Aydan Gülerce
Rejim referandumu mu, seçim mi?
Büyük tarih yaklaşıyor. Yurtdışındaki seçmenlerin oyları gelmeye başladı bile. Farklı türlerde ve coşku düzeylerindeki kampanya çalışmaları da soluksuz devam ediyor.
Sıcak siyasete gömülmüş partili seçmenlerin kamuoyu yoklamalarına ve kendi gözlemlerine göre seçimin sonucundan beklentileri hala başa baş gidiyor. Tabii buna bağlı olarak da duyacakları kazanma sevinci veya endişe de artıyor. Kimileri kutlama planları yaparlarken, kimilerinin de hiç sesi çıkmıyor.
Fakat bu yazıma başlangıç noktası teşkil eden öyle bir husus var ki o da bence yeterince önemsenmek şöyle dursun, pek dikkate bile alınmıyor: CB veya MV oyunu ne şekilde kullanacağının kararını vermiş olsun veya olmasın, sandıktan çıkacak sonuçtan değil, seçimin kendisinden ürkmeye başlayanların sayısı da, huzursuzluğu da her geçen gün biraz daha artıyor.
Bununla tedavüldeki sandık güvenliğine ilişkin bazı endişeleri işaret etmiyorum. Zaten “sandık güvenliği” ile o günkü asayiş veya oylara sahip çıkılmasını kastetmediğimi daha önce de yazmış idim. Şimdi değineceğim konu ise, bu seçime epeydir hem bir “referandum”, hem de “ya istibdat, ya istiklal” hatta “ölüm/kalım” gibi çok yüksek manidarlık seviyesinde anlamlar yüklemlenmesi ile ilgili.
Zaten popülizmin kol gezdiği toplumlarda demokrasinin “referandum” yöntemini nasıl araçsallaştırdığı ve genellikle halkın tercihinin egemen zihniyetten yana sonuçlandırdığı bilinir. Hangi durumlarda “yurttaşların demokratik katılımı” demek olmadığı hiç değilse Brexit sonrasında, “dezenformasyon” meselesi haricinde de yeterince olmasa da biraz tartışılmıştı.
Tabii hala son Anayasa referandumu başta olmak üzere kendi tarihimizdeki örneklerle hala doğru ilişkilendirilebildiği ve siyasi içgörü kazanıldığı pek söylenemez. “Yetmez, ama Evet” siyasi söyleminin pratik sonucu ‘Evet’ eylemine yeniden bakalım. Yani içerik tartışmalarını geçmişte bırakmış olarak, ondan hem bağımsız hem de ilintili olarak, “yöntem” kısmına sadece.
İnsanlara yine Evet/Hayır gibi, Demokrasi/Otokrasi gibi iki seçenekten biri arasında seçim yapmak durumunda oldukları sıklıkla vurgulandı. Bu kez bir “torba” ile karşı karşıya bırakılmadıkları, sadece tek bir madde üzerinde tercihlerini yapacakları düşünülebilir. Nitekim bu herhangi bir referandumun ideal önkoşullarından biri.
Fakat gelin görün ki, CB referandum/seçiminin seçeneklerinin her ikisi de değil torba, çuvallar dolusu anlam yüklü. Çoğul göstergeler bile olsa, siyasetçilerin istiklal veya istibdat, demokrasi veya otokrasi dedikleri ile seçmenin kafasındaki çağrışımlar aynı mı bakalım? Nitekim sağlıklı bir referandum için seçmenin seçenekleri teşkil bu konularda yeterince iyi bilgilendirilmiş olması ilkinden çok daha önemli bir önkoşul. Bunlarla nelerin kast ve vaat edildiği çok iyi açıklanmış olmalı.
Tabii hangilerinin temsiliyetinin hangi adaylarla yapıldığı da yöntemin sağlıklı çalışması için gerekli. Çünkü “referandum” sorusunu paketleyenler ile yanıtlayanlar arasında bu açıdan örtüşme veya yeterince iyi eşleşme yoksa, elbette seçmen demokrasi/otokrasi, istiklal/istibdat veya özetle “beka” gibi meselelerden kendi anladığına (algı ve muhalemesine) göre davranır.
