Levent Köker
Post-faşizmi seçimle yenmek mümkün mü?
Cumhuriyet târihinin en kritik seçimlerinden biri daha geride kaldı. 14 Mayıs’ta yapılan milletvekili seçimlerinde TBMM salt çoğunluğunu elde etmiş olan Cumhur İttifâkı, Erdoğan’ın bir kez daha Cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte, iktidarını firesiz sürdürmeyi başardı. Hiç kuşkusuz, bu gelişmenin nedenleri ve önümüzdeki dönemde ne gibi etkileri enine boyuna tartışılacak. Bu yazının amacı da böyle bir tartışmaya, tabiî ki kendi bakış açımdan, bir başlangıç oluşturmak. Sanırım, başlangıç için netleştirilmesi gereken noktalar arasında en zorunlu olanı, üzerinde konuştuğumuz konunun ne olduğunu ve bu konuyu nasıl konuşmak istediğimizi ortaya koymak. Buradan başlamalı.
BİLİMSEL, OBJEKTİF ANALİZ Mİ?
Siyâsî olguları ele alırken “bilimsel” bir yaklaşım geliştirmek gerektiğine dâir, yabancısı olmadığımız yaygın bir kabûl var. Bu kabûlün popüler bilinçte en yer etmiş versiyonu, adına genel olarak “sosyal bilimler”, bizim konumuz bakımından özel olarak “siyâset bilimi” denilen alanlarda, tıpkı doğa bilimlerinde tâkip edildiği varsayılan teori ve metodları kullanmak gerektiğini kabûl ediyor. Yâni, olguların gözlemlenmesine dayalı bir veri birikimi, bunlardan yola çıkılarak yapılan genellemeler, bu genellemelerin doğrulanması yoluyla elde edilecek açıklamalar.
Burada, bir temel kabûl var: olguların objektifliği veyâ Türkçe karşılığıyla nesnelliği. Kabaca, olgu denilen şeyin, örneğin içinde bulunduğumuz bir mekândaki nesneler gibi, bizim dışımızda ve dolayısıyla da aynı mekândaki herkes tarafından görülebilir, algılanabilir olduğu. Daha somut olarak söylemek gerekirse, örneğin bir oturma odasındaki koltuk, o oturma odasında bulunan herkes için nasıl varlığı inkâr edilemez ölçüde somut ve nesnel ise, doğada veyâ toplumda gözlemlenecek olgular da böyledir.
İşte, doğa ve toplum evrenlerindeki olguların aynı objektiflikle gözlemlenebilir olduğuna dâir bu temel kabûlden hareketle, siyâsî olguların objektif olarak gözlemlenebileceğini esas alan “bilimsel yaklaşım”, olguların tesbitinden sonra bunların nedenlerini açıklamaya yönelmekte, yâni neden-sonuç ilişkilerini bulup ortaya çıkarmaya çalışmaktadır.
Aslında iş o kadar da basit değil. Bir anlatıya göre, ünlü bilim felsefecilerinden Karl Popper, bir gün sınıfta öğrencilerine kâğıt ve kalem çıkarmalarını ve çevrelerini gözlemleyerek, gördüklerini yazmalarını söyler. Öğrencilerinden biri söz alarak sorar: “Hocam, neyi gözlemlememiz gerekiyor?” Anlatının iletmek istediği mesaj nettir: Bilimsel araştırmada gözlemden önce gelen, yâni neyin gözlemlenmesi gerektiğini bir bakıma belirleyen bir problematik (sorunsal) mevcuttur. Yâni, gözlem yapan kişi, mutlaka “ne oluyor?”, “neden böyle oluyor?” türünden bir soruya veyâ sorular dizisine yanıt aramaktadır. Özetle, önceden bir problematik olmaksızın gözlem yapmak mümkün değildir.
