlar üzerinde son kertede belirleyici etkide bulunurlar.
Dillere ilişkin estetik (“güzel/çirkin”) ya da ekonomik değerlendirmeler (“zengin/yoksul”) de bu ilişkilerin sonucu olduklarından diller olağan seyirlerinin çok dışına çıkabiliyorlar: Örneğin Batı sömürgeciliği “Yeni Dünya”da yerlilerle ekim alanlarında ya da madenlerde iletişim kurarken bir tarafınki ile ötekinin dilinin çeşitli harmanları, yarı-İngilizce/Fransızca/İspanyolca ve yarı-yerli dili denebilecek birtakım diller (pidgin ve creole’ler) oluşmuştur. Osmanlı yazı dili de Fars edebiyatının ihtişamı karşısında gözü kamaşanlarca hor görülüp hoyratça kullanıldıkça bir nevi kreole dönüşmüştür (ama sadece “bir nevi”). Yoksa Türkçe de her dil gibi çevresindeki dünyayı kendi imkânlarıyla anlatmaya kâdir bir dildi.
Bir İran şairini 16. yüzyılda Türkçe şerh etmiş bir uzmanın kitabından örnekler vermek istiyorum buna. Bosnalı Sudi Farsça kelimelerin Türkçe anlamlarını açıklamak için eskiden işlek bir yapım eki olan -agan/-egen’i bol bol kullanmış:
ağlagan: giryân; akagan: revân; atılagan: cehân; bakagan: nigerân; bilegen: dânâ; çokragan [coşup duran]: hurûşân; ditregen: lerzân; dönegen: gerdân; geçegen: güzerân; göregen: binâ; gülegen: handân; idegen [eyleyip duran]: konân; incinegen, küsegen: melûl; kaçagan: güriz-pâ; kaynagan: cûşân; ohşayagan; olagan; oturagan; salınagan: hırâmân; sevinegen: şadmân ve şâdân; sıçragan: cehân; tutagan: darâ; urağan [vurup duran]: zenân; utanagan: hacîl; viregen; yaldıragan [parlayıp duran]: rahşân; yanagan: sûzân; yırtagan; yilegen [koşup duran]: devân; yuvalanagan, yuvanagan: gerdân; yürügen: revân. (İbrahim Kaya, Şerh-i Divan-i Hafız, dok. tezi, s. 257-58)
Gördüğümüz gibi hepsi bir Farsça kelimeyi karşılamak için de değil.
Ayrıca bu ekle yapılmış kelimelerin tümünü Sudi yaratmamış, Türkçede benzerleri vardı. Örneğin Farsça mûş (ki İngilizce mouse ile akrabadır) kelimesini açıklarken bir başkası şöyle yazmış: “Kuyruğu uzun sıçan demektir; fare manasına kesegen dahi derler” (Hülya Canpolat, Lamii Çelebi’nin Şerh-i Dibace-i Gülistan’ı, yük. lis. tezi, s. 197; sözdizimini modernleştirdim). Günümüzde biz de olağan, gezegen, süreğen gibi örnekler kullanıyoruz.
Lafı daha fazla uzatmadan söyleyeyim: Osmanlı üdebası, uleması Türkçeyi Sudi gibi işlemiş olsaydı bugün –sadece sözvarlığı bakımından da değil– çok zengin bir dilimiz olurdu. (Dillerin zenginliğinden ancak bu “işlenmiş olma” anlamında söz edilebilir.) İşte bu bakımdan Osmanlı yazarlarından –yuvarlak hesapla– 6 yüzyıl alacaklıyız.
Bu konuya devam edeceğim.