Irkçılık ve Türkiye

Türkiye de çoktandır mülteci akınlarının dar, hatta Avrupa ucu tıkalı koridoru oldu. “Batı” (ile) sınırlarının sımsıkı kapalı, “Doğu” sınırlarının ise ardına kadar açık kalması beklenen Türkiye hızla kaybediyor. Ve işimiz artık çok zorlaşıyor.

Biliyorsunuz, Nanterre’de 17 yaşındaki Magripli Nahel Merzeuk’un Fransız polisince vurularak öldürülmesi ile ortalık karıştı ve kızıştı. Protestolar Fransa’da ve Avrupa’da hızla yayıldı. Çeşitli şiddet eylemleriyle seyrederken, dünyanın dikkatlerini de üzerine çekti.

Türkiye’de de düzensiz göç, ülkedeki sığınmacılar ve göçmenler meselesi zaten seçim öncesi tartışmaları da bolca süslemişti. Sadece bu konuyu siyasi ajandası yaparak kurulmuş Zafer Partisi oy topladı. Sonra CB adayı Oğan iktidar tarafında, Özdağ da muhalefetin yanında yer almıştı.

Ve bana kalırsa Kılıçdaroğlu’nun hala kazanma şansı varken, iki seçim arasında yapmış olduğu “tuhaf” kampanya stratejisi ve dramatik “sert” söylemli çıkışlarıyla kaybetti.

Kısacası bu koz mesele ile görünürde iktidar koltuğunu korudu. Fakat. “Batı” (ile) sınırlarının sımsıkı kapalı, “Doğu” sınırlarının ise ardına kadar açık kalması beklenen Türkiye hızla kaybediyor. Ve işimiz artık çok zorlaşıyor.

NELER OLUYOR VE KONUŞULUYOR?

Fransa’da bir yandan protestolar, bir yandan da siyasi tartışmalar hala devam ediyor. Türkiye’de de gözler ping pong maçı izler gibi bir Fransa’ya, bir Türkiye’ye çevriliyor.

Dünya da bunları uzaktan heyecanla; kah endişeyle, kah ironik bir sevinç veya destekle seyrediyor. Tıpkı ABD’de İslamofobiyi tetikleyen ve dünya siyasî tarihinin akışına yön vermiş “9/11 olayı”nda olduğu gibi.

Fransa’daki protestocular üçüncü kuşak Kuzey Afrika veya Arap kökenli Siyah ve özgürlükçü Beyaz Fransız yurttaşı. Tartışmaların ana odağında ise devletin 1830’lardan bu yana sömürgeci karakterini yitirmemiş olması var. Yani Nahel kesinlikle “münferit” veya “masum” bir olay olmadığı gibi, rejimin ve özellikle de polisin “ırkçılığı”, devletin “sistemik olarak” hortlatması eleştiriliyor.

Hatta şimdiki olaylarda Solcu lider Jean-Luc Mélenchon Emmanuel Macron’u polisi dizginleyememekle ve kışkırtıcı davranmakla suçluyor. Etnik azınlık sözcüleri “camdan evde otururken taş atmak zordur. Fransız devleti ırkçılığı desteklediğini reddediyor” diyorlar.

Dünyada zaten klasik sebeplerle göçlerin ve sığınmacılığın artacağı biliniyor. Sağ muhafazakar ve popülist otoriter yönetimlerin ve milliyetçiliğin yükselmesi, sert politikaların artması bekleniyor.

Tüm dünyada bir zamanlar sömürge yaptıkları “yerli” halkların, şimdi kendi ülkelerinde ve “yerel” konfor alanlarında keyiflerini kaçırılmaları istenmiyor.

Ucuz veya nitelikli, hazır yetişmiş ve genç işgücü veya emek sömürüsü, modern kölelik, vb demokratik dünyanın ayrı hipokratik meseleleri tabii ki. Almanya başta olmak üzere Avrupa’ya verdiğimiz kendi göçmenlerimizle farklı dönemlerde konunun farklı boyutları, renkleri ve tonları yeterince yaşandı ve yaşanmakta zaten.

