Bilmez Hocadan Tarih Tersleri

Bilmez Hocadan Tarih Tersleri

Seçime bir kala: 1999 Marmara Depremi ve geleceğin İstanbul depremi

İstanbul şu anda deprem konusunda en tehlikeli bölgedir ve uzmanların her an yaşanabileceğini söylediği depreme şehir de ülke de asla hazır değil! Bu açık bir toplumsal intihar girişimidir aslında.

Deprem tarihi söz konusu olduğunda hakkında en çok veri bulunan ‘Marmara Depremi’, ‘İzmit Depremi’ veya ‘Gölcük Depremi’ adıyla anılan 1999 depremi, Şubat 2023 depremi yaşandığında toplumsal hafızada hala çok canlıydı. Bu hafızanın nasıl bir farkındalığa ve deprem hazırlıkları konusunda nasıl bir farklılığa yol açtığı tartışmalıdır, ama aradan uzun zaman geçmemiş olması nedeniyle otobiyografik ya da kişisel hafızada (bazıları için travmatik bir deneyim olarak) yerini korumuştur.

Türkiye’nin demografik, ekonomik ve kültürel ağırlığıyla öne çıkan bir bölgesinde yaşanan ve İstanbul’a dolaysız etkisi nedeniyle kamuoyundaki etkisi katlanarak büyüyen Gölcük, Kocaeli merkezli bu depremin yol açtığı can kaybı konusunda bir konsensüs oluşmuş değildir: 2010 yılında yayınlanan Meclis araştırması raporunda verilen bilgiye göre 18.373 ölüm, 48.901 yaralanma söz konusuydu. Bu bilgilere hiçbir zaman güven duymayan kamuoyunda ise bu sayıların en az iki katı kayıp olduğu kabul edilegeldi.

İnternette bu konuda tam bir bilgi enflasyonu söz konusu olmakla birlikte, hakkında henüz derli toplu bir monografi bulunmayan 1999 depreminden etkilenen coğrafyanın genişliği ve nüfusun büyüklüğü dehşet vericidir: 17 Ağustos Salı sabahı saat 03:02'de meydana gelen ve 45 saniye süren 7,4 büyüklüğündeki Marmara Depremi, Düzce, İstanbul, Kocaeli, Sakarya ve Yalova'da büyük yıkıma yol açarken, tüm Marmara Bölgesi’nde ve Ankara’dan İzmir’e uzanan çok geniş bir coğrafyada hissedildi.

DEPREMDEN SONRA YAŞANANLAR: EFSANELER VE GERÇEKLER

Her biri ayrı bir yazının konusu olması gereken efsanelerden biri ordunun müdahalesi bağlamında gündeme geliyor. 2023 depremi sonrasında yaşanan can kaybının yükselmesinde en büyük pay sahibi olan acil müdahale eksikliği ile ilgili dile getirilen nedenlerden biri askerin müdahale etmemesi, daha doğrusu müdahale ettirilmemesi oldu. Elbette bu konuda niceliksel ve niteliksel kapasitesi en yüksek devlet kurumu olarak ordunun tüm yardım çığlıklarına rağmen sahaya hemen çıkmaması yaşanan büyük hezimetin önemli nedenlerinden biri olarak sayılabilir ve müsebbiplerinin hesap vermesi gereken bir hizmet ihmali olarak soruşturulması gerekir.

Ancak bundan yola çıkarak bir zamanlar ordunun sivil yaşama müdahale aracı olabileceği nedeniyle kaldırılmış olan EMASYA Protokolü hakkında efsanelerin piyasaya sürülmesi ayrı bir sorundur. Açılımı "Emniyet-Asayiş-Yardımlaşma" olan 1997 yılında imzalanmış EMASYA protokolü, aslında emniyet güçlerinin yeterli olmadığı durumlarda ‘toplumsal olaylara’ askerin müdahalesini öngören bir düzenlemeydi. Bugün bazen ordu yüceltilmesi için bir araç haline getirilen bu düzenlemenin depremi içermediği gibi ve şu andaki mevzuata göre ordunun hemen müdahale etmesi için hükümetin ve valiliklerin talimatının yeterli olduğu açıktır. (Bu konuda yayınlanan Emekli Tuğgeneral Osman Aydoğan’ın yetkin yazısı ve konunun uzmanlarından gazeteci Ali Bayramoğlu ile depremden hemen sonra yapılan kısa söyleşi, yaratılmak istenen bu militarist efsanenin temelsizliğini gösterme konusunda sadece iyi iki örnek niteliğindedir.)

Askerin 1999 depremine müdahalesiyle ilgili farklı kaynaklarda verilen farklı bilgilere bakılırsa, bu konunun detaylarının titizlikle çalışılması gerektiği anlaşılmaktadır. Diğer yandan, 2023 depreminde askerin geç kalması, daha doğrusu geç bıraktırılmasının siyasi sorumluları tartışılırken ve askerin 1999 depreminde taktire şayan müdahalesi konuşulurken, bunun bir ordu güzellemesine dönüştürülmesi eğilimi, her iki deprem sonrasında gerçekten efsanevi performans sergileyen örgütlü ve örgütsüz sivil inisiyatif ve dayanışmayı gölgeleyebilmektedir.

