Yüzleşmek zamanı

Yüzleşmeden, hazmetmeden, ne Türkiye kolay kolay demokratikleşebilir, ne de bireyleri özgürleşebilir. Bugün Erdoğan’la özdeşleştirilen baba-iktidar ve Kılıçdaroğlu ile özdeşleştirilen ana-muhalefet ile yaşananlara biraz da böyle bakabilmek gerek.

- Merhaba

- Selamın aleyküm abla

İlk ve tek (a)sosyal medya hesabımı açtığımda Twitter belki beni de böyle karşılamış olabilir. COVID pandemisi tüm dünyadaki pek çok insan gibi, benim yaşamımın akışında da bir kıvrım ve bazı değişikliklerin yanı sıra, ona da vesile oldu. Oysa uzun yıllar öğrencilerimin her türlü ısrarına rağmen kendimce makul sebeplerle direnmiştim. Onlar özellikle psikoloji alanlarındaki akademik veya meslek insanlarının tweetlerini, vs. görmemi arzuluyorlardı. Daha da doğrusu, kendilerinin karşılaştıkları ve neredeyse öğretmeye, açıklamaya çalıştıklarımın çoğunlukla tam tersi olarak buldukları yığınla örneği kendimin görüp yorumlamasını bekliyorlardı.

O sıralarda, yani üç sene önce gündemde iki Netflix dizisi vardı. Her ikisi de akademik anlamda da uzun yıllardır ilgilendiğim ve hala da küyerel dönüşümler açısından son derece önemsediğim iki temel sorunsal (“dijitalizasyon” ve “psikolojizasyon”) açısından ilgimi çekmişti.

Dünyada tartışılan “The Social Dilemma” burada (hala da) hiç tartışılmadı bile. Türkiye’de konuşulan ise sanırım burada ve dizilerimize hayran ülkelerde izlemeyenin kalmadığı “Bir Başkadır/Ethos” idi. Nitekim girişteki de ondan; Meryem ve psikiyatristinin başlardaki diyaloğundan. “Söylem çözümlemeci” birisi için de senaristin, yönetmenin veya kısacası dizinin “özne(l) konumlanışını” daha en başından sinyallemeye yeten cinsten.

Sözde laik kesimin düşünce ve yaşam biçiminin “kasıtlı/kasıtsız çarpık ve vülgarize” anlatımı sadece provokatif çizilmiş bu profesyonel psikoterapist tiplemesinde yoktu. Dizide pek çok başka “Türkiye paradoksu ve siyasî kutuplaşma veya çatışma teması” da vardı.

Zaten bu klişe ve meşrulaştırılmış kimlik-politik konuların bir kısmı o günlerdeki yazılarda da dillendirildi. Benim gördüğüm bazı psikososyokültürel veya siyasi tarihsel (örneğin sonundaki kafama “Ermeni-Kürt ilişkiselliği” gibi kodyalabileceğim) bazı başka ayrıntı konularsa hiç görülmemiş veya konuşulmamıştı bile.

Bir iki “hafif tweet” de ben yazmıştım. Kaba bir özet olarak ve toplumsal açıdan, Sol veya Sağ hiç fark etmeksizin, muhafazakar, bağnaz söylemsel kalıpların pekiştirilmesi vasat popülist bir araçsallaştırma ile “pragmatik ve ideolojik fırsatçılık” olarak görmüştüm.

Her halükarda, dizi başarılı ögelerine rağmen genel olarak bende “kör göze parmak” gibi bir zorlama izlenimi bıraktı. Hatta zamanlama olarak da “arı kovanına sokulan çomak” gibi manipülatif bir müdahale gibi de rahatsız etti. Çünkü sorunları “hallaç pamuğu gibi dağıtmak” ve “yaraları kanatmak” marifet değildir. Aklımda da nitekim hem en çok, hem de güzel olarak, Öykü Karayel’in Meryem yorumu ve oyunculuğu, “çomakla pisliği karıştırmak” gibi bazı sembolik anlatımlar, başarılı çekilmiş bazı sahneler, fakat en özet ve anlamlı “simgeselleştirme” örneği olarak ise dizinin adı ve afişi kaldı.

