Ali Duran Topuz
Oxir be Tarık Ziya Ekinci
Tarık Ziya Ekinci bir mucizeydi. Bir Kürt siyasetçi olarak hapsedilmenin, sürgün edilmenin, işkence görmenin ve kurşunlanmanın neredeyse “doğal” sayıldığı bir yolu yürürken yüz yaşına merdiven dayamak bir mucizedir. Sayısız fikrin, akımın, yöntemin birbiriyle ve devletle mücadele ettiği bir ömrü sürerken hem Kürtler hem de Türkler arasında saygınlığını günden güne yükseltmek bir mucizedir, hem de düşündüklerini kimseden gizlemeden, bildiğini söylemekten vazgeçmeden.
“Askerin Lice’ye geldiği sene” doğduğu söylendi ona. Askerler Kürt şehirlerine hayır için gelmez, Şeyh Sait direnişinin senesiydi, 1925. Fakat sonradan, 1926’da doğduğunu saptayacaktı, tahsildar babası bir Kuran’ı Kerim’e yazmıştı doğum tarihini.
Zilan’ın kana bulandığı sene dört yaşındaydı. Çok güzel Kürtçe konuşan, çok güzel Kürtçe şarkı söyleyen babası, Dersim’den sonra hemen hemen bütün Kürt evlerinde yaygın biçimde görünen bir tutumu çok erkenden benimsemişti: Çocuklarının ev dışında Kürtçe konuşmalarına pek hoş bakmıyordu, çok iyi Türkçe öğrenmelerini, çünkü okumalarını istiyordu. Memur olarak devletin ne düşündüğünü erken kavramıştı, çocuklarını korumak istiyordu. Yine de küçük Tarık Ziya okula başlayana kadar Türkçe bilmiyordu.
Dersim’e kıyılırken 12-13 yaşındaydı, Kürtçe üzerindeki yasakları görüyor, baskıyı algılıyordu. Babasının dileğini yerine getirdi, 1943’te girdiği İstanbul Tıp Fakültesini 1949’da bitirdi. Dicle Talebe Yurdu’nda Musa Anter gibi Kürt yurtseverlerle tanıştı, burada ilk Kürtçe dergiyi gördüğünde çok şaşırmıştı, Kürtçeyi “köylü” ve “konuşma” dili, Türkçeyi okuma yazma dili sanıyordu! Politik bilincinin şekillenmesinde Yurt hayatının önemi büyüktü.
HİÇ KÜRT DOKTOR OLUR MU?
Hekim olunca ilk tayini Siverek’e çıktı. Siyasete atılmadan önceki en önemli vasfını, halkı lehine iyi iş görmeyi hekimlik tecrübesiyle geliştirdi; ömrünün sonuna kadar da mesleğini “hizmet” mantığından hiç kopmadan icra etti. Bir keresinde muayeneye getirilen hasta bir yaşlı kadın, doktorun kendisiyle Kürtçe konuşması üzerine öfkelenmişti: “Hani beni doktora götürecektiniz, Bu Kürt!” Kürtçe konuşan doktor bir mucizeydi çünkü.
Bir süre sonra ihtisas için Paris’e gitti, orada sosyalizmle tanıştı. Kürtlerin ezici çoğunluğu gibi 1950’de Demokrat Parti’yi destekliyordu, fakat Paris dönüşü artık bu görüşe uzaktı, 1957’de CHP’de siyasete başladı. Fakülte yıllarında tanıştığı “Dersim sonrası aydınlanma kuşağı”ndan Kürt arkadaşları pek hoşlanmadı bu durumdan ama o DP’nin Kürt meselesinde aldatıcı bir tutum içinde olduğuna karar vermişti. Politikaya artık sadece “Kürt” olarak değil, sınıfsal meseleleri de düşünerek yaklaşıyordu. CHP’nin sol namına ilgi çekebilecek hiçbir yanı yoktu elbette lakin iktidardaki DP artık kendisini sosyalist olarak tanımlamaya yönelmiş genç bir Kürt için bırakın cazip olmayı, karşısında durmayı gerektiren demokrasi karşıtı bir yoldaydı.