REKABETÇİ OTORİTER SEÇİM
Şimdi, çağdaş Türkiye siyâsetini konu alan incelemelerde farklı problematiklerin geçerli olduğunu görebiliyoruz ama, hepsinin ortak paydasını demokrasi kavramı oluşturuyor. Siyâset bilimi disiplininin hâkim problematiğini, tüm eleştirilere rağmen belirlemeyi sürdüren bir demokrasi tanımı var. Buna göre demokrasi, kısaca liberal, anayasal temsilî demokrasi. Biraz daha açarsak, insan haklarına dayanan, kuvvetler ayrılığını, özellikle de yargı bağımsızlığını içeren, hukukun üstünlüğüne bağlı, genel ve eşit oy, özgür ve âdil seçimlerle belirlenen yasama ve yürütme organları eliyle işleyen bir devlet düzeni. Bu problematiğe göre üzerinde durulması gereken sorular, böyle bir düzenin oluşması için gereken koşulların neler olduğu, bu koşulların neden bâzı toplumlarda gerçekleşirken, bâzı toplumlarda ve bu arada Türkiye’de neden gerçekleşmediği ve tabiî en nihâyetinde böyle bir demokrasinin gerçekleşmesi için nelerin yapılması gerektiği.
Türkiye siyâsetinin özellikle AKP ve Erdoğan iktidarı altında geçen son dönemlerini konu edinen siyâset bilimi literatüründe, “rekâbetçi (yarışmacı) otoriterlik” kavramına sıkça rastlanıyor. Bunun yanında, “delegasyoncu demokrasi”, “seçimli otoriterlik” veyâ “illiberal (liberal olmayan) demokrasi” gibi betimlemeler de var ama en popüler kavram “rekâbetçi otoriterlik”. Kavramın sâdece bilimsel araştırmalarda değil, aynı zamanda medya organlarında da benimsendiği ve yaygın olarak gündelik akış içinde kullanılmakta olduğunu görüyoruz.
Rekâbetçi otoriterlik, yukarıda özetlemeye çalıştığım bir ucunda liberal, anayasal demokrasi, diğer ucunda ise kapalı otoriter rejim tipinin yer aldığı bir skala üzerine yerleştirilmiş bir rejim tipi. Bu rejim tipi, anayasal demokrasilerde vâr olan genel ve eşit oy, çok partili hayat, dönemsel seçimler gibi unsurları içeriyor ama bâzı yönleriyle otoriter rejim özellikleri gösteriyor. Rejimi otoriterliğe yaklaştıran unsurlar, ifâde ve örgütlenme özgürlükleri üzerinde kurulmuş olan baskı ve kısıtlamalar, yargı bağımsızlığının ve hukuk devleti özelliklerinin tahribâtı. Bu kısıtlamalar ve tahribât, dönem dönem yapılan seçimlerin eşit, özgür ve âdil koşullarda gerçekleşmediğini gösteriyor. Bir diğer deyişle seçimler, iktidarın kendi lehine olacak şekilde kontrol ettiği bir iletişim ortamında ve hukukun çiğnendiği bir yargı düzeninde gerçekleşiyor ve hemen tüm örneklerde seçimlerde, iktidarı elinde tutanlar gâlip geliyorlar.
Aynen Türkiye’de bugün olduğu gibi. Hattâ, bugün olanın geçmişten gelen kökleri de var. Bugünden başlayalım. İkinci turda Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan’ın bu üçüncü kez seçilişi. Buna karşılık, Yüksek Seçim Kurulu’na göre bu ikinci seçim, zîra, Kurul’a göre 2018’den önceki Anayasa’da da vâr olan bir kimse en fazla iki defa seçilebilir kuralı 2018’de farklı bir hükûmet sistemi için yeniden ve Kurul’a göre “ilk defâ” yürürlüğe girmişti. Kurul’un kararı kesin hüküm niteliğinde olduğu için, Erdoğan yeniden aday olabildi ve seçildi. Daha geriye giderek, yargı organlarının iktidar sâhiplerini gözeterek karar aldıklarına dâir örnekleri, 2014’teki ilk halk tarafından Cumhurbaşkanı seçiminden bu yana sıralayabiliriz; 2017 referandumundaki mühürsüz oyları geçerli sayma kararını da unutmadan. Medya organlarının, bir kamu kurumu olan TRT dâhil, nasıl hükûmet yararına kontrol altında tutulduğunu, seçim sürecinde etkili olma gücüne sâhip bakanların aynı zamanda milletvekili adayı olarak istifâ etmeksizin seçimlerde yer aldıkları gerçeğini bunlara ekleyebiliriz.
