Selçuk Candansayar: Orta sınıfın hayal kırıklığını antidepresan değil, mücadele çözer

Gezi isyanı sırasında bir çok hastanın antidepresan ilaçlarını azalttıklarını söyleyen psikiyatrist Selçuk Candansayar’a göre bir şeyleri değiştirmek üzere mücadeleye girişmenin iyileştirici gücünü hiçbir psikiyatrist inkâr etmez.

Artı Gerçek - Sürekli tekrarlanan seçim yenilgileri, baskılar, kısıtlamalar ve uzun bir zamana yayılan ekonomik kriz sınıfsal pozisyonları değiştiriyor, orta sınıfı çökertiyor, alt sınıfı sefalete sürüklüyor, geleceği karanlığa bürüyor. Bu koşulların insan psikolojisi üzerinde de ciddi etkileri oluyor ve kimilerine göre depresyon, anksiyete gibi hastalıklar yayılıyor.

Peki depresyon nedir; depresyonda olduğumuzu nasıl anlarız? Türkiye’de yaygın bir toplumsal depresyon mu var? Depresyondan sıyrılmanın yolu gündemden uzak kalmak, kabuğuna çekilmek mi? Yahut çare antidepresanlarda mı, yoksa yoga, meditasyon, bitkisel ilaçlarda mı?

Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Selçuk Candansayar’a kulak veriyoruz…

Araştırmacı Johann Hari, Metis Yayınları’ndan çıkan “Kayboan Bağlar-Depresyonun Gerçek Nedenleri ve Beklenmedik Çözümler” kitabında depresyonun biyolojik nedenlerden ziyade dışsal, çevresel nedenleri olduğunu ileri sürüyor. Siyasi ve ekonomik krizlerin ağır yükünden dolayı Türkiye toplumunda zaten süregelen yaygın mutsuzluk ve kaygının daha da belirgin hale geldiği görülüyor. Hatta seçim yenilgisinden sonra etrafımızdaki pek çok insan depresyona girdiğini söylüyor. Siz bir psikiyatrist, ruh hekimi olarak da bunu gözlemliyor musunuz?

Hiçbir insanın bedeni, biyolojisi, psikolojisi durduk yere, kendi kendine kolay kolay bir hastalık üretmez. Hastalık biyolojik yapının çevreyle etkileşiminden ortaya çıkar. Ortaya çıkan hastalık kişinin biyolojisinde ve bunun da gayet doğal bir sonucu olarak psikolojisinde değişime neden olur.

Neden?

Çünkü insan psikolojisi, insan zihni, insan ruhu dediğimiz şey, sinir sistemimizin biyolojik, fizyolojik bir işlevidir. Bedenden ayrı, başka bir ruhumuz yok ki! Bu tartışmanın kökeni daha 17. Yüzyıldaki beden-ruh ayrımına kadar gidiyor. Günümüz psikiyatrisi beden ve ruhun birbirinden ayrı şeyler olmadığını kabul edeli elli yıl oldu. Düşüncelerimiz, duygularımız, hatıralarımız, yargılarımız, inançlarımız bedenden ayrı bir ruhun değil, zihnimizin biyolojik işlevinin ve çevreyle etkileşiminin ürünü. Dolayısıyla beden ve ruh, biyoloji ve psikoloji bir ve aynı şey.

Peki birey ve çevresi, birey ve toplum arasında da beden ve ruh birlikteliğini andıran, bireyin ruh halini belirleyici organik bir ilişki var mı?

17. Yüzyıl ortalarına kadar birey ve toplum arasındaki ilişki beden ve ruh arasındaki ilişki kadar bütünleşikti. Ne zaman ki kapitalist üretim ilişkileri baskın hale geldi, özne ortaya çıktı; modern birey, içinde yaşadığı toplumsal gruptan özerk bir benlik geliştirmeye başladı. Modern felsefenin bir özne felsefesi olma sebebi de bu.

KAPİTALİZMİN BELİRLEYİCİ OLMADIĞI TOPLUMLARDA BİREY KENDİSİNİ TEKİL KİŞİ OLARAK GÖRMEZ

Nasıl yani?

Kapitalist üretim ilişkisi bireyle toplum arasına sürekli bir mesafe koyar. Bireyi tekil, çevresinden bağımsız, yalıtılmış özneler haline getirir. Bu halen de işleyen bir süreç. İnsan türü her üretim sisteminde değişen bir canlı. Yani insanın kendisiyle, başkalarıyla ve doğayla kurduğu ilişki, üretim biçimiyle doğrudan bağlantılı. Homo Sapiens bir milyon yıl önce Afrika savanalarında gezerken kendisini doğanın dışında bir varlık olarak değil, bir parçası, uzantısı olarak hissediyordu. Dahası “ben ve doğa” diye bir ayrımı yoktu zihninde. Kapitalist üretim ilişkilerinin belirleyici olmadığı toplumlarda hâlâ birey kendisini tekil kişi olarak görmez. Bu tür toplumlarda kimse kendisine “ben” demez. “Biz” der, “şu memleketliyiz” der, “şu etnisiteliyiz” der “falan aile” der, “filan köylü” der.

