İrfan Aktan
Seçimden sonra Türkiye nereye?
İrfan Aktan’ın 6 Aralık günü Avrupa Parlamentosu’nda yaptığı konuşmanın tam metni.
Sizlere Türkiye’ye dair bilmediğiniz herhangi bir şey anlatmam mümkün değil ama biraz tarif edebilirim.
Türkiye rejimi, dışındayken çok soğuk olduğunu bildiğiniz, içindeyken de koşullarına alıştığınız bir yüzme havuzu gibi. Koşullarına uyum sağlarsanız, bu havuzda yüzmek bir süreliğine mümkün! Ama ne kadar iyi bir yüzücü olursanız olun, her an boğulabilirsiniz.
Kürtler açısından ise durum çok daha zor. Kürtler hem kendilerini o havuzda kalmaya zorlayanlarla, hem de havuza atılmış ana akım muhalefetle mücadele etmek zorundalar. Çünkü Türkiye’deki muhalefetin önemli bir kısmı, en az AKP kadar Kürtlerin haklarını reddediyor.
Türkiye’de biz Kürtler açısından artık “ara kategori” veya gri alan yok. Ya devletin resmi ideolojisinden yanasınızdır ya da “teröristlerden” On binlerce Kürt siyasetçi, Kürt gazeteci, Kürt aktivist, Kürt köylü o yüzden hapiste.
Türkiye’deki yargı sistemi Kafka’nın Dava’sındaki gibi, suçlamaların nereden geleceğini asla kestiremeyeceğiniz kapkaranlık bir tünelde tutuyor bizleri.
Örneğin, buradaki konuşmamı ne kadar dikkatli yaparsam yapayım, Türkiye kanunlarını ne kadar dikkate alırsam alayım, herhangi bir savcının “yorumu” beni mahkemelik edebilir.
Öte yandan bu konuşmamı yarın Türkiye’ye döneceğim için derin bir otosansür içinde yapıyorum, ama yaşadıklarımızdan, mülteci korkusunu yönetebilmek için Türkiye’deki otoriter rejimin kapasitesini güçlendiren Avrupa da sorumlu.
Havuz bahsine geri dönelim.
Bu soğuk havuzda sonsuza kadar kalacağınıza inanmaya başlarsanız, hayatta kalamazsınız.
Demokrasiden, ekonomik refahtan yoksun bir rejimde veya havuzda sonsuza kadar yüzmek zorunda kalındığına dair karamsarlık Türkiye toplumunun hakim duygusu. 14 Mayıs seçimleri öncesinde toplum bu havuzdan çıkabileceğine dair umuda sahipti. Ama artık o umudun kendisi bir öfke kaynağı.
Başta Kürtler olmak üzere havuzda nefes alamaz hale gelen kesimler, 14 Mayıs öncesinde kendilerine umut pompalayan muhalefete büyük bir öfke duyuyor. Hatta bırakın muhalefete, umuda bile öfke duyuluyor.
Peki umuda öfke duyulmasına neden olan aktörler kimler?
Kısa yoldan “AKP’nin otoriter, faşizan politikaları” ve “beceriksiz muhalefet” deyip işin içinden çıkabiliriz.
Oysa Türkiye toplumunu umuda bile öfke duyacak noktaya getiren pek çok yan aktör var. Bunlardan biri de mülteci akını korkusuyla hizaya getirilmiş olan Avrupa devletleri.
Bunu birazdan anlatacağım, ama önce konuşmamın başlığına döneyim. Türkiye seçimden sonra nereye gidiyor?
Aslında bu soruya cevap vermem çok basit: Türkiye’nin geleceği geçmişinde gizli. Dolayısıyla, geleceğe doğru gittiğimizi zannettiğimiz çemberin üzerinden geçmişe gidiyoruz. Tarih tekerrür etmez, ama rejimler edebilir. Ya da Mark Twain’in dediği gibi, “Tarih tekerrür etmez, kafiye yapar”.
Türkiye’nin geleceğinin gizli olduğu geçmişin başlangıç noktası Kürtler açısından 1924 yılı ve sonrasında egemen hale gelen faşizan yönetim.
