Şiddet sadece daha fazla şiddet üretir. Peki nasıl yönetilir?

Bugün Türkiye’de de, dünyanın farklı yerlerinde de şiddetin miktarı değilse bile, belki türü, içeriği ve dozu kesinlikle dönüşmüş durumda. Bizde birilerinin “Yaşasın idam” densizliğinden sonra, ABD’de Joe Biden ilk idam infaz kararını imzalıyor.

“Çivi çiviyi söker” mi, bilmem. Bu sözün muadili başka bir kültürde var mıdır, onu da bilemem.

Fakat öyle bazı insanî ve toplumsal gerçekler vardır ki kültürden kültüre değişmez.

Yani bunlar her türlü ırk, etnisite, cinsiyet, din, ideoloji, milliyet ve benzeri kategoriler ötesidirler. Tarih boyunca gözlenmiş ve insaniyetin bilge bilgi birikiminde “evrensel doğrular” olarak kabul edilir.

Dolayısıyla bunlar tartışılmaz bile. Toplumların, kurumların ve bireylerin “uygarlık seviyesini” de nitekim, bu verili ve olgusal doğruların üstüne neyi, ne kadar koyarak gelişebildikleri belirler. “Olumsal” (contingent) olarak, yani kendi “yerel bağlam ve konjonktürel tarihsel koşullarının yönetilmesine bağlı” olarak, toplumlar, kurumlar ve bireyler arasında değişkenlik gösteren de odur.

Nitekim biyolojik anlamda kalıtsal olmayıp, toplumların, kurumların ve bireylerin siyasî tarihsel bağlamda ve psikososyokültürel anlamda reflektif olarak bilfiil dönüştürmeleri gereken de budur.

Örneğin şiddet meselesi. Şiddet yıllardır medya belirli bazı sansasyonel olayları arada haber yaptıkça dönem dönem gündem oluyor. Peki gündem oluyor da ne oluyor? Bol miktarda istatistik veriliyor. O sezonun gözde popüler “bilirkişileri” ekranlarda veya yazılarında bazı sağduyusal klişeleri bıkmadan usanmadan tekrar ediyor.

Genellikle devletten beklentilerden, çoğunlukla da hukuksal önlemlerin veya cezaların yetersizliğinde söz ediliyor. Sonra konu daha çok çaresizlikle rafa kaldırılıyor. Bir süre sonra daha da şiddetle geri gelinceye kadar!

İşte bugünlerde yeniden Türkiye’nin dikkatine geldi. Bu kez adı ister Esenyurt olsun, isterse Akbelen. Başımızı nereye çevirsek orada sayısız türde, biçimde ve dozda şiddet örneğinden geçilmiyor.

Ne yazık ki, niyetleri her ne olursa olsun bazı uzman yorumcular, iktidar/muhalefet siyasetçiler, gazeteciler veya sivil toplum kuruluşlarınca şiddeti eleştireyim derken, bilmeyerek istemeyerek de olsa sergilenen de yine farklı türlerde şiddet. Başka bir deyişle, bunlar meselenin kendine yakın bir ucundan bir eliyle bir tutup düzelteyim derken, diğer eliyle kaç tanesini bozduğu veya körüklediği son derece ciddi, ince ve iç içe geçmiş meseleler. O oranda da etraflıca konuşulup tartışılamayan ve bir türlü de dönüştürülemeyen, hem yaralı hem de hasar verici meseleler.

ŞİDDET NEDİR?

Şiddet evrensel olmakla birlikte, başta “Şiddet nedir?” sorusu olmak üzere şunlar gibi bazı muhtelif sorular da hayli kalıcı ve klasikleşmiş görünüyorlar. O bakımdan da dünyanın farklı yerlerinde ve zamanlarında da tekrar ediliyorlar. Örneğin:

-Şiddet neleri, hangi görünen veya görünmeyen davranışları kapsar?

- Şiddetin temelinde ne yatar?

- Din, devlet, bilim, teknoloji, sanat, siyaset, vb. söylemler şiddetten “bağımsız” veya “arınık” düşünülebilir mi?

- Şiddetin akademide veya medyadaki temsilleri ile, sözüm ona şiddet eleştirisi yapılırken bile şiddet nasıl yeniden-üretilebiliyor?

- Günümüzün dijital iletişim teknolojileriyle şiddet nasıl hızlı bulaşıyor ve yayılabiliyor?

- Bugün şiddet davranışlarında düne nazaran artış var mı?

- Şiddetin daha fazla gözlemlendiği tarihsel dönemler var mı?