POST-FAŞİZM
Tablo, yâni “gözlemlenen olgular” tamamdır. Karşımızda, tipik bir “rekâbetçi otoriter rejim” bulunmaktadır. Buradan hareketle, 14 ve 28 Mayıs günlerinde yapılar seçimlerin Türkiye açısından târihî önemde seçimler olarak gören bâzı gözlemciler, akademik veyâ gazetecilik mesleğinden gelenler, seçimlerin muhalefetin zaferiyle sonuçlanması hâlinde gerçekten önemli bir “olgu”nun ortaya çıkacağında birleşiyorlardı. Buna göre, seçimleri, hattâ yalnızca Cumhurbaşkanı seçiminin ikinci turunu muhalif aday kazanmış olsaydı, Türkiye kendi klâsmanında rekâbetçi otoriter rejimlerde imkânsız denecek ölçüde zor bir işi başarmış ve demokrasiye geçiş için ciddî bir adım atmış olacaktı. Böyle bir muhalefet zaferi, Türkiye’nin AKP’den önce bir demokrasi olduğu zehâbına kapılmış olan bâzı yorumcular için, demokrasiye geri dönüş diye de nitelenebiliyordu.
Acaba? Lûtfen dikkât buyurunuz. “Rekâbetçi otoriter rejim” kavramı ve benzerleri üzerinden yürütülen çözümlemeler, “bilimsel objektif analiz” niteliğinde ortaya konuluyorlarsa da, aslında bir demokrasi tipinin, anayasal veyâ liberal temsilî demokrasinin idealize edilmesine dayanan ve Türkiye’de de nelerin olması gerektiğini buyuran bir yaklaşım niteliğinde. Aslında, terim yerindeyse “eşyânın tabiatında” olan bir şey bu. Önceden tanımlanmış bir probleminiz yoksa, gözlem ve analiz de yapamazsınız. Bununla birlikte, “rekâbetçi otoriter rejim” ve kavramsal türevleri üzerinden yürütülen “bilimsel ve objektif analiz” türünde ortaya çıkan problem, görüneni olduğu gibi kabûl etmekle yetinen bir betimleyici düzeyden hareket etmesi.
Şöyle açıklayayım. 14 ve 28 Mayıs seçimlerini muhalefet kazanmış olsaydı, ileri sürülen demokrasiye geçiş veyâ “demokrasiye dönüş” gerçekten ne anlam ifâde edecekti? Muhalefetin projesi olan güçlendirilmiş parlâmenter sistemin (GPS),Türkiye’de neden hiç doğru dürüst bir demokratik düzen inşâ edilemediğine dâir temel sorunları çözmeye yönelmediği görülmüyor muydu? Türkiye’nin “rekâbetçi otoriter rejim” denilen bugünkü rejim tipine uygun bir durum arz etmesinin gerisinde yatan ana sorun veyâ sorunlar nelerdi? Bu soruya GPS projesinin anlamlı bir yanıtı var mıydı?
Dahası, 14 Mayıs’ta TBMM çoğunluğunun Cumhur İttifâkı tarafından kazanılmasıyla birlikte bu projenin hayâta geçirilmesi zorlaştıktan sonra, Kılıçdaroğlu’nun ikinci turu kazanmak amacıyla ırkçı milliyetçi gruplarla protokol imzâlamasının anlamı neydi? Sonuç belli olduktan, Erdoğan üçüncü kez Cumhurbaşkanı seçildikten sonra, Millet İttifâkı’na destek verdiğini bildiğimiz medya organlarında, seçimin kaybedilmesinin ana sorumlusu olarak “yabancılar”ın oy kullanması ve Kürt seçmenin sandığa gitmemesi gibi argümanların dile getirilmesine ne demeli?
Bütün bunlar, Türkiye toplumunun ciddî bir “post-faşizm” hâli içinde bulunduğunu işâret ediyor. Türkiye’deki rejim, seçim mekanizmasını kendi varlığı için tehdit olarak görmek bir yana, varlığını meşrûlaştırmakta elverişli bir araç olarak gören, kendisini kâh dinci-milliyetçi, kâh ırkçı-milliyetçi temelde vâr eden ve varlığını sürdürmek için -şimdilik- klâsik faşizmdeki gibi sokak çetelerine çok da ihtiyaç duymayan bir rejim. Bu rejim, “bilimsel objektif analiz”in îmâ ettiği gibi, muhalefetin seçim kazanması sûretiyle “demokrasiye dönüştürülebilecek” nitelik taşımıyor, bu nedenle “kazanacak aday” tartışmasını yeniden sofraya sürmek de doğru değil. Kezâ, “hele bir başkanı değiştirelim sonra bakarız!” yaklaşımının doğru olmadığı da herhâlde anlaşılmış olmalı.
Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız" beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.