Türkiye Cumhuriyeti 1921 Anayasası’nın esaslarına göre yola çıktı. Bu ilk Anayasa ademi merkeziyetçiydi ve Kürtlere de göreli bir özerklik tanıyordu. Fakat bu yaklaşım çok kısa sürdü ve 1924 Anayasası’yla katı merkeziyetçi bir rejim inşa edilmeye başlandı.
1924 Anayasası, 1921’den farklı olarak, bırakın Kürtlere özerklik koşullarının kapılarını açmayı, Kürtlerin Kürt olarak varlıklarını sürdürmelerini bile imkânsız hale getiriyordu. 1924 Anayasası’ndan bir yıl sonra Şeyh Said öncülüğündeki Kürt isyanı bastırıldı. 1937-38 yıllarında Dersim harekâtıyla Seyid Rıza öncülüğündeki Kürtler kılıçtan geçirildi ve 1940’lara gelindiğinde artık Kürtler sessizliğe gömülmüşlerdi. Şu anda da Türkiye’deki rejim 1930’lara benzer politikalar uyguluyor ve Kürtlerin sessizliğe gömüldüğü 1940’ların hayalini kuruyor.
1930’ların ikinci yarısından itibaren Avrupa’da da faşizmin hakimiyeti yayılıyor ve İkinci Dünya Savaşı’nın ayak sesleri işitiliyordu.
O dönemin Avrupa’sını benden çok daha iyi biliyorsunuz; Nazilerin “demokrasi olanaklarından” ve yenilmesi mümkün, seçilmiş düşmanlar üzerinden ürettikleri korkulardan faydalanarak iktidara gelmeye başladıkları karanlık bir çağdan bahsediyoruz.
2021 tarihinde, benim de çalıştığım 1+1 Express dergisine, hapishane koşullarında bir mülakat veren Osman Kavala, Ernst Fraenkel’in “İkili Devlet” kitabından şu alıntıyı yapmıştı: “Reel bir düşman yoksa, bir düşman icat etmeniz gerekir. Düşmanlar olmadan tehlike olmaz, tehlike olmadan cemaat bilinci olmaz, cemaat bilinci olmadan da milli cemaat olmaz.” Nazilerin yaptığı da buydu.
İsterseniz Fraenkel’in “tehlike” dediği yere “korku” kelimesini koyalım: “Düşmanlar olmadan korku olmaz, korku olmadan cemaat bilinci olmaz, cemaat bilinci olmadan da milli cemaat olmaz.”
Peki karanlık mı korkuyu besler, yoksa korku mu karanlığı? Bu aslında felsefi bir tartışma olarak son derece zevkli bir konu. Ama Türkiye ve Avrupa bağlamında bakıldığında, aslında korkuların karanlığı beslediği ve bunun pek de zevkli bir konu olmadığı açık.
Kürtler ve Türkiye’deki demokrasi güçleri AKP’nin yarattığı korkuya çok büyük bedeller ödeyerek direndi. O direnç bugün de devam ediyor. Ama o korku militarist milliyetçiliği egemen hale getirdi. Üstelik 14 Mayıs seçimleri toplumun havuzdan çıkabileceğine dair inancını yok ettiği için, demokratik muhalefet artık kitleleri ikna etmekte şimdiye dek hiç olmadığı kadar zorlanıyor.
AKP’nin “cemaat bilinci” yaratmak üzere Türklere pompaladığı “korku” Kürtlerin hakları. Türkiye’nin Kürt politikası aslında aynı zamanda psikiyatrinin konusu. İktidardaki koalisyonun Kürtlere yaklaşımı ise patetik bir hâl almış durumda.
Buna göre dünyanın neresinde olursa olsun Kürtler bir hak elde ederse, Türkler haklarını kaybeder!
Ama AKP korkuyu sadece Kürtlerin değil, aynı zamanda Avrupa’nın da üzerine salıyor: “Mülteciler!”