49’LAR, 484’LER, 55’LER, 23’LER
CHP’liliğinden kayda geçen bir tarih çıkmadı, darbeden önce (Musa Anter’in Kürtçe şiiri Kımıl’ın yayınlanması üzerine) 1959’da 49’lar vakası meydana geldi, peşinden darbe oldu ve 27 Mayıs 1960 darbecilerinin ilk işlerinden biri 484 Kürt ileri gelenini toplayıp Sivas’ta kampa kapatmaktı; bunlardan 55’i “ağa” diye tanımlanarak batı illerine sürgün edildi.
İsmail Beşikçi iki vakayı da Irak’taki siyasi gelişmelere, daha açık ifadesiyle Mele Mustafa Barzani’nin Başur’a dönmesine bağlar; krallıktan cumhuriyete geçen Irak’ta görünüşe göre Kürtler egemenliğe ortak olmuştu ve bu da Ankara’yı telaşlandırmış, Türkiye’deki Kürtleri ise cesaretlendirmişti. 1963’te de 23 kişi tutuklandı. Kürt tarih yazımında bu devlet saldırılarını sayılarla anma geleneği vardır ama sayıların karşılık geldiği kümelerin arkasında Kürt mücadelesini kuracak, yükseltecek yüzler, isimler belirginleşiyordu ve Tarık Ziya Ekinci de onlardan biriydi.
GENÇLER, AĞALAR, EŞKİYALAR VE KOMANDOLAR
Kürt siyasi mücadele tarihinin dört büyük dalgasından üçüncüsüne mensuptu:
İlk dalga Bedirhaniler, Babanzadeler gibi özerk beylik ve hanedanlık aileleriyle belirir. İkincisi Ubeydullah Nehri ile başlayıp Seyit Rıza ile biten dinsel-toplumsal liderler dalgasıdır. Üçüncüsü Dersim kıyımından sonraki büyük sessizliği 1950’lerin ikinci yarısında kırmaya başlayan eğitimlilerin yol açtığı dalgadır; 49’larla sembolleşir, ama o 49 kişiyle sınırlı kalmaz, bir kısmı öldürülen mücadeleci, dirayetli ve eylemci bir genç kuşak yükseliyordu: Musa Anter, Şerafettin Elçi, Sait Elçi, Sait Kırmızıtoprak, Medet Serhat, Yavuz Çamlıbel, Yaşar Kaya, Doğan Kılıç, Canip Yıldırım…
Genç eylemcilerin belirmesi kadar, 1950’lerden itibaren hızla yaygınlaşmaya başlayan “eşkıyalık” da devletin Kürt fobisini uyandırmıştı, “Kürtçülük” ithamıyla “tedbir”ler aranıyordu, tutuklamalar, Kürt illerine askeri harekatlar birbirini izliyordu. Bir Kürt raporu hazırlatan Cumhurbaşkanı Celal Bayar “49’ların” Taksim meydanında asılıp bir hafta sallandırılmasını” istiyordu açık açık. Toplu sürgün yani tehcir, 1000 (bin) Kürt aydının birden yok edilmesi düşünülen tedbirler arasındaydı.
Tutuklamalara yakından bakınca iki yönde yürütüldüğü anlaşılıyordu: Bir yanda “ağa”lar başlığı altında bölgenin ileri gelenleri hedef alınıyor, öte yanda genç entelektüel Kürtler. İlki toplumu günlük hayatta çekip çeviren figürlerin cesaretini kırmayı, ikincisi genç Kürt aydınlarının temayüzünü engellemeyi hedefliyordu. “Komanda harekatları” adıyla başlatılacak üçüncü “tedbir” ise meselenin toplumsallaşmasının önüne geçmeyi ve Kürt toplumunun “devlet korkusunu” derinleştirmeyi hedefliyordu.
ÇEKİM MERKEZİ OLARAK TİP
Tarık Ziya Ekinci darbeden sonra, 1961’de kurulan TİP’te politika yapmaya karar kıldı. Faik Bucak’ı da partiye katılmaya çalıştı, olmadı, Musa Anter, Kemal Burkay, Naci Kutlay, Tahsin Avcı, Said Burçin, Ruşen Aslan gibi birçok isim oradaydı. TİP Kürtler için güçlü bir çekim merkezi olmuştu. 1963’te Diyarbakır Belediye Başkan adayıydı. 1965 seçimlerinde parlamentoya girdi, Canip Yıldırım ve Musa Anter az oy farkla seçilme imkanını kaybetmişti.