Deprem tarihi bağlamında kıssadan çıkarılacak asıl önemli hisselerden biri olan örgütlülük konusu da hamasi yüceltmelerden uzak bir kurumsallık ve koordinasyon bağlamında hem bir destek hem de köstek unsuru olarak ayrıca ele alınmalıdır.

1999 depremi sonrasında kurumsal ve bireysel sivil inisiyatifin hayati rolü sadece kurtarma ve yardım çalışmalarıyla sınırlı kalmamış, müteahhitler başta olmak üzere yetkililerin afişe edilmesi ve (sistemin uzun vadede engelleyici duvarına toslasa da) yargılanarak cezalandırılması konusunda da etkili olmuştur. (Deprem sonrası adeta sorumluların sembolik temsilcisi, kendi deyişiyle ‘günah keçisi’ olan Veli Göçer vakasında, 11 yaşındaki çocuğunu kaybeden müdahil Salim Çakır’ın inanılmaz sebat ve başarıyla sürdürdüğü kişisel mücadele anılmaya değer.)

1999 depremi sonrası sivil inisiyatiflerin bir süre ayakta tuttuğu duyarlılığın ne kadar sürdüğü ve şehirleşme ve yapılaşmada ne zamana kadar etkili olduğu tartışmalıdır. Ancak depremden sonraki ilk seçimlerde yaşanan hükümet değişikliğinde, 2001 kriziyle birlikte depremin büyük bir felakete dönüşmesinin de rol oynadığı sıkça iddia edilmektedir.

OLASI İSTANBUL DEPREMİNE HAZIR OLMAK YA DA OLMAMAK

Deprem tersleri dizisine bu yazıda son verirken açıkça söylemekte yarar var: On altı milyonluk nüfusu, ekonomideki yeri ve dünya tarihi mirası bağlamında düşünüldüğü zaman İstanbul şu anda deprem konusunda en tehlikeli bölgedir ve uzmanların her an yaşanabileceğini söylediği depreme şehir de ülke de asla hazır değil!

Herkesin bildiği ve dile getirdiği bu gerçekliği tekrarlamamın nedeni, tam da herkes tarafından bilinmesine rağmen, neredeyse herkesin yine bu gerçekliği yok sayarak hareket etmesinin yarattığı şaşkınlığı ifade etmek ve nedenlerini tartışmaktır.

Elbette devlet başta olmak üzere tüm yetkili kurum-kuruluşların ve şahısların rolünü ve sorumluluğunu her zaman en başta ve en yüksek sesle dile getirmek gerekiyor. Ancak dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz: Bu açık bir toplumsal intihar girişimidir aslında.

Bu girişimde bulunan toplumun sorumluluğu yaşamın her alanında ve anında karşımıza çıktıkça kahroluyor insan. Yaşanan deprem felaketiyle ilgili onca feryat figan arasında, her gün çevremizde yükselen zemini ve denetimi şüpheli binaları ve astronomik fiyatlara rağmen buralardan gözü kapalı bir şekilde ev almak için yarışan insanları görünce bunun aslında bir kumar olduğunu düşünmeden edemiyor insan: Ekonomist ağzıyla söyleyecek olursak, hızlı refah artışının ve sınıf atlamanın kaynağı olarak rantın ‘öldürücü’ vazgeçilmezliği nedeniyle depremden zarar görmeme veya az zarar görme ihtimalini, hatta (çok küçük olan) deprem olmaması ihtimalini satın alıyoruz!

ÖNÜMÜZDEKİ SEÇİMLER BİR UMUT OLABİLİR Mİ?

Önemli bir seçimin eşiğinde, bu noktada umut verici bir olasılıktan söz etmek doğru olabilir: İstanbul’da deprem konusunda ciddi çalışmalar yürüten; sadece sürmekte olan ve gelecekteki inşaatlar ve şehirleşme politikaları bağlamında değil, mevcut yapılanmanın dönüştürülmesi konusunda gerekli radikal adımları atmaya da hazır olduğunu bildiğimiz Ekrem İmamoğlu’nun şehirleşme ve özellikle deprem konusundaki çalışmalardan sorumlu Cumhurbaşkanı Yardımcılığı görevine aday gösterilmesi çok yerinde ve ümit verici bir karardır.

Bu duyarlılık ve kararlılığa rağmen İBB tarafından son yıllarda yapılmak istenilenlerin gerçekleştirilmesi için merkezi hükümetin desteği elzem olduğu halde, sürekli Ankara’nın kösteği ile karşılaşılmış olması önemli bir handikap olageldi. Ancak itiraf edelim ki daha derinde yatan asıl handikap bu konuda halk desteğinin olmamasıdır: Açıkçası oy kaybı korkusunun radikal adımların önündeki en önemli engel olduğu biliniyor.