Türkiye de çoktandır mülteci akınlarının dar, hatta Avrupa ucu tıkalı koridoru oldu. Daha iki gün önce sosyal medyada bir Avrupa yayın organında çıkmış Avrupa Birliği evinin önündeki kulübede başı fesli ve mültecileri bahçeye sokmasın diye önüne 3 Milyar Euroluk kemik atılmış bir bekçi köpeğinin karikatürü dolaştı. Avrupa zaten ırkçılığın tarihsel beşiği.

Hal böyleyken, Türkiye ile hemen bazı paralellikler kuruldu. Hararetli “sözde tartışmalar” başladı. Fakat “yeni hükümet” bizimki “haysiyetli ve ahlaki temele dayanan insani yaklaşımdır” ve sömürgecilikle, ırkçı şiddetle, vs yan yana getirip, “şuursuz ve çirkin provokasyon” yapılmamalıdır dedi. Hatta bu konuda görüş bildirenleri de “sığınmacıları hedef göstererek nefret suçu işlediklerini, çatışma çığırtkanlığı yaptıkları” ve “ülkemizde hakim olan barış iklimine karşı korku ve nefret iklimi üretmeye çalışıyorlar”, vb diye gazetecileri, yorumcuları kınadı.

Ülkede Dilovası ve başka olaylar karşısında barış ikliminden söz edilmesinin veya huzurlu ortamın uzun sürmesinin pek olanaklı olmadığını düşünenler hiç de az değil. Gerçi onların da korku veya başka sebeplerle sesi çıkmıyor. Ve neden hiç tısı çıkmıyor diye oy verdikleri halde kaybetmiş muhalefete yükleniyorlar.

Ana muhalefet partisi CHP ise bir yandan “değişim” derken, bir yandan değişim kartını iyice Sağa kaydırmaktan yana kullanması ile tepki çekmeye devam ediyor. Örneğin, Kılıçdaroğlu’nun Zafer Partisi gençlik kollarından Gökşen Anıl Ulukuş'u danışman olarak alması parti içinden bile tepkilere sebep olmuştu. Bugün bu görevlendirmenin, seçim sonrası o günlerde muhalefet seçmeni karşısında “dilini yutmuş” muhalefet adayı ve parti başkanı Kılıçdaroğlu tarafından meğer 31 Mayıs’ta yapılmış olduğunun açıklanması öfkeli ve umutsuz seçmenini iyice kızdırdı.

IRKÇILIK SÖYLEMİ

Zaman zaman ve eğreti de olsa bizde de “etnik ayrımcılık” ile birlikte telaffuz edilmiş, fakat bundan sonra çok daha sık duyacağımız önemli bir toplumsal mesele ve terim daha popüler söyleme adamakıllı yerleşiyor artık: Irkçılık.

“Milliyetçilik” gibi, bu konu da dünyanın gündeminde yükselerek ve artarak yer alacak. O bakımdan daha sonra genişletmek üzere, bu yazıda ben de kendi çizgimde bir başlangıç yapayım. Çünkü sıklıkla olduğu gibi bu hassas söylemde de terimler analizlerde karman çorman kullanılmaya başladı bile.

Bilmem kaç kez “bu toplumsal olgu insanlık tarihi kadar eski olsa da, terim ve kavram modern toplum bilimlerde oldukça yeni sayılır” demişimdir daha önce İşte ırkçılık da onlardan biri.

Terimi ilk kez ünlü Amerikalı antropolog Ruth Benedict, 1940’ta (Race and Racism /ırk ve Irkçılık) kitabında kullandı. Gruplara salt biyolojik temelli bazı özelliklerinden ötürü aşağılık veya üstünlük atfeden bir fikirler takımına işaret etmek için.