Kırsaldan mı bahsediyorsunuz?

Hayır, kapitalist üretim-tüketim ilişkilerinin baskın olmadığı yerlerden bahsediyorum. Kır ve kente dair ayrım hatalı yapılıyor. İstanbul’un ne kadarı kent, Fethiye’nin ne kadarı kırsal? Önemli ve belirleyici olan üretim ilişkisi.

O halde kapitalizmin pek çok psikolojik hastalığın da kaynağı olduğunu mu düşünmeliyiz?

Kapitalist üretim ilişkisinin olmadığı toplumsal düzenlerde de depresyon ya da diğer psikiyatrik hastalıklar yine vardır ama farklı sıklıkta, farklı yaygınlıkta ve farklı şekilde. Tür olarak evrimleştiğinden beri insanın bir beyni, bir sinir sistemi ve bir psikolojisi var. Bir varlık olarak insan, çevresiyle ilişkileri içinde sürekli bir değişim yaşar. Bu değişimin her biçiminde farklı farklı görünümlerde ruhsal hastalıklar olur. Ama her egemen paradigmanın hastalık ve sağlık ayrımı kendine özgüdür.

“DEPRESYONA GİRDİM” DİYEN İNSANLARIN ÇOĞU DEPRESYON HASTALIĞINA YAKALANMIŞ DEĞİLLER

Başa dönelim; depresyon nedir?

Depresyonun kelime anlamı “çökme”. Bu da fizyolojik işlevlerin olağan sınırların ötesinde yavaşlaması ya da durması anlamına geliyor. Yani depresyon sadece ruhsal, zihinsel bir mesele değil. Depresyonun psikolojik boyutları gibi davranışsal boyutları da var. Bir hastalık olarak depresyonda barsak çalışması yavaşlar, ten solar, yüz ifadesi aşağı doğru iner, deri döküntüsü olur. Kişi yavaş çekimde hareket eder. Hatırlamakta zorluk çeker, bir olayı muhakeme etme, değerlendirme becerisi zayıflar. Depresyon fizyolojik, davranışsal, duygusal işlevlerin çökmesi, azalması, kimi zaman da durma noktasına gelmesi demek. Her insan biricik olduğu için herkeste değişkenler birbirinden farklı yoğunluk, şiddet ve biçimlerde olabilir.

Bizim gündelik dilde çok sık kullandığımız “depresyon” kelimesiyle psikiyatrinin depresyon dediği şey aynı mı?

Değil. “Ben depresyona girdim”, “kendimi depresif hissediyorum” diyen insanların çok büyük bir bölümü depresyon hastalığına yakalanmış değiller. Bu insanlar üzgünler, mutsuzlar, kendilerini çaresiz hissediyorlar ve bu yaşadıklarının depresyon olduğunu düşünüyorlar. Çünkü depresyon tedavisi için ilaç üreten firmalar, psikoterapi üreten ekoller, bitkisel-doğal aromalar satan tacirler, yoga, reiki, meditasyon kursları açanlar, depresyonun çok yaygın olduğunu söyleyip duruyorlar. Sonuçta böylece hastaları arttıkça para kazanacaklar; yoga-meditasyon kurslarına, terapiye daha çok insan gider.

Gitmemeli mi?

Yoga, meditasyon, psikoterapi ve bitkisel ürünlerin kötü, yanlış, bilim dışı olduğunu söylemiyorum. Bu yöntemlerin hepsinin, kapitalist üretim ilişkileri içinde kâr amaçlı kullanımından, istismarından söz ediyorum.

TEDAVİ İÇİN TIBBİ YÖNTEM ŞART AMA İYİLEŞME İÇİN İSTER PSİKİYATRİYE İSTER YOGAYA VEYA FALCIYA GİT, HANGİSİ SANA İYİ GELİYORSA! SORUMLULUK SENİN

Yani kapitalist üretim-tüketim ilişkilerinin yarattığı sorunları gidermek için başvurduğumuz çareler de yine bu kapitalist üretim-tüketim ilişkilerinin bir parçası…

Tam da bunu söylemeye çalışıyorum! Psikiyatri bir disiplin olarak ortaya çıktığından beri toplumun ve bireyin ruhsal sıkıntılarını çözen bir teknik olmuştur. Bir bilim değil, bir teknik! Çeşitli bilimsel bulgu ve bilgilerden üretilen yöntemleri uygulayan bir tekniktir psikiyatri. Modern bilimsel bilginin kurallarına göre her araştırmada yeni bir bulgu bulur, uygular, sonra başka bir bulguya erişir onu da uygular. Kimi zaman başarılı olur, kimi zaman geçmişte yaptığının yanlış olduğunu bulgular ama hep bilimsel yöntemle. Psikiyatrinin diğer iyileştirme uygulamalarından farkı budur. Bundan yirmi bin yıl önce de Şamanlar ruhsal sorunları, bildikleri tekniklerle çözmeye çalışıyorlardı. 17. Yüzyıla kadar üfürükçüler, büyücüler, şifacılar vardı. 17. Yüzyıldan beri de psikiyatri bir tıp disiplini olarak ruhsal sorunları tıbbi yöntemlerle düzeltmeye çalışıyor.