Bu yıllarda Kürt aydın kuşağı içinde kısmen eşzamanlı biçimde iki tartışma filizlenmeye başlamıştı: Bir yanda ayrı, bağımsız bir Kürt örgütlenmesine gidilmesi gerektiğini düşünenler vardı, öte yanda mevcut partiler içinde güçlü biçimde örgütlenerek yol yürümek gerektiğini düşünenler, Tarık bey ikincilerdendi. Diğer tartışma ise Kürdistan’ın statüsü ve niteliğiyle ilgiliydi: Bir yanda bağımsızlık fikirlerine ilham veren “sömürgecilik” tezi yayılmaya başlamıştı, öte yanda “bölgesel geri kalmışlık/az gelişmişlik” şablonuyla dile gelen ve sorunu Türkiye’nin sisteminin dönüştürülmesiyle/demokratikleştirilmesiyle çözmeyi öneren tez öne çıkıyordu, Tarık bey ikincilerdendi.
DOĞU MİTİNGLERİ
TİP’in biraz hukuki kaygılarla ama çokça politik nedenlerle kaçındığı Kürt teriminden o da uzun süre uzak durarak konuları konuşmayı, tartışmayı tercih etti, bunun yerine “doğu” ibaresi kullanılıyordu. Sorun, “Doğu Sorunu”ydu, o da “doğulu”lardandı. “Doğulu Gençlik”, “Doğu Davası” ifadeleri yaygındı. TİP’teki ve TBMM’deki dört yıllık faaliyeti döneminde “doğu sorunu”nun Kürt sorunu kamusallaşmasını sağlayan isimlerin başında geliyordu. Siyasal alanda ve medya alanında hakim olan Kürt düşmanlığına karşı yürütülen mücadelelerde de yer aldı elbette, Kürtleri Afrika’ya sürgün etmeyi öneren Nihal Atsız’a karşı genç Kürt aydınların hazırladığı bildirinin yayılmasına yardımcı olmuştu mesela.
Organizasyonunda aktif rol oynadığı “Doğu Mitingleri” ile Kürt toplumunun ulusal talepler etrafında politizasyonunu hızlandırıyordu. Kuruluşunda aktif rol oynadığı Devrimci Doğu Kültür Ocakları bu politizasyonu güçlendiren bir başka faktördü. “Doğu Grubu”nun etkisiyle TİP 1970’teki dördüncü (ve son) kongresinde, “Türkiye’nin Doğu’sunda Kürt halkının yaşamakta olduğunu” dile getirerek söze başlayan bir karar aldı; Türkiye’nin yakın tarihinde herhangi bir “Türk partisi” bu kadar cesur bir adım atmadı.
SİLAHLI MÜCADELEYE HEP KARŞI
Darbe (12 Mart) geldi, TİP Kapatıldı, DDKO kapatıldı. Darbe rüzgarı geçtikten sonra TİP’i diriltme ya da benzeri bir yapı oluşturma girişimleri akim kaldı. Hem Türk hem Kürt sol akımları giderek militanlaşıyor, silahlı mücadele ve illegalite itibar kazanıyordu. Daha on yıl öncenin “geri bırakılmış doğu” kalıbı yerini “sömürge Kürdistan’a bırakıyor, birçok silahlı örgüt kuruluyordu. Sömürgecilik tezine hiçbir zaman yakın durmayan Tarık Ziya Ekinci, legalist anlayışı da hiçbir zaman terk etmedi. Bağımsızlığın imkansızlığına inanıyor, mümkün olsa bile bunun Kürtlerin lehine bir gelişme olamayacağını düşünüyordu. Sivil ve siyasal örgütlenme ve eylemliliğe inancından hiç vaz geçmedi. 70’lerin ikinci yarısında Kürt sol hareketler veye bağımsız isimler çok artmıştı, elbette buna sevinecekti ama Türklerle Kürtlerin birlikte mücadele etmedikleri sürece sonuç alamayacağı yine Tarık Ziya Ekinci’nin değişmeyen düşüncelerindendi.