- Şiddet bireylerden mi, kurumlardan mı, toplumsal yapılardan mı, yoksa “kör talih”ten mi kaynaklanır?

- Şiddete bağlamdan ve tarihsel koşullarından kopuk bakılabilir mi?

-Bu bilirkişi “otoriteler” arasında bir “şiddet dışı hiyerarşi” var mıdır?

- Şiddet hakkında kimler konuşmaya yetkilidir?

-Şiddetin dil ve iletişim ile ilişkisi nedir?

-Şiddet nasıl olur da bir kişiler arası ve kamusal alanda iletişim dili olarak yeşerebilir ve büyüyebilir?

-Şiddetin ne kadarı kamusal, ne kadarı özel alana ait meselelerdir?

-Savaş, terör, grup katliamı gibi olayların arkasında liderleri ve onları izleyenlerin olduğu kadar, kurbanların bireysel duygu, düşünce ve davranışlarının şiddette rolü nedir?

-Bir toplumda şiddetle nasıl başa çıkılabilir?

-Şiddetin sönümlenmesi olanaklı mı?

ŞİDDET NASIL ÜRETİLİR, NASIL SÖNÜMLENİR, NASIL YÖNETİLİR?

Bu soruların ardı arkası kesilmez. Burada durup son sorudan başlayabiliriz. Kendi teori-pratik önkabullerim pek çok insana “ideal, ütopik, olanaksız, uzun iş, pragmatik değil” vb gelebilse de ve elbette diğer sorulara da birlikte yanıtlarımla ilişkili ve bağlı olarak, şiddetin sönümlenebildiği yönünde.

Öyle olmasa zaten bu yazıda başlığa koyup öncelediğim soruyla da ilgilenmek abes kaçardı. Girişte de değindiğim gibi, pek çok bireysel, kurumsal ve toplumsal meseleye olduğu gibi, şiddeti konuşmaya da önce bazı felsefî ve yaşamsal önkabullerimizi ve kavramsal tanımlarımızı gözden geçirerek başlamakta yarar görürüm.

Sönümlenme veya yönetilme meselesine gelmeden önce kesinlikle sorgulamadığım önkabullerimden bazıları şöyle:

Bir biyolojik tür homosapiens sapien olarak ne kadar evrimleşmiş olursak olalım “hayvanî” dediğimiz ve bazen yerip, bazen de beğendiğimiz, başka hayvan türleriyle ortak özelliklerimiz var. Biz de bedensel donanımımızda yaşamsal önemdeki iki temel itki/tepi ile doğarız. Tehditlere karşı korunmacı saldırganlık ve yaşamı idame ettirici enerji olarak cinsellik.

Fakat bunun gibi başlangıçta mevcut diğer sahici ve ikicil kategori olan biyolojik (anatomik, fizyolojik, vs) cinsiyet ne kadar net ve ayrışık ise, saldırganlık ve cinsellik itkileri o derece “ilkel” ve birbirlerinde ayrışmamış, yani füzyon halindedirler.

Bunlar yenidoğan koşullarından çıkıp psikosoyokültürel dünya ve başkalarıyla etkileşimsel pazarlıklar halinde biçimlenir. Birbirlerinden ayrıştırılarak şiddet veya sevgi duygu, düşünce, davranış ve politikalarına dönüşür. Yani “gelişimsel nitelikleri” dürtülerin özneleşme (subjectivation), bireyleşme (indivuduation), sosyalleşme (socialization), toplumsallaşma (societalization) ve kültürlenme (culturation) gibi temel bazı süreçlerle “terbiye edilmesine” bağlıdır.

Dolayısıyla, yukarıdaki soru/konularda bireysel/kolektif anlamda ne kadar “ epistemolojik veya bilişsel ve bilgisel bilinçlenme” gerçekleşirse gerçekleşsin, şiddet son tahlilde son derece ontolojik bir kişisel, kurumsal ve toplumsal gerçekliktir. Ve bu gerçeklik hem öznel, hem de olumsal ve bağlamsaldır. Hem eşzamanlı olarak yapısal ve dinamik sistemik, özel ve kamusal, bireysel ve kolektif, rasyonel/bilişsel ve irrasyonel/duyuşsaldır.