O halde ruhsal sorunların tek tedavisi psikiyatri olmak zorunda değil, öyle mi?

Tedavi sözcüğünü kullandığınız anda, bu tıbbi bir işlem olur. Ama “iyileşme” diyorsak, evet; mutsuzsan, çaresizsen, üzgünsen, hayattan zevk almıyor, kendini çıkışsız hissediyorsan, ister psikiyatriste, ister falcıya, ister astroloğa, istersen de yogaya git… Hangisinin sana iyi geleceğine inanıyorsan ona gidersin. Dahası günümüz ideolojisi bu serbestliği teşvik de ediyor. “En son doktora git” diyor.

Neden?

Çünkü doktora ne kadar az gidersen sosyal güvenlik sistemi o kadar az para harcar. Siz hiç falcı masrafını ödeyen sağlık sigortası görebilir misiniz? Ama ruhsal hastalık olan depresyonu psikiyatri dışı yöntemlerle tedavi etmek çok mümkün değil, en azından biz psikiyatrlara göre öyle.

HİÇBİR PSİKİYATRİST DEPRESYONUN TOPLUMSAL, SİYASAL, EKONOMİK KOŞULLARDAN BAĞIMSIZ OLDUĞUNU SÖYLEMEZ

Johann Hari yaptığı araştırma ve görüşmeler neticesinde depresyonu şu dokuz temel nedene bağlıyor: “Anlamlı çalışmadan”, “diğer insanlardan”, “anlamlı değerlerden”, “çocukluk travmalarından”, “statü ve saygıdan”, “doğal dünyadan”, “umutlu ya da güvenli bir gelecekten” kopuk olmak ve nihayet “genlerin ve beyindeki değişmelerin gerçek payı.” Son iki nedeni, yani genleri ve beyindeki değişimleri hariç tutarsak, diğer tüm nedenler Türkiye’de çok yaygın…

Psikiyatri bu nedenlerin hiçbirini inkâr etmiyor. Hiçbir psikiyatrist depresyonun içinde yaşadığımız toplumsal, siyasal, ekonomik koşullardan bağımsız olduğunu söylemez. Dahası, bu sorunlardan kaynaklanan depresyonun çözümü de illa psikiyatrik tedaviyle değil, tam da bu sorunların çözülmesiyle mümkün. Size hemen bir hastadan örnek vereyim. 6 Şubat depremi sonrası Antakya’dan; ev yıkılmış, çekirdek aileden kayıplar var, kalacak yer yok, iş yok, çadırda kalıyor kişi. Psikiyatriste geliyor, ki biz Türkiye Psikiyatri Derneği olarak altı aydır orada çalışıyoruz. Kişi depresyonun ve travma sonrası stres bozukluğunun bütün belirtilerini taşıyor. Biz ona “koşulların böyle ama al sana şu antidepresan, sen bu koşullara rağmen depresyondan çıkabilirsin” demiyoruz ki!

Prof. Dr. Selçuk Candansayar

Ne diyorsunuz peki?

Türkiye Psikiyatri Derneği beslenme ve barınma koşulları ile güvenlik hissi sağlanmadan psikiyatrik desteğin yeterli olmayacağını ilk günden söyledi ve depremden hemen sonra resmi olarak ilan etti. Aynı açıklamada “acil psikiyatri desteğinden kastımız beslenme, barınma ve güvenliği sağlamaktır”, dendi. Psikiyatrist “bu koşullarda da biz hastaları iyileştiririz” demez. Psikiyatri açısından çok fazla açmaz var ama bunlar psikiyatri disiplininden kaynaklanmıyor.

Neyden kaynaklanıyor?

Bir kere sağlığın bir insan hakkı olmaktan çıkarılıp özelleştirilerek gücü olanın satın alabildiği bir metaya dönüştürülmesinden kaynaklanan sorunlar var. Bu psikiyatrinin sorunu değil; psikiyatrinin neoliberal politikalar dolayısıyla istismar edilmesinin sonucu. Hatay’a, Maraş’a, Adıyaman’a giden psikiyatristler beslenme, barınma ve güvenlik derhal çözülmeli, diyordu. Bütün bunlar çözülmemişken ve bu koşullar nedeniyle kişi çökmüşse, yani depresyona girmişse, psikiyatrist ne yapabilir? Ancak elinden gelebileni yapar. Yani ruhsal destek ve kimi zaman da ilaç verebilir.

BAZI KİŞİLERDE ÇEVRESEL SORUNLAR ÇÖZÜLDÜĞÜNDE DE DEPRESYON KENDİLİĞİNDEN GEÇMEZ

Peki barınma, beslenme, güvenlik gibi sorunlar çözüldüğünde depresyon kendiliğinden geçer mi?

