Fadıl Öztürk

Fadıl Öztürk

Sabrımızda tütün sarardık

Gel, çocuk olalım yeniden. Binip o kamyon kasalarına geri gidelim. Gidelim geldiğimiz yerleri bir bir geriye sararak, vazgeçerek her yaşımızdan...

Gördüklerini gözlerinden silerek, çığlıkları derin kuyulara atarak geçip gelmişler. Soframızda yemek yememiş, dostluğumuzda başlarını yastığa koyarak yatmamışlar gibi iyiliklerimizi hep kötülükleriyle tartmışlar. Sevinçlerini boş kovanlarla kundaklayıp, mermi çekirdekleriyle beslemişler. Varlığımızı yok sayarak mutlu etmişler kendilerini.  

biz suyumuzda balık 

dağımızda yaslanacak yamaç 

ağacımızda dal, dalda yaprak 

sabrımızda tütün sarardık çok önce... 

Gel, çocuk olalım yeniden. Binip o kamyon kasalarına geri gidelim. Gidelim geldiğimiz yerleri bir bir geriye sararak, vazgeçerek her yaşımızdan, okuduğumuz okullardan, gazete ve su sattığımız sokaklardan, resimli romanlardan da geriye. Bademler pembe çiçek açarlar ya, oralara kadar gidelim.  

zaman önümüzden geçip giderdi 

selam bile vermezdik saatlere 

gök yerden ayrılmadan önce vardık 

evveldik dönüp duran kainatta 

ahir de olacak yerdeydik... 

Gidelim, her köşe başında kaybettiğimiz bir arkadaşımız bizi bekleyecek. Ömrümüzü gün gün soyup atarak üstümüzden, acısak bile ağız dolusu güldüğümüz zamana kadar hiç arkamıza bakmadan, bizden öncekiler doğmuş, bizden sonra doğacak kardeşlerimizin doğumuna yetişir gibi bırakıp bu zamanı geri gidelim... 

şüphe daha doğmamıştı, tende acı 

bir ağaç için gölgesi neyse oyduk 

bir gölge için ağaç nerede duruyorsa oradaydık 

yurdumuz yerinde durmayan 

bir ağaç gölgesiydi bir zaman... 

İşe başlama saatini hemen orada yere indirelim, evde bekleyenimiz bile yok, eksik yolcu kalalım otobüslerde. Gitmediğinde yok yazılacağımız okul günlerinden, kırık notlardan da öteye, gökyüzünü yitirdiğimizden de öteye, balıksız nehirleri geçerek karsız dağları bırakarak ardımızda geriye gidelim... 

fazlalığı değildik dünyanın 

sırtını dönüp gideni hiç olmadık 

ne derdi varsa kainatın  

derdimiz sayardık... 

Çocukları da bir hayal yapıp, kollarımızın yerine çıkacak kanat ağrısı gibi alalım omzumuza. O an çocuklaşsın birden, elleri öyle, yüzü öyle gülsün ağırlıklarından sıyrılmış bir beyaz bulut gibi narince havalansın bizimle. Annelerinin bile daha doğmadığı zamana götürelim çocukları. Tıpkı başlayıp bitiremediğimiz devrim gibi günlük güneşlik, suyun çocuklara, çocukların suya sayıldığı zamana kadar geriye... 

işgallere çıkmadık 

ganimetlerle dönmedik evimize 

bedenimiz kadar değil elbet 

verdiğimiz söz kadar yer kaplardık... 

Hayata yeniden büyümek için geriye gidelim. Acılarımız çok, üstümüzden çok zaman geçti zulümle. Geçen zamanı üstümüzden kat kat soyup atmak için onlara basa basa geriye gidelim. Yaşadıkça her birimiz mutsuzluğumuz da büyüyor onunla. Mutluluktan gittikçe uzaklaşıyoruz her gün biraz daha. Orada bir anı gibi kalmak için değil sadece, hatırlanınca dudaklarımızda gülümsemeyi yeniden ayağa kaldıran yapmak için gidelim...  

hiç harita taşımadık,  

haritalar bizi taşıdı hep 

rüzgarla havalanıp,  

yağmurla düşen hasret olurduk 

kuşta kanat, mesafede ufuk çizgisi 

zamanda dar yerde çile doldurduk... 

Dudaklarımıza kilit vurarak sesleri de alıp bedenimize, dağlarda vurulmuş arkadaşımızı oralardan indirelim insanın insanı öldürmediği yere kadar. Korkuları bırakıp tren garlarında uzaklaşalım çağın soysuz sürgün ikliminden. Suyu avuçla içtiğimiz yere kadar uzaklaşalım buralardan. Yıldızımız kayıp düşmeden göğün avuçlarından, onlarla konuştuğumuz gecelere kadar gidelim, Kimseye haber vermeden eskiye gidelim, çocukluğumuza, dayımın Kore’den döndüğü zamandan da geriye gidelim... 

ne birinin evveli,  

ne diğerinin sonrasıydık 

bizi giydiler, bir gülü giyer gibi değil, 

bir gülümseme olarak bizi çıkardılar kanla 

yüzlerinden dökülen bin parça... 

Yemen’den dönmemekmiş, Çanakkale’de mezar taşıymış, Sarıkamış’ta donmakmış bırakalım hepsini bir bir ardımızda, cesetlere basmadan ve toprağı incitmeden o yeni başlama çizgisine kadar geri gidelim. 

Oradan hiç kirletilmemiş, tertemiz hayallerle çağımıza dönelim. Her adımımızda sular fışkırsın yeryüzüne. O suların kıyılarına kentler kurulsun. Mutluluk eksin, buğday başakları gibi yerden göğe doğru insan uzansın. Öfke ve kinle değil, hele hele sadece bir ulusun mutluluğu için düşüp eksilmesin tek bir insan...    

Bağıran çağıranlar değil, zalimler, züppeler, kayış atanlar, tozu dumana katarak gelip geçenler 
hayata tükürülmüş gibi doğanlar hiç değil... 

Zamanı gelince günün doğması, her bulutun yağmur getirmemesi, çivinin yoruldukça pas tutması, kelebeğin bir güne ömrünu sığdırması ve sigaranın yandan yandan yanması... 
Terzinin ipliği iğneden geçirmesi, sökük düğme, ilik ve yüksük... Bitmek bilmeyen kışın yoksulların yakasına yapışması, geldiği gibi gitmeyen kurak yazları dışarıda tutarak... Bağırmadan, çağırmadan, bize yeni bir hayatı fısıldayan, yüzünü kederle dökmemiş günleri oradan alıp bugünlere getirelim... 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Fadıl Öztürk Arşivi