“ÇOKTAN SEÇMELİ” SORU
Tabii bundan daha önemli ve muhalefet açısından yazıklanılabilecek başka bir durum daha var: Kilit seçmenin genel anlamda “siyasî içgörüsünün” veya demokrasi/otokrasi, vb kavramlardan anladıklarının ve beklentisinin siyasetçilerin söyleminin önünde olması. Örneğin, sadece CB seçimi öncesi” ya demokrasi seçeneğinin karşısına “ikicil zıtlık” olarak konan rejim kavramına bakalım. Referandum/seçim öncesi hazırlık döneminde siyaset bilimciler ve onların retoriklerini kullanan siyasetçilerin telaffuz ettikleri “rekabetçi”, “otoriteryen”, “otokratik”, “faşist”, “hükümetsiz”, “tek adam”, “İttifak”, “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem”, “2+5 CB yardımcılı ve hükümetli başkanlık” gibi muhtelif ve muğlak bırakılmış kavramları hatırlayalım.
Küçük veya büyük muhalefet ittifaklarının, “iktidarın söylemlerine takık biçimde, hala da onunla zıtlaşmak ve abuk gündem yemleriyle oradan oraya odaksız sürüklenmelerini” görelim. Rejim seçeneği konularında “seçmeni açık seçik bilgilendirmeyi ve geçiş sürecine dahil etmeyişlerini” de dikkate alalım. Elbette “araştırma şirketlerinin, medyatik ve işgüzar kanaat önderlerinin öznel aracılıklarının kendilerinin doğrudan gereksinim ve taleplerinin önüne sözcü-yorumcu-oyuncular olarak bir paravan gibi geçmiş olduklarını” da hiç unutmayalım.
Böyle durumlarda, “daha bulanık bırakılmış referandum seçeneği” kafası zaten net olmayan seçmenin “karar alma iradesini dondurur”; askıya alır. Başka bir deyişle, bu seçmen “kendi arzusu bilmekte, eğiliminin kararını almakta pek bir sıkıntı duymasa da, onun karşılığının sandıktan çıkabileceği inancını yitirir”. Kararsızlıktan boğulur. Zaman baskısı ve oy kullanması konusunda “yurttaş/lık baskısı” arttıkça da sandıktan soğur. Sandığa giderse de “tepkisel” olarak “boş”, “geçersiz” oy kullanır veya “herhangi bir” seçeneğe damgayı basar.
Nitekim bu seçimde bir referandumda olduğu gibi Evet/Hayır, Doğru/Yanlış tercihi yok. Muhalefet isterse 3. ve 4. (“çeldirici/bölücü”) CB adaylarının oylarını önemsemesin. Veya hepsinin Erdoğan’a gideceğini, yarayacağını, yani aslında oylamanın yine iki seçenek arasında olacağını seçmene anlatsın. İktidar yandaşları da isterse sosyal medyada 2., 3. ve 4. adayları patates, soğan ve hıyarla eşleştirsin.
Her halükarda “kararsız, yorgun, aşırı bıkkın ve sıkkın kilit seçmen” açısından bu soru “Doğru/Yanlış” gibi iki değil, “çoktan seçmeli” bir sorudur. Dahası, “doğru” (=arzulanan) seçeneğin tutturulma olasılığı “yazı/tura” gibi %50 veya 4 adaylı diğerindeki gibi %25 değildir. Her iki durumda da “görünmeyen ve fakat sonucu belirleyen” bir 3. şık (“ne Doğru, ne Yanlış”) ve 5. şık (“Hiç biri”) vardır.
YOLUN HENÜZ BAŞINDAYIZ
Öte yandan, iktidar hanesinde, belli ki muhalif seçmen açısından veya nesnel olarak demokratik toplum ve iyi yönetim bakımından “Yanlış” olduğu aşikar olan pek çok somut gösterge var. Muhalefet adayı Kılıçdaroğlu yardımcıları İmamoğlu ve Yavaş ile birlikte son bir aydır bunları halka doğrudan temaslarla anlatmak için muazzam bir performans sergiliyorlar. Zaten bana kalırsa muhalefetin CB seçimindeki başarısı bu “üç silahşörler ve Dartanyan” (Kaftancıoğlu) sayesinde gelecek. Zira muhalefet ittifak ortaklarının kendi kimlik oylarını çoğaltmak adına stratejik kampanyalarında sergiledikleri - fakat seçmenin CB tercihi sürecini bil(mey)erek) ciddi biçimde sabote eden- farklı ve ittifak içi tutarsız söylemleri bitmek bilmedi.