Depremin sonuçları nedeniyle ruhsal sıkıntıya girmiş olanların önemli bir kısmı açısından evet. Ama bazı kişiler açısından çevresel sorunlar çözüldüğünde de depresyon ya da diğer ruhsal sıkıntılar kendiliğinden geçmez. Çünkü belli bir eşik değer aşıldıktan sonra tıbbi destek gereklidir. Sonuçta bizler biyolojik organizmalarız ve biyolojik organizmaların belli olanakları ve sınırları var. Örneğin biz insan türü olarak kollarımızı ne kadar çırparsak çırpalım, uçamayız. Hava sıcaklığı 50-52 dereceye ulaştığında unutkanlığımız başlar. Çünkü aşırı sıcak zihnin biyolojik işleyişini bozuyor. Yani biyolojimizin bir sınırı, dengeli çalışması için de gerekli koşullar var. Bu koşullar olmadığında veya biyolojimizin sınırları aşıldığında kendiliğinden düzelmesi mümkün olmayan bir bozulma yaşanır. İnsan bedeni öyle mükemmel bir yapı değil. Günde 3 öğün adana kebabı ile baklava yersen 3 ayda kolesterolün tavan yapar.

Yani psikiyatri disiplini açısından depresyon böyle bir hastalık mı?

Bu bir hastalık olarak depresyondur ve sanıldığı kadar yaygın değildir. Öte yandan depresyonun bütün belirtilerini taşımasına rağmen sadece sıcak yemek, güvenli çadır ve temiz su sağlandığında kendini iyi hissedecek insanlar da var. İnsanca geliri olan, insanca barınma, eğitim, eğlence ve dinlenme, çalışma koşullarına ulaştığında ruhsal sıkıntısı, örneğin depresyonu geçecek milyonlar var.

DAYANIŞMANIN DEPRESYON TEDAVİSİNDE BÜYÜK KATKILARI VAR

Deprem bölgesinde bulunduğumuz sırada yakınlarını, evlerini kaybetmiş pek çok insan gönüllüleri kastederek, “onlar olmasa biz çökmüştük” diyordu. Kastettikleri gönüllülerin sağladığı lojistik destek değil, sadece varlıkları, orada bulunmalarıydı…

Sizi düşünen, sizin için kaygılanan, size yardım etmek isteyen insanların varlığı bu dünyada yapayalnız olmadığınız hissi yaratıyor ve bu da depresyonun iyileşmesinde çok büyük katkı sağlıyor. Nitekim biz depresyonun tedavisi sürecinde bunu uyguluyoruz da. Dayanışmanın depresyon tedavisinde büyük katkıları var.

Psikiyatrik anlamda depresyona giren insan, depresyonda olduğunu fark eder mi?

Her zaman değil. Kimi zaman insanlar “ortada hiçbir neden yok gibi göründüğü halde kendimi çok mutsuz hissediyorum” der ve bize başvurur. Bunun adının depresyon olduğunu bilemeyebilir; ki bilmesine de gerek yoktur. Duygu, düşünce, davranış ve fizyolojik işlevlerin olağan sınırların altına inmesi, bunu açıklayacak başka bir etken yoksa ve en az iki haftadır devam ediyorsa, kişi depresyondadır. Johann Hari’nin kitabına geleyim; bence okunmaya, üzerinde tartışmaya değer bir çalışma. Kitapta utangaç da olsa esasen bir kapitalizm eleştirisi var. Bakın, neoliberalizmin artık baskın paradigmaya dönüştüğü 1980’ler, dünya tarihi açısından bir milattır. Sağlık bu tarihten itibaren metalaştırıldı. Sağlık 1980’lerden itibaren, büyük bir ideolojik kampanyayla insan hakkı olmaktan çıkarıldı. Barack Obama’nın daha önce sağlık sigortası bulunmayan 20 milyon kişinin sigortalanmasını öngören reform girişiminin ne kadar sert bir tepkiyle karşılandığını hatırlayın. Tıbbı ve onun içinde yer alan psikiyatriyi 1980’lerde ABD’de Reagan’ın, İngiltere’de Thatcher’ın başlattığı neoliberal düzenden bağımsız düşünemeyiz.

1980’LERE KADAR İLACIN PİYASAYA SÜRÜLMESİ 10-12 YILKEN, ŞU ANDA 4 YILA KADAR İNDİ; ORTADA KOMPLO YOK, KAPİTALİZMİN İŞLEYİŞİ BU

Mevzu buraya geldiğine göre antidepresan ilaçlara dair eleştirileri de konuşalım. Johann Hari mesela, ilaç firmalarının antidepresanlara ilişkin ön deneyleri manipüle ettiğini, olumsuz deney sonuçlarını gizleyip sadece olumlu sonuçları prospektüslere yansıttığını, dahası, antidepresanların sanıldığı kadar iyileştirici olmadığını söylüyor. Hastalarına antidepresan yazan bir hekim olarak bu konudaki değerlendirmeniz nedir?