Zaten siyaseti ve toplumsal politikaları besleyen akademide, medyada ve popüler kültürdeki “epistemik şiddet” önlenmeden, şiddet sorunu da çözülemez. Yani “Kim ne biliyor?, Kime ne satıyor?, Ne kadar otorite?, Meşruiyeti nasıl sağlandı?, Toplumsal karşılığı ve geçerli ne?“, vb. sorularla “alternatif modernleş(eme)me sorunlarımız” ve gelişimsel sorunlarımız demokratik biçimde hallolmadan.

Kaldı ki epistemolojik rahatlama ve entelektüel ilerleme de ahlakî/etik, estetik ve toplumsal pratik/performatif konularda “yeterince iyi toplumsal gelişme ve karşılıklı yönetişim” için yetersiz kalır. Kısacası, şiddet konusunda asla “Yetmez ama, evet” olamaz; daima “Hayır, çünkü yetersiz” olur.

BUGÜN VE TÜRKİYE’DE ŞİDDET

Bizim gibi, “politik ekonomik devrimini” yapamasa da dilinden düşüremeyen ve fakat “psişik ekonomik cinsel devrimin” lafını bile henüz ağzına alamayan bir toplumda şiddet konusunda hayli ilkel” veya giderek de uygar insaniyetin gerisinde kalmış birey ve kurumların bollaşması da hayli olağan. Hatta nerdeyse kaçınılmaz:

1-Cinsellik ve şiddet dürtüleri hala füzyon halindedir. Birbirlerinden ayrışmamış ve kategorisizdir. Irza geçme/cinsel tecavüz olgusu bunun en tipik ve uç örneği. Toplumda hem açıktan infial yaratması, hem de gizil pornografik bir çekiciliğinin olması da bundan. Hal böyle iken ensest ve diğer cinsel taciz olaylarının görünürlüğünün artması ve her defasında ilk kez veya münferitmiş gibi “Şok, şok!” tepkisi yaratması son derece trajikomik bir kolektif inkâr durumu. Toplumun, grubun veya bireyin neye “sapık” veya “sapkın” demesi başlı başına göreli ve çeşitliliği yüksek bir “sosyal olgunluk göstergesi.

2) Öte yandan, devletten aileye kadar egemen eril şiddet zihniyeti ve dili cinsiyet farkı gözetmeksizin aynı biçimde içselleştirilir. Nitekim kadınların önceleri tribünlerde, sonra sosyal medyada ve bugün de popüler Netflix, vs dizileri rol modelleri aracılığı ile bolca “erkek küfürleri” etmesi de bunun bir örneği. Bunu belki “ayıplamasalar” bile, çok yadırgayanlar var. Bunu onaylayanlara bir yandan benzer şekilde muhafazakâr ve ahlakçı stereotipik yargılara karşı “feminist bir direniş gibi sanki özgürleşiyormuş” hissini veya fikrini verebilir. Fakat kamusal alandaki işlevi olarak aynı eril anatomik, cinsiyetçi ve cinsel ham şiddet dilini ve vahşi siyasî zihinsel çerçevesini yeniden-üretmeye, sürdürmesine, hatta pekiştirmeye yarar sadece.

3) Kamusal alanda olmasa da, kendi kendine küfretmek, bela okumak, vs. “sözel şiddet” geçici bir “öfke boşaltma rahatlığı” sağlayabilir. Fakat “özgürleştirici değil; tersine, yapıcı cinsel enerjinin “yer değiştirerek” boşaltılmasına, çaresizliğin ve edilgenliğin de çoğaltılmasına” yardımcı olur. Şiddeti hem kendine döndürür, hem de artırarak yayar. Çünkü şiddet aynı bedende daha bile çok bulaşıcıdır. Kendine döndürülmüş psişik şiddetin diğer ve en uç bireysel, kurumsal ve kolektif örneği de nitekim, yavaş veya ani intihardır.

Elbette Can Yücel’in dediği gibi bazı toplumların (tarihî, coğrafî?) koşulları “küfürsüz yaşamaya izin vermiyor” olabilir. Fakat küfür de “Tourette sendromu” gibi bireysel/toplumsal bir takıntılı başa çıkma biçimi gibi de yer edebilir.

Hele “laftan anlamayanın hakkı kötektir” diyen bir kültürde, küfürün veya sözel şiddetin fiziksel/bedensel şiddete vs. ye dönüşmesi işten bile değildir. Üstelik içki, uyuşturucu, vb. muhakemeyi ve kendini kontrolü iyice zayıflatan maddelere gereksinim bile duymaksızın. İşte bu da halâ anlaşılamamış olan, şiddetin iletişim amaçlı ve biçimi olarak kullanılma halidir.