DİYARBAKIR ZINDANINDA
Silaha karşı olması, radikalizmi ve illegaliteyi benimsememesi onu 12 Eylül faşizminin hışmından korumayacaktı elbette. Kürt karşıtlığını güncelleyerek yeniden örgütlemeye yönelen devlet ona, onun ve kuşağının öncülük yaptığı bilinçlenmenin ve aydınlanmanın hesabını soracaktı. Diyarbakır zındanında işkence görünler arasındaydı. Esat Oktan Yıldıran açıkça ölümle tehdit etmişti. 1982’de Paris’e gitti, 1989’a kadar doktorluk yaparak yaşadı orada. Döndüğünde bir süre Sağmalcılar cezaevinde tutuldu.
Karanlık 1990’larda çok faal görünmüyordu belki fakat çok ağır darbeler alıyordu, kardeşi Yusuf Ekinci, yoldaşı ve arkadaşı Musa Anter ve Medet Serhat katledildi. “Sevgili kardeşim Av. Yusuf Ekinci’nin cenazesiyle karşılaştığım an çektiğim acı, acıların en büyüğüydü.”
O günden sonra mücadele listesine bir de kardeşinin katillerini cezalandırma eklenecekti, aynı acıyı yaşamış diğer ailelerle birlikte. Faal görünmemesi bir görüntüydü sadece, 1994’te ‘Yeni Oluşum’ adıyla bir parti kurma girişiminin içinde oldu, “Kürtlerin ve Türklerin ortak bir parti kurması en büyük dileğim” diyordu, Aydın Güven Gürkan, Abdullah Baştürk, Fehmi Işıklar gibi isimlerle beraber çalıştı. Olmadı. En büyük üzüntülerinden biri de buydu. Benzer girişimlere hep yakın oldu.
En nihayet HDP’nin kurulmasıyla çok ümitlendi, hayal ettiği parti kurulmuştu, partinin Akademik Danışma Kurulu’nda yer aldı. Ankara’da 2013’te yapılan Demokrasi ve Barış Konferansının çağırıcılarındandı. Türkiye’nin sol hareketlerini Kürt meselesinde eleştirmekten geri durmadı, eleştirel tavrını 1984’te silahlı eyleme başlayan PKK’ye karşı sürdürmekten de çekinmedi, özellikle 2010 sonrasında “silahlı mücadele döneminin bittiğini” sık sık dile getirdi. HDP’ye yönelik eleştirilerini de saklamıyordu elbette ama özellikle 2015’ten sonra partiye yapılan baskılara karşı dayanışma çağrılarından hiç vazgeçmedi.
NOTLAR
1
ŞAŞMAZ BİR GERÇEKÇİ
Yaşdaşı Canip Yıldırım kuşağının politik tutumunu "bizim Kürtçülüğümüz platonik, romantikti" diye tanımlarken belki Tarık Ziya Ekinci’ye haksızlık ediyordu belki de, çünkü Ekinci “platonik ve romantik” olamayacak kadar gerçekçi ve pragmatik bir anlayışa sahipti. Sosyalistti ama “Leninist” Behice Boran’dan çok “Leninist olmayan Marksist” Mehmet Ali Aybar’a yakın duruyordu. Kürdistan’ın “bölgesel olarak az gelişmiş” olmasını, Kürtlerin ulus olarak tam temayüz etmemiş olmasıyla bağlantılı biçimde ele alıyordu. “Bölgesel eşitsizlik” fikrini hem adaylık sürecinde dillendirdi hem de seçildikten sonra yoğun biçimde gündemleştirdi.