Elbette devasa tekeller olan ilaç firmaları ne kadar ürün satarlarsa, o kadar para kazanırlar. 1980’li yıllara kadar herhangi bir ilacın bulunup piyasaya sürülmesi yaklaşık 10-12 yılı buluyordu. Etkisinin olup olmaması için değil, yan etkisinin olup olmadığını araştırmak için bu zamana ihtiyaç vardı. Yani tehlikeli, sakat bırakıcı, ölümcül bir yan etkisi olup olmadığı iyice anlaşılmadan ilaçlar piyasaya sürülmüyordu. Fakat 1980’li yıllardan itibaren bir molekülün keşfiyle ilacın piyasaya sürülmesi arasındaki süre dört yıla kadar indi. Gazetelerde sık görüyorsunuz; “falanca ilaç şirketi, filanca ilaç için şu kadar tazminat ödeyecek”. Firmalar 10-12 yıl boyunca üzerinde çalıştıkları ilacın zararlı olduğunu fark ederse, o 10-12 yıllık yatırım batar. Ama firmalar, ilacı dört yılda çalışıp piyasaya sürerlerse ve ilacın zararlı etkileri beş yıl içinde ortaya çıkarsa, o beş yıl boyunca sattıkları ilaçtan kazandıkları kârın, ödeyecekleri tazminattan daha fazla olduğunu hesaplayıp piyasaya sürüyorlar.

İLAÇ ÜRETİM SÜREÇLERİNİ DENETLEYEN KURUMLARDA İLAÇ FİRMALARININ TEMSİLCİLERİ ÇALIŞIYOR!

Nasıl yani; bunun bir denetim mekanizması yok mu?

İlaç üretim süreçlerini denetleyen kurumların hepsinde ilaç firmalarının temsilcileri çalışıyor! Üstelik de hükümetlerin gözetiminde! Yani hükümetler de bu firmalarla işbirliği içinde. Şu anda Avrupa ve Amerika başta olmak üzere dünyada silah endüstrisinden sonra ikinci sırada ilaç endüstrisi geliyor.

Bu tespit, ilaç ve aşı karşıtlarının kurdukları komplo teorilerini destekler nitelikte değil mi?

Hayır. Komplo dediğinizde, “aslında büyük güçler her şeyi çözüyor, bizim yapabileceğimiz hiçbir şey yok” demiş oluyorsunuz. Oysa ortada bir komplo yok; kapitalizmin işleyişi bu. Dahası ilaç firmalarının komplosu var. “Sakın ilaç içmeyin” diyenlere bakın; çoğunun bitkisel kaynaklı bilmem ne maddesi ya da çok yüksek ücretle katılmanın mümkün olduğu çeşitli “meditasyon” uygulamaları sattığını göreceksiniz.

ÇÖZÜM İLAÇ KARŞITLIĞINDA DEĞİL, KAPİTALİZM KARŞITLIĞINDA

Yani çocuklarına zinhar ilaç vermeyen, aşı yaptırmayan insanlar haksız mı?

Son derece haksızlar. Marksist bir bakışın yoksa ilaçlarla ilgili tartışmayı çözümlemen zor.

Nasıl yani?

Marksist bir bakışla kapitalizm eleştirisi yaptığında çözümün ilaç karşıtlığı değil, kapitalizmle mücadele olduğunu görürsün. İlaç ve aşı karşıtı olduğunda, devlet de ilaç ve aşının parasını ödemek istemediğinde, tedavi tamamen bireyin gücüne kalır. İlaçların üzerinde bilimsel bir kontrol olabilse ve sağlık da örneğin 1950-70 dönemi dünyasında olduğu gibi devletin karşılamak zorunda olduğu bir kamu hizmeti olsa, bu sorunların hiçbiri yaşanmaz. O zaman masrafı karşılayan devlet, ilaç firmaları üzerindeki denetimi sıkılaştırır ve yan etkileri tamamen bulunmadan ilaçlar piyasaya sürülemez. Çözüm ilaç karşıtlığında değil, kapitalizm karşıtlığında. Ama bilimsel bilginin kapitalizm tarafından nasıl istismar edildiğini anlamazsan, kapitalizm karşıtı olacağına bilim ve akıl karşıtı olursun!

BİR PSİKİYATRİSTLE EN AZ YARIM SAAT KONUŞMADAN ANTİDEPRESAN KULLANMAMAK GEREKİYOR

Tekrar konumuza dönelim; belli bir eşik aşıldığında psikiyatrik tedavi olmadan, bir anlamda antidepresan ilaç kullanmadan depresyondan çıkmanın zor olduğunu söylediniz. Etrafımızda pek çok insanın birbirine antidepresanlar önerdiğini görüyoruz. Biz sıradan insanlar antidepresanlara nasıl yaklaşmalıyız?

Bir psikiyatristle en az yarım saat konuşmadan antidepresan ilaç kullanmamak gerekiyor. Evet, insanlar birbirlerine kendi kullandıkları antidepresanları öneriyor. Bu çok büyük bir yanlış. Fakat ortada bir çaresizlik de var. Çünkü insanlar hastanelerden randevu alamıyor. Randevu alabilenler de, hastane yönetimlerinin dayatması nedeniyle psikiyatriste ancak 4 dakika görünebiliyor!

Bu genel bir uygulama mı?

Evet, 4 ila 6 dakika! Çünkü hekimin kapısına 100 hasta gönderiliyor!

SAĞLIK SİSTEMİ PSİKİYATRİSTİ DÖRT DAKİKADA HASTAYA ÇARE BULMAYA ZORLUYOR

Peki psikiyatristler dört dakika bakabildiği hastaya ilaç mı yazıyor?