Elbette dizi endüstrisi (ve Netflix gerçeği) sinema sanatından farklı. Fakat, yeterince film analizi yapmış bir sinemasever olarak, bu konudaki pek de “ön” olmayan, hatta “son” sayılabilecek yargımı, Hirokazu Kore-eda’dan bir alıntı ile paylaşmıştım. Hala da arkasındayım:

Sinema, bir suçlama veya mesaj verme aracı değildir. Bir filmi buna indirgemek, sinemanın çok daha zengin bir konuşma alanını ateşlemesine duyulan tüm umudumuzu kaybetmektir.

NEDİR BİR BAŞKA OLAN?

Haklı olarak diyebilirsiniz ki aradan üç yıl da geçmiş madem, peki neden şimdi bu? Sizin aklınızda ne kaldı ve bu üç senede Türkiye’de neler değişti, neler değişmedi dönüp bakmanızı istemem değil elbette. Bazı güncel siyasi tartışmalar, daha doğrusu ülkenin içinde bulunduğu, “vatan anasının bile el aleme satıldığı” sefil durum, aklıma başka bir filmi getirdi yine de, ondan.

Çünkü onu sadece Berkun Oya yapımı diye merak edip seyretmiştim. Bir ara Woody Allen filmlerini de onun kendi psikanaliz(iy)le paradoksal ilişki sürecinde nereye geldiğini okurcasına izlerdim. “Cici”yi yukarıdaki açılardan çok daha olgun ve başarılı bulmuştum.

Film izlediğimden beri çeşitli vesilelerle aklıma gelip gelip gitti zaten. İlk çıktığında, hakkında yazılıp da dikkatimi çekmiş veya kayda değer bulup, şimdi hatırladığım bir yazı olmamıştı sanırım. Kendim de her hangi bir kamusal yorum yapmamıştım. Oysa öncekinden daha çok önemsedim.

Üstelik, Oya’nın filmin sonunda değinip bıraktığı bazı konular ve özellikle de bir tanesi benim yıllardır incelediğim bir mesele. Yani salt bir sinema izleyicisi olarak değil, gerek akademik, gerekse mesleki olarak da, yani eleştirel kuram-pratik çalışmalarımda üzerinde durduğum önemli bir konu.

Fakat o ölçüde de hassas. Dolayısıyla, ayrıntılı bir tartışmayı belirli sebeplerle yine daha da ileriye ve uygun toplumsal-tarihsel koşullara erteleyeceğim. Yani ben de şimdi kısaca salt bir noktaya dikkat çekip, şöyle bir değinip bırakacağım.

Çünkü Türkiye gerçekten de “bir başkadır”! Her geçen gün de ve tüm gücüyle, içinde yaşayarak veya dışardan izleyenlere bunu hatırlatmaya devam ediyor. Peki nedir onu bir başka kılan? Dahası hala anlaşılamayan ve anlatılamayan ve yeni, yepyeni anlatılar peşinde koşulan?

Uzunca zamandır Türkiye’nin demokratikleşmesi üzerine yazıyor, konuşuyoruz. Elbette bu ülkeyi sui generis (nevi şahsına münhasır, biricik/emsalsiz) gösteren özgül, özel ve özgün tarihselliği var. Yerel psikososyokültürel gelişimsel özellikleri var. Fakat bir o kadar da, dini, tarihi, coğrafyası, dili, kültürü, yönetim biçimi her ne olursa olsun, 21. yüzyılda aynı “uzay-zamanı” paylaştığı başka modern toplumlarla da onu ortak, sıradan yapan genel değerler ve evrensel süreçler var.