Yetkin “şiddet yönetimi bilgisi ve becerisi” kişiler, kurumlar ve ülkeler arası iletişimi daha en başından bu noktaya getirmemek için önemlidir zaten.

4) O bakımdan, “cinsellik yönetimi sağlıklı olmayan toplumlarda şiddetin artması, kişisel/özel şiddetten toplumsal/kamusal şiddete dönüşmesi de kaçınılmaz. Yani bazı “dinbazların kız ve erkek çocuklarının birbirleriyle oyun, okul veya kadınların ve erkeklerin deniz gibi doğal veya restoran gibi sosyokültürel alanlarını ayırmak arzularıyla” olmaz. Elbette “psikosoyokültürel toplumsal olgulara kendi ideolojik/bilimsel söylemlerinin dar kalıplarıyla ve kişisel küçük dikiz deliklerinden bakan bilimbazlar” ile de olmaz. Hele “tarihsel işlevi her ne olursa olsun, Dümenvari cinsel veya psikolojik terapi önerilerinde bulunarak kendi dümenlerine bakan hokkabazlar” ile hiç olmaz.

Sağlıklı cinsellik yönetimi yukarıda sözünü etmiş olduğum dürtülerin “dış fiziksel, sosyal ve kültürel dünya ile ilk ve eşzamanlı yaşamsal ilişkilerin gerçekleştiği andan itibaren ebeveyn ve diğer bakıcıların bebeğin hangi davranışlarını nasıl “okuyup”, “niyet, nedensellik, kişilik, vs. atfetmeleri ve onlara göre “ödül ve cezalar” ile “biçimlendirmeleri ile başlar. Yaşam boyu da bireysel, kurumsal ve toplumsal özneler için süreksiz olarak, fakat “ilişkisellik ve bağlamsallık içinde sürer. İktidarın ve muhalefetin, başka ikicil kutuplaşmış söylem veya grupların birbirlerinin niyetlerini nasıl okuduklarına ve nasıl yorumlayıp davrandıklarında gözlemlenebilir.

5) Devlet eli ile şiddet, insaniyet adına en kabul edilemez olanıdır. Devleti iktidar ve muhalefet birlikte yönetir. Gücünü muhalefeti ezerek alan ve sürdüren tüm iktidarlar ve bu “ezilen kurbanlık koyun anlatısını terk edemeyen veya günah keçisi yazgısını kıramayan tüm muhalefetler” el ve işbirliği ile devleti eritir. Devlet eridikçe devlet eridikçe mafya ve şiddet güçlenir. Bir yandan görünen ve kükreyen devlet, bir yandan da görünmeyen gizil (derin?) devlet toplumu bil(mey)erek birlikte yok eder.

Bugün Türkiye’de de, dünyanın farklı yerlerinde de şiddetin miktarı değilse bile, belki türü, içeriği ve dozu kesinlikle dönüşmüş durumda. Bizde bireysel ve ruhsatsız silahlanma, motosikletli tetikçiler, mafya çeteleri ve çatışmaları, vb. ve birilerinin “Yaşasın idam” densizliğinden sonra, kaç yıl önce bin bir güçlükle kaldırılmış ve nihayet çözülmüş olduğu varsayılan “idam cezası” konuşulmaya başlanırken, ABD’de Joe Biden ilk idam infaz kararını imzalıyor.

Lütfen biz “küçük Amerika”ya çok dikkat edelim. Dünkü ve dünyadaki şiddet gibi başka ilintili meselelere bakmayı da başka yazılara erteleyelim.


Aydan Gülerce: Psikoloji Lisans, Uygulamalı Psikoloji Master, Klinik Psikoloji Doktora ve Doktora-sonrası Psikanaliz eğitimlerini Hacettepe ve Fulbright burslusu olarak Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. 1987’den bu yana Boğaziçi Üniversitesinde tam-zamanlı ve Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Yanı sıra çeşitli kurumsal danışmanlıklar, psikoterapi ve süpervizyon eğitimleri verdi, toplumsal sorumluluk ve araştırma projeleri yürüttü. Disiplinler arası akademik çalışmaları çok çeşitli konulardaki uluslararası yayınları ağırlıklı olarak ilişkisel ve dönüşümsel meta-kuram, eleştirel psikanaliz, kuramsal psikoloji, siyasi söylem çözümlemesi, öznellik ve bireysel-toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki analiz ve yorumlarını ise muhtelif dergilerde, Yeni Yüzyıl, Radikal, Daktilo1984 ve Politik Yol gibi gazetelerde yazdı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Aydan Gülerce Arşivi