Siz söyleyin, başka ne yapsınlar? Kapıdan giren hastaya, “aslında seni en az yarım saat görmem gerekiyor, fakat hastane yönetimi buna izin vermiyor. Dört dakikada da sana ilaç yazamam; dolayısıyla senin için yapabileceğim hiçbir şey yok” mu desinler? Üstelik de dışarıda bekleyen daha 100 hasta varken! Dolayısıyla psikiyatristler minimum sürede hastanın yararına optimum çözümü bulmaya çalışıyor.

Bu kadar kısacık bir sürede nasıl bir çözüm bulunabilir ki?

Mümkün mertebe yan etkisi olmayan bir antidepresanı veriyor psikiyatristler. Bu koşullarda ben de çalışsam aynı mantıkla hasta görürüm. Bir kişi görmesi gereken zamanda on kişi gören hekim, bunlar içindeki üç kişinin gerçekten depresyonda olduğunu kabul ederek hepsine yan etkisi olmayan antidepresan yazıyor.

Bu nasıl bir çözüm olabilir ki?

Şimdi, üçünün depresyonda olduğu on kişiye antidepresan verdiğinde, en azından üç kişide intihar riskini azaltmış, hastanın kendisini biraz daha güçlü hissetmesini, belki hayata tutunması için çaba sarfetmesini sağlamış oluyor psikiyatrist. Tekrar edeyim, bu bir yöntem olamaz. Böyle hasta da bakılamaz. Ama mevcut sağlık sistemi psikiyatristi dört dakikada hastaya çare bulmaya zorluyor.

‘DEPRESYON HASTALARININ YÜZDE 60 İLA 70’İNİ TEDAVİ EDİYORUZ’

Antidepresanlar gerçekten de intihar eğilimini azaltıyor mu?

Her hastada değil. Zaten elimizde sihirli bir değnek yok. Fakat unutmayın ki, psikiyatri dışındaki tüm iyileştirme yöntemleri mucize vaat eder. Sadece psikiyatri “ilacı başlatırım ama yüzde 60-70 etkili olabilir” diyor. Çünkü psikiyatri bilimle hareket ediyor.

Antidepresanlar bize ne yapıyor da bu tür sorunları çözüyor?

Antidepresanlar beynimizdeki sinir hücreleri arasındaki iletişimi sağlayan haberci moleküllerin miktarını ve yapışma yerlerini değiştiriyorlar. Sinir hücreleri arasındaki haberci moleküllerin sayısı binlerce. Biz bunların sadece bir veya iki tanesine müdahale ederek, beyin de diyalektik işlediği için bir tanesini değiştirdiğinde hepsinin yeri değişiyor, henüz tam anlamadığımız bir şekilde depresyon hastalarının yüzde 60 ila 70’ini tedavi ediyoruz.

DEPRESYON HER ZAMAN MUTSUZLUK YAPMAZ

Depresyon mutsuzluk mu demek?

Hayır, depresyon her zaman mutsuzluk yapmaz. Dikkat ederseniz depresyon için “mutsuzluk” değil, “çökme” dedim. Bazı depresyonlar vardır, kişi deliler gibi çalışır. Biz onu muayene eder ve deriz ki, “deliler gibi çalışıyorsun, çünkü depresyondasın”. Bazı depresyonlar vardır, sürekli eş değiştirir. Dışarıdan bakan biri “ne kadar hızlı yaşıyor” der; oysa aslında kişi depresyondadır.

ENGİZİSYON MAHKEMELERİNDE “CADI” DİYE YAKILANLARIN ÖNEMLİ BİR KISMI EPİLEPSİ HASTASIYDI

Pre-kapitalist dönemde depresyon yok muydu?

Tabii ki vardı. Antik Yunan metinlerinde de tariflenmiş, Bergama’da tedavi edilmeye çalışılmış… İnsan türü var olduğundan beri bir çok psikolojik hastalık türü de var. Ama görülme sıklığı, yaygınlığı ve biçimi değişiyor. Örneğin 15-16’ıncı yüzyıllar boyunca süren Engizisyon mahkemelerinde “cadı” denilerek yakılan bir sürü insan var. O zamanlar (1486) iki Dominikan keşiş tarafından yazılmış olan “Cadı Tokmağı” (The Malleus Maleficarum) isimli kitapta bir cadının nasıl tanınacağına dair belirtiler sıralanıyor. Bu belirtilere bugün baktığımızda, aslında onların cadı dedikleri insanların çok büyük bölümünün epilepsi hastası olduğunu görüyoruz. Düşünün, o dönemde “cadı” denilerek yakılan epilepsi hastalarını biz bugün antiepileptik ilaç vererek iyileştiriyoruz. Aynı şey depresyon için de geçerli. Bakın, ana konumuzdan kopma pahasına söyleyeyim: Bugün AKP hükümeti “cinsiyet disforisi diye bir hastalık yoktur” diyor. Yani kişinin biyolojik cinsiyetiyle cinsiyet kimliği arasında yaşanan uyumsuzluğun varlığını reddediyor. Dolayısıyla da “kimseye cinsiyet değiştirme ameliyatı yapamazsınız” diyor. “Yoktur dersem yok olur” demekten başka bir şey değil bu. Bilim karşıtlığı budur işte.