Bunları anlamak ve anlatabilmek kolektif demokratikleşmenin zorunlu bir gerekliliği. Yeterli ve sürdürülebilir olabilmesi için de tüm toplumsal pratiklerde, yani gündelik yaşamda onları yapabilmeli. Fakat her ikisi de bu ülkede bireysel, kurumsal ve kolektif özneleşmeyi, özerkleşmeyi ve özgürleşmeyi öncelemeyi gerektirir. İşte onlar da kolektif düzlemde bazı özel bilgi, yöntem ve beceriler ister. Oysa bu toplumun entelektüel sermayesinde bunların kabulünden ve bilinçli kullanımından filan vaz geçtim, henüz yeterli veya tatminkâr düzeyde farkındalığı bile pek yok.

Bunun özellikle modern/seküler psikolojinin ve psikanalitik söylemin tüketicileri ve “laik kesim” diye işaretlenenler arasında olması ise başlı başına ironik ve toplumsal bir “mega gösterge”. Halbuki bugün bazı ilahiyatçılar bile İslam’ın radikal reformundan, hatta “birey cemaat” inşasının gerekliliğinden söz ediyor. Bir yanda kamu okullarındaki zaten sayıca ve donanım olarak zayıf bırakılmış psikolojik danışmanlar yetkisiz ve etkisizleştirilirken, diğer yanda manevi danışmanların istihdamı artıyor.

Kapsamlı bir film analizi yapmaksızın dönüp bakalım yine Cici’ye, daha doğrusu yapılmış yorumlarına. 80’li yılların Türkiye’sinde bir ailede Kadir’in “çocukluk travması” ve “baskıcı baba” odaklı bazı film okumaları görmüştüm. Hepsinde de yeniden üretilen popülerleşmiş ve basmakalıplaşmış, sığ ve sözde psikanalitik, kimi Freudcu, kimi Lacancı klişeler. Bazıları yerinde, bazıları ise aşırı zorlamalı. Fakat hepsi “eril-kuramsal ve tarihsel-bağlam dışı okumalar”.

Cici’de şimdi sadece bir kaçını sıralayacağım kendisi de babasız büyümüş Bekir; “koruyucu aile gibi sahiplendiği ve koruduğu öksüz kalmış Cemil; onun öz, fakat kendini babası tarafından “üvey evlat” gibi ve “korunmasız” hissetmiş oğlu Kadir; kızı Saliha ve “kardeşi Cemil” aşkı bağlamında ensest tabusu; Havva’nın cinselliği ve hemşirelik hayalleri; Havva ve Saliha’nın ana-kız dinamikleri; hemşire ruhlu sorumlu Saliha’nın özverisi; son çocuk Yusuf; Z ve sonraki kuşaktan torunlarla nesiller arası aktarım; vb. daha pek çok gözüme çarpan ve oldukça kalabalık başka psikososyokültürel tema da var. Fakat bu yazı açısından tabii esas önemlisi Havva’nın (Cici), yani annenin (“tüh, kaka”) babanın ölümüne kasıtlı olarak yol açması ve tüm aile farklı zamanlarda bununla yüz yüze ve baş başa kalması var.

Ne her hangi bir ailede, ne de toplumda güç ilişkileri ve psikososyokültürel değişim “devlet-ulus/millet”, “iktidar-muhalefet”, efendi-köle, eril-dişil, vb. asimetrik ilişkileri; salt iktidarı, devlet veya baba otoritesini “kötü/kaka”, ezen veya zalim, muhalefet, halk veya anneyi de “iyi/cici”, ezilen veya mazlum görerek ve göstererek anlaşılabilir.

Kurumsal yapısal ve sistemik dinamiklere bakılmadan olmaz. Özellikle de, diğer paydaş partiler arasındaki bilinçli ittifak alt-sistemleri veya bilinçdışı koalisyonlar, geçmiş nesillerden aktarılanlar ve gelecek nesillere verilen sembolik veya sessiz mesajlar (ör., filmin sonunda Cici’nin küçük torununa olduğu gibi) dahil edilmeksizin, özgürleşmeden filan da söz edilemez.