Mülteciler demişken, küçük bir örnek vermek istiyorum. 1990’ların baskıları nedeniyle bir milyonu aşkın Kürt Türkiye’nin batısına, yüzbinlerce Kürt Avrupa’ya göç etti. 1 Kürt ise Japonya’ya! Şu anda ise 127 milyon nüfusluk Japonya’da 2 bin Kürt bulunuyor. Ama iki bin Kürt, 127 milyonluk Japonya’ya sığamıyor!
2022 yılında dört ay bulunduğum Japonya’da Kürtler şöyle diyordu: “Binlerce kilometre öteye kaçtık ama Türkiye burada bile bizim yakamızı bırakmıyor.” Bu gerçekten de psikiyatrinin konusu!
Şu anda Japonya’da Türkiye’deki neofaşist grupların da çabası sonucu Kürtlere karşı ciddi bir ırkçı dalga yükseliyor. “Netto uyoku”, yani “internet sağı” kampanyaları nedeniyle artık Japonya sokaklarında Kürtler aleyhine yürüyüşler yapılıyor.
Geçtiğimiz günlerde Japonya İstihbarat Ajansı’nın PKK dâhil bazı örgütleri terör listesinden çıkardığı haberi üzerine, ertesi gün Türkiye yıllardır Japonya’da inşaat işçiliği yapan bazı Kürtlerin Türkiye’deki mal varlığına el koydu! Yani Türkiye, Japonya’ya yine Kürtlere vurarak misilleme yaptı!
Üstelik otuz yıldır Japonya’da yaşayan Kürtler, dünyanın en kötü göçmenlik deneyimiyle sınanıyor ve Japon hükümeti, Türkiye’yle ilişkileri zedelenmesin diye otuz yıl boyunca sadece 1 Kürt sığınmacıya mültecilik statüsü verdi!
Buradaki 13 dakikalık sürem Suriye iç savaşının başladığı 13 yıl öncesinden itibaren yaşanan gelişmeleri anlatmaya yetmez, ama Türkiye’nin Avrupa üzerine saldığı “mülteci” korkusu, Avrupa’yı da soğuk bir havuza dönüştürüyor. Çünkü mülteci korkusu toplumları da, demokrasileri de zehirliyor.
Bakın, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi (UNHCR) 2021 raporuna göre, dünya çapında sadece zulüm, çatışma, şiddet, insan hakları ihlâlleri veya kamu düzenini bozan olaylar nedeniyle 89,3 milyon insan zorla yerinden edildi. Diğer göçmenleri eklersek, sayı çok daha vahim bir boyuta ulaşıyor.
Peki, dünyanın en müreffeh ve demokratik “vahası” olan Avrupa bu göçün yarattığı “korkuyu” otoriter rejimleri paraya boğarak ne kadar yönetebilir?
Türkiye’yi Suriyeli, Afgan, Afrikalı mültecilerin biriktiği bir havuz olarak konumlandıran Avrupa giderek artan bir kitlesellikle Türkiyeli mültecilerle sınanacak. Çünkü Türkiye’deki havuz doldukça, Avrupa’ya doğru taşacak. Ne kadar yüksek duvarlar inşa ederseniz edin, yakın zamanda Hollanda örneğinde olduğu gibi, neofaşistlerin iktidara gelmesiyle sınanmaktan kurtulamayacaksınız.
Avrupa mülteci akınını engellemeyi başarsa bile, bizzat mülteci korkusunun kendisi Avrupa’yı dönüştürüyor. Dolayısıyla, aslında Avrupa da tıpkı Türkiye gibi, 1930’lara doğru gidiyor.
Avrupa’nın Türkiye’nin demokratikleşmesini istediğine dair efsane de çöküyor. Dediğim gibi AB, Türkiye’yi mültecileri tutan bir havuz olarak görüyor ve o havuz doluyor; yakında taşacak. Avrupa’nın bu dalgadan kurtulmasının tek yolu Türkiye’nin yaşanılabilir bir ülke haline gelmesi. Dolayısıyla, demokratikleşmesi. Ve AB’ye üye olması.