NAZİLER ÖNCE LGBTİ BİREYLERİ, SONRA ŞİZOFRENİLERİ, ARDINDAN ZEKA GERİLİĞİ OLANLARI, KOMÜNİSTLERİ, EN SON YAHUDİLERİ YAKTILAR

AKP’nin LGBTİ karşıtlığına bu kadar ağırlık vermesini neye bağlıyorsunuz?

Bakın yakın zamanda İstanbul Üniversitesi’nden 11 hekim arkadaşımız çocuklara cinsiyet değiştirme ameliyatı yaptıkları iddiasıyla hedef gösterildi. Oysa 18 yaş altında ameliyat edilen hiçkimse yok. Her şey kabul edilmiş uluslararası bilimsel kurallara göre yapılıyor. Fakat hatırlatayım, Naziler önce LGBTİ bireyleri yaktılar. Sonra şizofrenisi olanları, ardından mental retardasyonu (zeka geriliği) olanları, sonra komünistleri, en son Yahudileri yaktılar. Otoriter rejimler en zayıf farklı olanı düşman göstererek yola çıkar ve toplumu bu şekilde hizaya sokmaya başlar. 2000’li yılların başında “LGBTİ’lerin haklarını da biz savunacağız” diyerek yola çıkan Erdoğan’ın bugün yaptığı şey bu. LGBTİ’lere vurdukça kadınların nasıl kadın, erkeklerin nasıl erkek olacağını dayatıyor. Bugün Türkiye’de toplum otoriter faşizmin kodlarına göre sınıflandırılmaya çalışılıyor ve bunun için de ilk “cadı avı” LGBTİ’lere karşı yapılıyor. Bu yetmiyor, kamu sağlığı bilinciyle LGBTİ’lerin sağlığı için çalışan hekimler hedef gösteriliyor.

GEZİ İSYANI SIRASINDA PEK ÇOK HASTAMIZIN ANTİDEPRESANINI AZALTTIK

Türkiye’de nüfusun yarıdan fazlası sürekli seçim kaybeden ve giderek umutsuzluğa sürüklenen bir pozisyonda bulunuyor. Keza orta sınıf çöküyor ve insanlarda ciddi bir gelecek kaygısı beliriyor. Eğitim sistemindeki vaziyet pek çok ebeveyni kaygılandırıyor, hatta ürkütüyor. Bu açıdan bakıldığında depresyonun kişisel olmaktan çıkıp toplumsallaştığını söylemek mümkün mü?

Hayır, toplumsal bir depresyondan söz edemeyiz. Yoksullar, ezilenler açısından hayat mücadelesi hep vardı, şimdi daha zorlu da olsa o mücadele devam ediyor. Ama Türkiye’de olup bitenlerin orta sınıfta derin bir hayal kırıklığı yarattığı, orta sınıfın aldatılmışlık hissi yaşadığı açık. Bu toplumsal bir depresyon değil, hayal kırıklığı. Orta sınıfın hayal kırıklığını antidepresan değil, örgütlü mücadele çözer. Orta sınıfın aldatılmışlık hissini psikiyatri değil, kendini politik bir özne olarak tanımlamaya başlaması giderir. Gezi isyanı sırasında birçok hastamızın antidepresanını azalttık biz! Toplumsal örgütlenmenin, bir amaç için ortak hareket etmenin, bir şeyleri değiştirmek üzere mücadeleye girişmenin iyileştirici gücünü hiçbir psikiyatrist inkâr etmez.

Ama hayal kırıklığı yaşamış orta sınıflar, karşılarında güçlü veya yıkıcı bir otorite olduğunda, birliklerini milliyetçilik, dincilik gibi ideolojiler üzerinden kurgulayıp daha zayıf gruplara, örneğin Türkiye’deki gibi mültecilere yöneltebilir…

Tabii ama bunun engelleyicisi de yine örgütlü mücadele yürütenlerdir. Öte yandan belli bir toplumsal gruba, etnisiteye, inanca vs, yönelen örgütlü saldırının yaratacağı etkiyle, Gezi’deki gibi kapsayıcı isyanların iyileştirici gücü arasında fark var. Ayrıca iyileştirici güçle tedavi etmek birbirinden farklı. Biz psikiyatristler bireyin hastalıklarını tedavi ederiz ama toplumsal çaresizlikleri, sınıfsal hayal kırıklıklarını değil.

İNSANLAR BAZEN KORKUDAN SAĞCILAŞIR

Nazilerin yükselişi de büyük bir hayal kırıklığı yaşamış Alman toplumunun örgütlü nefreti üzerinden olmadı mı?

Hayır, bu o dönem Alman toplumundaki dinamikleri çok fazla psikiyatrize etmek olur. Ekonomi-politik değişimleri insanın psikolojisiyle açıklamaya, izah etmeye kalkmak büyük bir indirgemeciliktir. Oysa bunu yaptığında, Nazizmin yükselişiyle sosyal demokratların iç kavgaları arasındaki ilişkiyi görünmez kılmış oluyorsun. Öte yandan, ebette insanlar bazen korkudan sağcılaşır. Peki ama bu korku gerçekçi mi, değil mi?