Fakat elbette bunlar Oya’nın sıradaki yapımına atılmış paslar olarak okunmamalı. Belli ki kendisi pek çok başka yönetmen gibi psikolojik, sosyolojik, kültürel, tarihsel ve siyasî yüzleşme meselelerine ilgi duyuyor. Ve sinema dilinde sembolizasyona meraklı. Zaten her hangi bir diziden veya filmden yazının başında da değindiğim gibi toplumsal dönüştürücü mesajları üstlenmesini beklemek yanlış ve haksızlık olur.

Ancak demokratikleşmeyi gerçekten arzuluyorsa eğer bu toplumun veya kendisi değişerek kurumsal olarak topluma yine “öncülük” etmek istiyorsa eğer, CHP’nin birincil “yüzleşme ödevleri” olarak ivedilikle kavranmasında yarar var.

Türkiye’nin özgün demokratikleşme anlatısı bağlamında bu meseleleri, siyasete ve her yaşam alanına bulaşmış içi boş “toplumun psikolojizasyonu” ve “zihnin dijitalizasyonu” konularını daha sonra ele alacağım.. Çünkü bu toplum daha önce Artı Gerçek’te yazmış olduğum “ya/ya da” ikicil bölücü ve bebeksi bilişlerinden, “ne cici, ne kaka” diyerek çıkmak zorunda. Babanın ve Babanın-adının sembolik ölümü, iktidarın taşlanması, vs. kolaydır. Zor olan zaten kadının adı/sanı olmayan toplumda, muhalefetin taşlanması ve “uykuya koyarak ve hem boğucu hem bakıcı Annenin sembolik ölümüdür!

Her ikisi ile yüzleşmeden, hazmetmeden, ne Türkiye kolay kolay demokratikleşebilir, ne de bireyleri özgürleşebilir. Bugün Erdoğan’la özdeşleştirilen baba-iktidar ve Kılıçdaroğlu ile özdeşleştirilen ana-muhalefet ile yaşananlara biraz da böyle bakabilmek gerek.

Öyleyse, şimdilik bu yazıyı şöyle bitireyim: Türkiye’yi salt bağnaz dinbazlar değil, araçsal siyasetçi cambazlar, ilerici geçinip bilim-teknolojiyi fetişleştiren bilimbazlar, ideolojik önyargılı entelektüel sihirbazlar ve elbette bu baştan çıkarıcı olduğu kadar da horlanıp boş bırakılan düşün, sanat, kültür alanını dolduran rantçı ve istismarcı hokkabazlar sömürdü, geriletti ve batırdı.

Yüzleşmek zamanı” yeni bir dizi adı olur mu, bilemiyorum. Kendi adıma iki senedir o konuda ve kamuya yönelik yeterince yazı veya bolca senaryoluk malzeme ürettim sanıyorum. Fakat kesin olan şu ki, Türkiye’de hayli gecikmeli de olsa, geri dönüşsüz biçimde kendisiyle tanışma süreci artık başladı.


Aydan Gülerce: Psikoloji Lisans, Uygulamalı Psikoloji Master, Klinik Psikoloji Doktora ve Doktora-sonrası Psikanaliz eğitimlerini Hacettepe ve Fulbright burslusu olarak Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. 1987’den bu yana Boğaziçi Üniversitesinde tam-zamanlı ve Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Yanı sıra çeşitli kurumsal danışmanlıklar, psikoterapi ve süpervizyon eğitimleri verdi, toplumsal sorumluluk ve araştırma projeleri yürüttü. Disiplinler arası akademik çalışmaları çok çeşitli konulardaki uluslararası yayınları ağırlıklı olarak ilişkisel ve dönüşümsel meta-kuram, eleştirel psikanaliz, kuramsal psikoloji, siyasi söylem çözümlemesi, öznellik ve bireysel-toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki analiz ve yorumlarını ise muhtelif dergilerde, Yeni Yüzyıl, Radikal, Daktilo1984 ve Politik Yol gibi gazetelerde yazdı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Aydan Gülerce Arşivi