Evet, seçimin kazanılması durumunda Ankara’nın bu planlara köstek olmaması hatta destek sunması sorunu aşmakta önemli rol oynayacaktır. Ancak asıl mesele oyuna başvurulan halkın zihniyet dönüşümüdür.

Yani günümüzde iyice suyu çıkan (parlamenter) demokrasi oyununun ‘demos’u, Cumhuriyet’le sürekli aşk-nefret ilişkisi yaşamış olan ‘cumhur’u ve aynı anlama gelmekle birlikte son zamanlardaki (özellikle sağ) popülizm dalgası nedeniyle ne yapılacağı bilinmeyen ‘populus’ (halk) asıl meseleymiş gibi görünüyor.

Yoksa, modern dönem efsanesi olarak yüceltilmiş, sonra manipülasyon kaynağı olarak basitçe araçsallaştırılmış ‘halk’ denilen mahluk ve ona dayandığı iddia edilen demokrasi ve cumhuriyet rejimleri mi asıl sorun acaba?

Ne yapmalı?

Deprem özelinde halk bağlamında acilen yapılması gereken şeyleri bir çırpıda sıralamak mümkün:

  • Yerel yönetimler öncülüğünde oluşturulacak sivil inisiyatif ağları aracılığıyla deprem öncesinde, sırasında ve sonrasında yapılacaklar konusunda aralıksız ve yoğun eğitim.
  • Her kurumun mümkün olan en büyük sayıda personeline ciddi arama-kurtarma eğitimi vermesi.
  • Duyarlılığı ve farkındalığı ayakta tutma ve bilinçlendirme amacıyla aralıksız yürütülmesi gereken faaliyetler aracılığıyla unutmayı ve duyarsızlaşmayı engellemek.

Halkın depremle ilgili mikro düzeyde (en alt seviyede ama belirleyici) rolünü ve sorumluluğunu, sadece rant düşkünlüğü veya başka nedenlerle günlük yaşamda yaptıkları bağlamında felakete katkısı ile sınırlı tutmak elbette yüzeysel ve kolaycı bir yaklaşım olur. Özellikle makro düzeyde sorumluluğu yüklenmesi gereken yetkililer ve siyasi aktörler konusunda halkın elinde olan belirleyici güç de çok önemlidir: Seçimler ve sandık.

Seçime iki hafta kalmışken bu noktada halka söylenecek tek söz var: Önünüze koyulacak sandığa oyunuzu atarken Cumhurbaşkanı adaylarının ve partilerin deprem konusundaki duyarlılığını ve ciddi çözüm arayışında olup olmadıklarını kararınızı belirleyecek kriterlerin başına değilse bile, başlarına koyun!

Yaşanan yıkımla ilgili son yirmi yılın açık ve net tek yetkilisi olan AKP ile son on yılın tek sorumlusu olan Erdoğan bu konuda sorumluluk üstlenmek ve hesap vermek istemiyorsa bu hesabı sandık aracılığıyla sormak halkın önündeki ilk görevdir. 14 Mayıs seçimleri bu bağlamda büyük fırsattır.

Depreme hazırlık konusunda oldukça ikna edici söylem ve vaatlerle oy isteyen Kemal Kılıçdaroğlu tarafından Ekrem İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanı Yardımcısı olarak bu alanda görevlendirilmesi şu anda bir umut olarak görünmektedir.

Ancak onlara bunu yaptırmak sadece oyla değil, seçildikten sonra sürecin yakından takibi ile mümkün olacaktır. Bunun en iyi takipçisi de Yeşil Sol Parti başta olmak üzere bu konuda büyük duyarlılık sergilemiş olan yeni meclisin güçlü muhalefet partileri ve (daha rahat çalışacağını ümit ettiğimiz) bağımsız sivil toplum kuruluşları ile özgür medya olacaktır.


Bülent Bilmez: Lisans eğitimini ODTÜ Ekonomi bölümünde, doktorasını Berlin Humboldt Üniversitesi’nde tamamlayan Prof. Dr. Bülent Bilmez, 2005 yılından beri İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. 30 yıla yakın hocalık sürecinde, daha önce Almanya’da (Berlin Freie Universitaet), Arnavutluk’ta (Elbasan Alexander Xhuvani Üniversitesi), Kosova’da (Prishtina Üniversitesi Yaz Okulları) ve Türkiye’de değişik üniversitelerde dersler verdi. Bir dönem Tarih Vakfı Başkanı olarak görev yapan Bilmez’in araştırma ve ders konuları şunlar: Modernleşme/(az)gelişme, emperyalizm ve küreselleşme teorileri; son dönem Osmanlı modernleşme süreci ve bu bağlamda modern kolektif kimlik inşa süreçleri ve modern Balkan (özellikle Arnavut/luk) tarihi ile Türkiye Cumhuriyeti tarihi; Türkiye’de azınlıklar ve bu bağlamda sözlü tarih, kolektif bellek ve geçmişle yüzleşme.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Bilmez Hocadan Tarih Tersleri Arşivi