Ama Avrupa, kısa vadeli çıkarları dolayısıyla, mülteci akınını durdurmak üzere Türkiye’deki otoriterleşmeye açıkça destek veriyor, insan hakları ihlallerine göz yumuyor, Kürt sorununun çözümsüz bırakılmasına ses çıkarmıyor.
Fakat Avrupa’nın, Türkiye başta olmak üzere, otoriterleşen ülkelerin yönetimleriyle kurduğu kısa vadeli pragmatist anlaşmaların bedelini sadece ezilen halklar çekmeyecek. Bunun faturası herkese ağır oluyor, olacak.
Kürt siyasi hareketi Ortadoğu için Avrupa Birliği’ni bir model olarak önüne koymuştu. Türkiye ve Suriye’deki Kürt hareketinin temel motivasyonlarından biriydi bu. Fakat Ortadoğu, Avrupa’nın yanlış siyasetinin de katkılarıyla eski Ortadoğu kalırken, ironik bir biçimde Avrupa da Ortadoğululaşma yolunda ilerliyor.
Üstelik Kürtler Rojava’da IŞİD’le savaşırken kahraman, ama bugün Avrupa sokaklarında haklarını talep ederken bozguncu oluyor! Avrupa, Kürtleri sadece uzaktan ve kendi çıkarları söz konusuyken seviyor.
Avrupa mültecilerin durdurulması için yaptığı yatırımların yarısını Türkiye ve Ortadoğu’da barışa adasaydı, barışa yatırım yapsaydı, bugün bambaşka bir ufukta olabilirdik.
Fakat AB’nin Türkiye’deki baskıcı rejimin ortağı olduğu biliniyor ve Kürtler artık AB’den “iyilik” beklemiyor, kötülük yapmamasını bekliyor. Diogenes’in Büyük İskender’e güneşi göstererek, “Benden bana veremeyeceğin şeyi esirgeme” dediği söylenir.
AB, Kürtlere veremeyeceği şeyi esirgeyerek, Kürtleri sürekli borçlu konuma sokuyor. Sanki Kürt mültecileri “kabul ederek” Kürtlere iyilik yapmış gibi görünüyor Avrupa. Oysa yapması gereken, Kürtlerin kendi topraklarında yaşayabilecekleri bir Türkiye demokratikleşmesine katkıda bulunmak. Barışa yatırım yapmak.
Avrupa bugün Türkiye’yle yaptığı Geri Kabul Anlaşması kapsamında Suriyeli, Afgan mülteci akınını durdurabilir. Peki, nefes alamaz hale gelmiş Kürtlerin, Türk alt-orta sınıfların Avrupa’ya gelişi nasıl durdurulacak? İnsan hakları ihlâlleri ve ağır baskılar nedeniyle nefes alamayan insanlar ne pahasına olursa olsun Avrupa’nın sınırlarını zorlamaya devam edecek. Buraya gelmeyi başaramasalar bile, gelme çabalarının kendisi Avrupa’daki taşları yerinden oynatıyor, neofaşist, yabancı düşmanı sağ akımları güçlendiriyor.
Şimdi başa dönerek sözümü bitireyim: Bu gidişatla nasıl baş edilebilir?
Osman Kavala az önce bahsettiğim Express dergisi söyleşisinde Umberto Eco’dan da şu alıntıyı yapmıştı: “Görevimiz kök-faşizmin her yeni belirtisine işaret etmektir, her gün ve dünyanın her yerinde.”
Ben de bu kısa konuşmamda bunu yapmaya çalıştım. Bu gidişatla baş edebilmenin, bu havuzu içinde yaşanabilir kılmanın yolu umudun kaynağına inmek ve onu tekrar diriltmek.
Biliyorsunuz, korku insanın en sığ suda bile boğulmasına sebep olabilir. İnsanın boğulmasına sebep olan suyun kendisi değil, korkuyu haklı gösteren umutsuzluktur. Türkiye’de 14 Mayıs sonrasında umudun tekrar dirilmesi demokrasinin ihtimal dâhilinde olduğuna dair inancın geri getirilmesiyle mümkün. Umut var oldukça, havuzda direnme cesareti de artar.