Tabii bu fikirler takımı daha sonraki toplum bilimsel ve felsefi tartışmalarla genişletildi. Örneğin, bir bilim olarak, bir sözde-bilim olarak ve bir sosyal kurultu (construct) olarak ırk meselesi ayrıştırıldı. Fakat her halükarda, “ırk” kavramı insanlar arasında biyolojik ve kendilerini yeniden üreten belirgin bazı farklar olduğunun kabulü demek.

Biyolojik ırkçılık, Sosyal Darwinizm ve başka sözde bilim ırk kuramlarıyla yayıldı. Darwin’in evrim kuramını da insan toplumlarına Herbert Spencer uyarladı. Yaygınlıkla bilinen “en uyumlu/güçlü olanın hayatta kalması” (survival of the fittest) deyişini dile yerleştirdi.

Bilimsel ırkçılık da zaten ırkı “önce renk” ve “mülk” olarak biyolojikleştirdi. Sonra da insanları bu aşağı-üstün uç değerleri arasında hiyerarşik biçimde dereceledi ve sıralardı Böylece köleliği de aklayan bilimle siyaset ilişkisi de kurulmuş oldu.

Zaten Sosyal Darwinizm de 19. yüzyıl imparatorluk devrinde Avrupa’nın Afrika’yı bölüp paylaşması sürecinde ortaya çıktı.

Tıpkı “kültür” ve bazı başka toplum bilim kavramları gibi, ırkçılığın da pek çok tanımı ve vurgulanan nüansı bulunur. Fakat günün sonunda ırkçılık bizde de tanınan Balibar ve Wallerstein’a (Race, Nation, Class: Ambiguous Identities, 1991, s. 17) göre, “hakiki bir toplumsal olgudur”: Kendini çeşitli şiddet, aşağılama, küçümseme, itibarsızlaştırma, onur kırma, istismar, vb. biçimlerde gösterir. Özetle, temel mesele “kendi sosyal bedenini arındırma, bireysel veya grup kimliğini isim, derinin rengi, dini pratikler gibi etiketlerle ötekileştirdiklerinden her türlü kaynaşma, karışma, melezleşme, işgal ve istiladan koruma fantazileri ile entelektüel söylemlere ve rasyonel temsillere baş vurmaktır.

Bizdeki toplum bilimsel veya siyasi tartışmalarda veya popüler kültür yazınında bugüne kadar öteki, ötekileştirme, kutuplaşma, bölünme, vb terimler hala çok sık, aşırı, karışık ve pek de sorgulanmadan kullanılıyor. Bugünden sonra belli ki bunlara mültecilik, göçmenlik, konar- göçerlik, yersiz-yurtsuzluk, soysuz-sopsuzluk, asimilasyon, entegrasyon, mozaik, çok kültürlü, melez veya kozmopolit toplum politikaları da eklenecek.

O bakımdan, ileride yeri geldikçe bunlara yeniden dönmek üzere, bu yazıda sadece ırkçılık söylemlerinin biraz daha da ötesine geçmek ve derinine inmek gereğini hatırlatmak için iki önemli ismi daha anmam gerekecek.

Öncelikle, ve bence ırkçılığın ve etnik nefretin yapısal olduğunu en güzel örneklemiş olan Bauman ( Modernity and the Holocaust , 1989, s. 61 ). Çünkü diğer modernizm eleştirmenleri gibi o da modernitenin yapıları, sosyal alandaki hızlı değişimler, kentleşme ve yer değiştirme, bürokrasinin gelişmesi ve bilimin biliş biçimi olarak yüceltilmesinin önemini vurgular. Onlar olmaksızın ırkçılığın düşünülemeyeceğini , hata onu “modernitenin olanaklı kıldığını” ve “ırkçılık için talep yarattığını” söyler. Dahası ırkçılık rasyonellik, yapı, düzen ve modern devlet gibi aydınlanma fikir ve anlatılarıyla tamamen uyumlu bir toplum mühendisliğidir.

Tüm bu yazdıklarımın postmodern ve postkoloniyel modernite ve sömürgecilik eleştirilerini pek seven , fakat kendi popülist retorikleri için araçsallaştıran iktidar yandaşlarının hoşuna giderken, modernist, hümanist, seküler muhalefet taraftarlarını da kızdıracağının farkındayım.