İktidar ittifakındaki siyasiler ve taraftarları her gün gündeme yine son derece abuk ve bolca malzemeler sunmayı sürdürüyorlar. Fakat muhalefetin bu tuzaklara düşüp “laf ebesi” gibi, artık hala cevap yetiştirmemesi gerekiyor. Bu çelmelere takılıp, dikkatini dağıtıp, halka kendi somut projelerini tanıtmayı aksatmaması şart. Özellikle de Kılıçdaroğlu’nun “beni tanıdıkça seveceksiniz, güveneceksiz” dediğini, öncelikle kendisinin hiç unutmaması önemli.
Kısacası, şu seçim öncesi ve seçmenin siyasi bellek yorgunluğu kadar stres yoğunluğunun da artacağı önümüzdeki günlerde, Kılıçdaroğlu ve ekibinin yukarıda değindiğim ve ihmal edilmiş hataları yinelememesi çok önemli elbette.
14 Mayıs şimdiden ülke tarihinde önemli bir köşeyi kapmış bir tarih. Büyük olasılıkla sandıktan, hem de ilk turda Kılıçdaroğlu’nun Türkiye’nin 13. Cumhurbaşkanı olarak çıkmasını bekliyorum. Fakat tarihi bir kırılma veya geçiş dönemine başlangıç noktası teşkil etmesi pek çok başka, fakat öncelikle şu değişkene bağlı. Kaldı ki onun için de 14 Mayıs’a kadar beklemek gerekmiyor:
Önümüzdeki seçim bir rejim referandumu filan değildir. (Tabii birileri “darbe girişimi” dedi diye de öyle olmaz.) Siyasi serinkanlılık ve demokratik olgunlukla, rahat ve huzurlu davranılması gereken bir CB ve düzgün işletilmemiş TBMM için MV seçimidir. Zaten geçen hafta Türkiye’de rejimin ve toplumun bir “kimlik” arayışında olduğunu ve bunun da sandıktan çıkamayacağını yazmış idim.
Çünkü devlete ve topluma egemen rejimin demokratik dönüşebilmesinin zorunlu ön koşulu her alanda hakim eril ve sınır karakterli zihniyetin değiştirilmesidir. Bunun en tipik göstergelerinden biri de “ya/ya da” şeklindeki ikicil (dikotomik) bilişsel süreçler, bu uç kutuplara yapıştırılmış “ya aşk/ya da nefret” gibi dramatik duyuşsal ve geçici-durumsal fevrî tepkilerdir.
Sonuç olarak, bir öğrenci “doğru” yanıtını bilmediği bir soruda “doğru” yanıtı da işaretleyebilir. Fakat “ne öğrenci, ne öğretmen, ne de sistem” bunu “başarı” veya “yetkinlik” sayarak kendilerini kandırmalı. Özellikle de, kaç seçenekli olursa olsun, soru zaten yol yordamı ve içeriği ile baştan “yanlış” ise, “demokrasi gibi bir doğru yanıtın da o seçenekle karşılık bulacağı sanılmamalı. Açıkçası, Türkiye’de rejimin demokratikleşmesi için bilinçli, kapsamlı ve geniş katılımlı çabalar zorunlu. Ve şu veya bu tarihsel dönemlere nostaljiye de hiç gerek yok. Çünkü yolun daha oldukça başındayız. Sadece tıkandığımız için oldukça uzun zaman ve çok sayıda dönüştürücü bireylerimizi kaybettik. Yani kolektif demokratikleşme ve diyalojik gelişme daha yeni başlıyor.
Aydan Gülerce: Psikoloji Lisans, Uygulamalı Psikoloji Master, Klinik Psikoloji Doktora ve Doktora-sonrası Psikanaliz eğitimlerini Hacettepe ve Fulbright burslusu olarak Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. 1987’den bu yana Boğaziçi Üniversitesinde tam-zamanlı ve Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Yanı sıra çeşitli kurumsal danışmanlıklar, psikoterapi ve süpervizyon eğitimleri verdi, toplumsal sorumluluk ve araştırma projeleri yürüttü. Disiplinler arası akademik çalışmaları çok çeşitli konulardaki uluslararası yayınları ağırlıklı olarak ilişkisel ve dönüşümsel meta-kuram, eleştirel psikanaliz, kuramsal psikoloji, siyasi söylem çözümlemesi, öznellik ve bireysel-toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki analiz ve yorumlarını ise muhtelif dergilerde, Yeni Yüzyıl, Radikal, Daktilo1984 ve Politik Yol gibi gazetelerde yazdı.