Değil mi?

Osman Kavala’ya sorun bakalım. Kavala korkuyor demiyorum; Kavala’ya yapılanlarını gören iş insanlarını düşünün… Merdan Yanardağ’ a, Barış Pehlivan’ a bakın. Aralarında sınıf arkadaşım Diyarbakır Belediye Eş Başkanı Selçuk Mızraklı’nın da olduğu yüzlere Kürt siyasetçisi tutsakken korkmamak mümkün mü? Tabii ki bu gerçekçi bir korku. Ama korkunun kaynağını ortadan kaldırmadan insanların sağa yönelmesini nasıl engelleyebilirsin?

1990’larda Yüksekova’da çetin savaş koşullarının ortasında geçen çocukluğumuz, köyde, kasabada ciddi bir toplumsal dayanışma ve örgütlülük olduğu için görece mutsuz geçmedi…

İşte, toplumsal dayanışmanın iyileştirici gücü bu. 1994’te Özgür Gündem bombalandığında Ankara’dan kalkıp dayanışmaya gitmiştik. Peki 1994’teki o korkunç koşullarda bile, hem sizin Yüksekova’da gördüğünüz toplumsal dayanışma, hem bizim İstanbul’da Özgür Gündem’le dayanışmamız neden şimdi yok?

İktidarın baskılarından dolayı mı?

Sadece iktidarın sertliğiyle mi, yoksa biraz da o toplumsal dayanışmayı sağlayan örgütlülük yapısının değişimiyle mi ilgili? 1994’ün çocuklarına 2023’teki seçimlerde, kendilerine hiç sorulmadan, tepeden inme bir yöntemle milletvekili adaylarının belirlenmesi karşısında ne hissettiklerini bir sorun bakalım. Bu son seçimlerde toplumun yarıdan fazlasının yaşadığı hayal kırıklığının tek kaynağı iktidarın kazanması mı, yoksa muhalefet partilerinin yöntemleri mi? 1994’te Özgür Gündem’le dayanışmak için kalkıp giden ve gazete binasında nöbet tutan sosyalistler bugün yeterince gitmiyorlarsa, bu sadece iktidarın sertliğiyle, ondan duyulan korkuyla açıklanabilir mi? Kürt hareketi öyle de sosyal demokratlar ya da sosyalistler farklı mı? Ben seçimden sonra en çok soldaki sağ sapma üzerine yazmaya çalışıyorum. O dönemin iktidarı da sertti. Gördüğünüz gibi konu çok dallanıp budaklandı ama bunların hepsi aslında konumuzla bağlantılı…

“ARTIK SİYASETLE İLGİLENMEYİP PSİKOLOJİMİ DÜZELTECEĞİM” DİYENLERE PSİKİYATRİST OLARAK SOMUT BİR TEDAVİ ÖRNEĞİ: ŞİRECİ TEKSTİL İŞÇİLERİ!

Peki bir psikiyatrist olarak, psikiyatri eleştirisine nasıl bakıyorsunuz?

Psikiyatrinin eleştirilebilecek sayısız yönü var, bunu inkâr etmiyorum. Fakat kapitalizm eleştirisi yapılmadan psikiyatri eleştirisi yapılamaz. Aksi “cambaza bak” oyunu olur. Keza antidepresanlara karşı çıkmanın da kötü beslenmekten ölmek üzere olan çocuğa “aslında anne-babanın iyi işlerinin olması, iyi beslenmen, iyi koşullarda yaşaman lazım” demekten farkı yok. O durumdaki bir çocuğu iyileştirmek için ona bunları mı söylersin, yoksa bir an önce protein şurubu mu verirsin? Psikiyatrist o şurubu, yani antidepresanı verir, kamusal alanda da mücadelesini anlatır ama o çocuğun iyi beslenmesi için ebeveynlerine iyi işi bulamaz. O iyi işi sağlayacak, dolayısıyla çocuğun sağlıklı beslenmesini olanaklı kılacak olan örgütlü, toplumsal mücadeledir.

Etrafımızda pek çok insanın seçimden sonra “artık gündemi takip etmeyi bıraktım”, “kendimi iyi hissetmek için siyasetle ilgilenmeyeceğim” dediğini görüyoruz. Sizce gündemden uzak kalmanın, politik mücadeleden kopmanın iyileştirici sonuçları olur mu?

Seçimden sonra “artık siyasetle ilgilenmeyeceğim, psikolojimi düzelteceğim” diyenlere psikiyatrist olarak somut bir tedavi örneği vereceğim: Şireci Tekstil işçilerine baksınlar! Şireci Tekstil’in işçileri “acayip bir hayal kırıklığı yaşadık, artık hiçbir şeyle ilgilenmeyip psikolojimize bakacağız” mı dediler, yoksa fabrikayı işgal edip greve mi başladılar? Bırakın grevden zaferle çıkmalarını, örgütlü mücadelenin kendisi onları nasıl hissettirdi?

Önceki ve Sonraki Yazılar
İrfan Aktan Arşivi