Elbette Fransa’da ve dünyada yükselen ırkçılık ve karşıtı söylem ve eylemlerle paralellik kurmak veya metotu bozuk kıyaslamalar değil maksat. Tersine, sağlıklı ilişkilendirmeler ve çıkarsamalar ve uyarlamalar yapabilmek gerek.

Bunun için son çare iktidar veya muhalefetin farklı sebep ve amaçlarla da olsa, yıllar sonra ve yaşanan onca toplumsal acılara rağmen bunları hala yok sayması, susturması, bağnaz ve önyargılı kalması değil.

İkinci olarak da, hem sömürgeci söylem, hem de önyargılı eylem demişken hele, akla türlü ırkçılık imgelemleri, psikanalizi ve Fanon gelmeli. Kendisi de bir Fransız kolonisi olan Martinik’te doğmuş, II. Dünya Savaşı’nda Özgür Fransa ordusunda savaşmış bir psikiyatrist olan ve önce Fransa’da çalışmış, sonra Cezayir’deyken Cezayir Savaşı patlak vermiş, gerek Fransız, gerekse Cezayir güçlerinin insanlara yaptığı vahşi işkenceleri yazdıktan sonra da 36 yaşında lösemiden ölmüş Fanon.

Zaten Fanon’un da dediği gibi “sadece Siyah adamın psikanalitik yorumu, ırkçı aşağılık (kompleksli) yapısından sorumlu duygusal anomalilikleri açığa çıkarabilir.” (Black Skin, White Masks/Siyah Deri, Beyaz Maskeler, 1968, s. 10)

Tabii o gün Fanon’un kullandığı “Negro” sözcüğü bugün politik doğrucuların ilk önce kınadıklarından. Fakat tüm bilimlerde hala tepe tepe çalıp çırpılan veya izini sürmeden, bilmeden, anlamadan, suyunun suyunun cıcığını çıkarıp araçsallaştırdıkları pek çok kavramın ve fikrin kuramsal kaynağı olan psikanalizi hoyratça vülgarize edenleri ve ötekileştirenleri kınayan yok.

Türkiye’de gerek iktidar, ve gerekse (eğer varsa yani) muhalefet entelektüellerinin öncelikle bu bağnaz önyargılarından kurtulması ve ilk elden okumayı, okuduğunu anlamayı, anladığını diyalojik tartışmayı öğrenmesi gerek. Hele ülkenin hakiki anlamda bekası için yalap şalap, sığ ve aceleci analizlerden kaçınmaları, totaliter politika ve toplumsal pratiklerden vazgeçmeleri ise artık elzem.


Aydan Gülerce: Psikoloji Lisans, Uygulamalı Psikoloji Master, Klinik Psikoloji Doktora ve Doktora-sonrası Psikanaliz eğitimlerini Hacettepe ve Fulbright burslusu olarak Denver ve New York Şehir Üniversitelerinde tamamladı. 1987’den bu yana Boğaziçi Üniversitesinde tam-zamanlı ve Cenevre, North Carolina, Rutgers, Columbia, Clark, New York ve Aalborg Üniversitelerinde de konuk profesör olarak görev yaptı. Yanı sıra çeşitli kurumsal danışmanlıklar, psikoterapi ve süpervizyon eğitimleri verdi, toplumsal sorumluluk ve araştırma projeleri yürüttü. Disiplinler arası akademik çalışmaları çok çeşitli konulardaki uluslararası yayınları ağırlıklı olarak ilişkisel ve dönüşümsel meta-kuram, eleştirel psikanaliz, kuramsal psikoloji, siyasi söylem çözümlemesi, öznellik ve bireysel-toplumsal dönüşümler üzerine. Toplumsal sorunlarımız hakkındaki analiz ve yorumlarını ise muhtelif dergilerde, Yeni Yüzyıl, Radikal, Daktilo1984 ve Politik Yol gibi gazetelerde yazdı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Aydan Gülerce Arşivi