2
DİCLE TALEBE YURDU ANISI
“Evet son derece mutlu oldum. Bakın ben Dicle talebe yurduna gidip geliyordum. Orada Mustafa Remzi Bucak, Faik Bucak vb. Kürt milliyetçisi olarak bilinen şahsiyetler vardı. Daha sonra, Musa Anter geldi. Bir gün oradaki arkadaşlardan birisi bana bir dergi gösterdi. Dergiyi açtı ve bana oku dedi. Hayatımda ilk defa Kürtçe basılmış bir dergi görüyordum. Açtım, gerçekten dergi Kürtçe. Suriye’den geliyor Hawar (Celadet ve Kamuran Bedirxan kardeşlerin Suriye’de çıkardıkları Kürtçe dergi) isminde bir dergi. O dergiyi okumaya çalıştım, alfabeyi de bilmiyorum. İlanlar falan var. Kürtçe dergi çıkıyor, Kürtçe yazı yazılıyor…
Bu olay beni müthiş heyecanlandırdı, gayri ihtiyari gözlerim yaşardı. O güne kadar Kürtçe yazı yazıldığından haberim yoktu. Bize öğretilen şuydu: Köylüler Kürtçe konuşur, şehirliler de Türkçe. Dil farkı şehirli ya da köylü olmaktan kaynaklanan bir olaydır deniyordu.”
3
ANAYASAL EŞİTLİK VE MİLLİYETÇİ SIDDIK SAMİ ONAR
Mesele, darbecilerin hazırlattığı anayasa çalışmalarında da gerginliklere yol açıyordu. Sıddık Sami Onar başkanlığındaki komisyon, yurttaşların eşitliği meselesini, özellikle “dil açısından eşitlik” meselesini ele almaya başlayınca kıyamet kopmuştu; Anayasa Komisyonu Başkanı Sıddık Sami Onar dil açısından eşitlik vurgusunun “Kürtçülük” tehlikesine yol açacağı fikrindeydi, Tarık Zafer Tunaya ise bu sakıncanın başka bir madde ile giderilebileceğini dile getiriyor, dil açısından eşitliğin anayasada yer alması gerektiğini savunuyordu. Onar öfkelenmişti, “Tarık Bey, sizin sandığınızdan daha milliyetçiyim” diyerek toplantıyı terk etmişti. Elbette Onar durumu Milli Birlik Komitesi’ne iletecek, profesör Tunaya ve eşitliğin eksik olmaması gerektiğinde ısrarlı olan doçent İsmet Giritli komisyondan atılacaktı.
4
EŞKİYALIK VE KOMANDO HAREKATLARI
Komando harekatları Kürt illerini bir tür toplama kampına çevirmiş gibiydi. Meseleyi kamuya açık tartışmaya dönüştüren isimlerden biri İsmail Cem olacaktı; İsmail Cem, Milliyet Gazetesi’nde “Acılı Doğu” adıyla bir yazı dizisine başlamıştı, “En hayret ettiğim şey” diyordu, “komandoların yaptıkları işi bir yurt görevi yapıyorlarmış gibi huzur içinde anlatmaları ve hareketlerinde kötü bir yön görmeyişleridir.” Elbette işi normal gören sadece talimatlı askerler değildi, Necmi Onur isimli bir Kürdofob İstanbul Gazetesi’nde şöyle yazacaktı: “Komando harekatı yerindedir. Doğu’da kültür emperyalizmi uygulanmalıdır.”
Ahmet Özcan, “Ama Eşkiyalık Çağı Kapandı” isimli (İletişim Yayınlarından çıkan) çalışmasında 1950-1970 arasında eşkıyalık meselesinin devlet nezdinde ve medyada ele alınış biçimini inceler; o günlerde sorunu “politik” olarak algılayan neredeyse sadece devlettir ve eşkıyaya yönelik takibat halkın topluca cezalandırılması anlamına gelecek biçimde yürütülür.
5
‘DOĞU’DAN KÜRT’E
Bugünden bakınca “Kürdistan” anlamında “Doğu” sözcüğünün kullanılmasının devletin inkar politikasına katılma anlamına geldiği öne sürülebilir ama bu fazla erken ve yüzeysel bir iddia olur, çünkü “Doğu grubu” ya da “doğulular” tanımı ve “doğu” mitingleri aslında “doğu” kelimesine o zamana kadar yapılan vurguyu değiştirir. Devletin ve ideolojik aygıtlarının (medya, akademi, siyaset) inkar (örtme ve küçültme, hatta aşağılama) için kullandığı kelime bu isimlendirme ve isimlendirmeye eşlik eden eylemlilik nedeniyle örtülen anlamını açık etmeye başlar. “Doğu” sözünün altında beliren Kürt varlığı, TİP’in 29-31 Ekim 1970 tarihli dördüncü kongresinde yazıya geçecekti, 6 No’lu kararda şöyle deniliyordu: “Kürt halkının anayasal vatandaşlık haklarını kullanmak ve diğer tüm demokratik özlem ve isteklerini gerçekleştirmek yolundaki mücadelesinin, bütün antidemokratik, faşist, baskıcı, şoven-milliyetçi akımların amansız düşmanı olan partimiz tarafından desteklenmesinin olağan ve zorunlu bir görev olduğunu…
Kürt halkının gelişen demokratik özlem ve isteklerini ifade ve gerçekleştirme mücadelesi ile, işçi sınıfının ve onun öncü örgütü partimizin öncülüğünde yürütülen sosyalist devrim mücadelesini tek bir devrimci dalga halinde bütünleştirmek için, Kürt ve Türk sosyalistlerinin Parti içinde omuz omuza çalışmaları gerektiğini…”
https://filedn.eu/lpwTKmJuSKCLNjzDCWvh2dm/kutuphane/TIP-kutuphanesi/tip-1970-4-kongre-kararlar.pdf
6
ERKEN BİR “ÇOK KÜLTÜRLÜLÜK” DÜŞÜNÜRÜ
Diyarbakır’daki çocukluk, ergenlik ve gençlik yılları, muhtemelen babasının Kürtçeye sınır getiren tutumunun da etkisiyle, Kürt meselesine gundî-bajarî taşralı-şehirli ikiliğiyle bakmasını sağlamış görünüyor, “bajarî” olmak Türkçe konuşmaktı, Kürtçe sadece geride bırakılması gereken “gundî”liğin bir hususiyetiydi. Bu bakış, fakülteyi kazanıp Dicle Talebe Yurdu’na gelmesiyle aşınmaya başlayacaktı. Fakat burada karşılaştığı milliyetçi perspektifi öne çıkaran arkadaşlarının etkisi, uzmanlık eğitimi için gittiği Paris’te Marksizmle tanışmasıyla yön değiştirir. Paris’te tanıştığı Marksizm, elbette Stalin’in ve onun üzerinden Leninizmin yoğun biçimde eleştirildiği bir Marksizmdir. Kürtlerin hakları ve Kürtçe yasaklar için mücadele eder elbette ama meseleyi toprak eksenli biçimde yani “Kürdistan” meselesi olarak görmez, bakış açısı sonraları “çok kültürlülük” olarak kuramlaştırılacak fikirleri önceler. Ayrılıkçılığa ulaşacak görüşlere hiçbir zaman sıcak bakmadı buna karşılık Kürtlere yönelik baskıları politik mücadele ajandalarına almayan “Türk solu”nu eleştirmekten de hiç geri durmadı.
7
“TÜRKİYELİLEŞMENİN ÖNCÜSÜ”
Songül Mifthakov onu “Türkiyelileşmenin öncüleri”nden sayarken yerden göğe haklı; bu kısa ama güzel değerlendirme için buyrun:
https://bianet.org/yazi/tarik-ziya-ekinci-turkiyelilesmenin-onculerindendi-298628
8
HAYSİYET İNSANI
İşkence görmekten çok işkenceye tanık olmaktan şikayet etti hep, işkence acı vericiydi ama başkasının işkencesine tanık olmanın aşağılayıcı, onur kırıcı bir yanı vardı. Tarık Ziya Ekinci bir haysiyet insanıydı çünkü.
9
Tarık Ziya Ekinci’den “tarihçi” diye de bahsedilir; gerçekten de kuşağındaki bütün Kürt aydınları gibi tarih merakı güçlü, tarih bilgisi çok genişti. Erdoğan Aydın’ın yaptığı bu söyleşi, hem tarih bilgisi, hem tarihe bakışı hem de meseleleri ele alışını iyi yansıtan çok etraflı bir söyleşi.
https://www.kovaradilop.net/2024/08/16/kurtler-icin-demokrasi-varlik-yokluk-meselesidir/