Fadıl Öztürk
Seyit Rıza onların önünde eğilmedi...
Ben bu konuyu uzun uzun yazmak isterdim, sora sora yol bulur gibi yazmak, üstümü başımı arar gibi yazmak, kopmuş düğmemi yerine diker gibi yazmak, dedemin anlattığı masallardan yorula dinlene sabaha çıkar gibi yazmak, Ermeni komşularımın yüzüne utanmadan bakar gibi yazmak... Anlayacağınız, hep erteledim yazmayı. Bir oturuşta yazmak eksiklikleri beraberinde getirse de yazayım dedim. Umarım derdimi kâğıda dökerim.
Kimseyi ötekileştirmek için değil, kendimi de dahil ederek yazıyorum bütün bunları. Devrimci olduk, örgüt kurduk, o uğurda can verenlerimiz de oldu, canını dişine takarak yaşayanlarımız da, sürgünde ömür çürütenlerimiz de oldu. Tıpkı Mahirlerin ve Denizlerin olduğu kadar, Kürt sorunu için Erzurum’a İsmail Beşikçi hocamızın kapısına kadar giden Hüseyin Cevahir’in de, kendi zamanında Kürt sorununa millici bakış dışında bir bakış getiren İbrahim Kaypakkaya’nın üstümüzde çok hakı var. İnkâr edemem, haklarını teslim etmek gerekir. Ama bütün bu karşı duruşu yaparken kullandığımız araçlar da mücadele kadar önemlidir. Mesela dil; Mücadelenin üstünde yükseleceği tarihsel ve kültürel zeminden, oranın özelliklerinden beslenmesi gerekir. Dağlarının bize kucak açmasıyla, Munzur’dan bir tas su içmeyle, oranın çoklu dillerini dışarıda tutmak ya da tekleştirmekle, inancını yok saymakla bir yere varılmaz. Eğer eşya ise, eşyanın bütün özelliklerinden bakılmalı oraya. Kendi biçtiklerimizi ona zorla giydirirsek ya dar gelir ya da bol.
Dersim’e dışarıdan, başka inanışlar içinden bakıldığında asla anlaşılmayacak olan bir konu da soykırımdır. ‘Eyvah bu sefer kökümüzü kurutacaklar’ diyen Dersimli, saldırıyı bireysel olarak algılamaz. Onlardan olmayanların tümünü ‘biz’ler olarak algılar. Yani onlar gibi konuşmayan ve onlar gibi inanmayan, onlar gibi yaşamayanlar olarak sadece kendilerini kapsadığını tarif ederler. Bunu onlara uğradıkları soykırımlar öğretmiş ve bir iç korku olarak beraberlerinde taşımışlardır. Her koşulda var olmak, soyunu sopunu sürdürmenin yolunu kendileri arayıp bulmuşlardır.
Bu durum aynı zamanda onları o durumdan kurtarmaya kimsenin gitmediğinin de dışa vurumudur. Soyları tükenmekle yüz yüze gelenler var olmak için gerektiğinde takiyye de yapmışlardır. Mustafa ve İsmet gibi isimlerle Dersimlileri yargılayanlar soykırımla asla yüzleşmemiş toplumdan gelenlerdir, onların Dersim ve Dersimlileri anlamaları mümkün değildir bana göre. Bir toplumu bütün özelliklerinden soyup ona ‘isyancı’ elbisesi giydirme çabasından başka bir şey değildir.
38 katliamında katledilenlerden arta kalanların sürgün edilmesiyle Dersim’in vücut bütünlüğü bozuldu. Kol bir tarafta, baş bir tarafta, gövde bir tarafta kaldı bir anlamda. Buna rağmen geride kalanlar bu vahşet içinde hayat bulmaya çalıştılar. Kendi başlarına gelenler çocuklarının başına gelsin istemediler ve bu nedenle sustular, çok uzun zaman başlarından geçenleri çocuklarına torunlarına anlatmadılar. Ben dahil, benim kuşağım böyle büyüdük.
Katliamdan sonra devlet yollar, köprüler, karakollar, yatılı okullar, binalarıyla kendini inşa etti. Bütün bunlar Dersim’in yıkıntıları, kan ve göz yaşlarının üstüne kuruldu. Kalan Dersimliler de çektiklerini çocukları çekmesin, gitsin kendilerine yeni hayat kursunlar diye çocuklarını yatılı okullara yolladılar. Direnenler de Sıdıka Avar örneğinde olduğu gibi başka bir dilde eğitime mecbur bırakıldılar.
İşte o kuşak okudu ve her kademede devlet dairelerinde çalışmaya başladı. Onlar da çocuklarını yüksek okullara yollayarak bir gelecek hazırlamaya çalıştılar. O yüksek okullara giden benim kuşağımdaki çocuklar Türkçe siyasetle tanışıp, tanıştıkları siyaseti Türkçe olarak Dersim’e taşıdı. Ve bu siyaset yapma biçimi ile Dersim sol üzerinden başka bir asimilasyonla yüz yüze kaldı. Bugün hangi siyaset içinde yer alırlarsa alsınlar, hepimiz iyi bir dünya, adil ve yaşanır bir Türkiye için bir dili yurdunda işlevsiz kıldık. Günahımız affedilir gibi değil.
Solun Dersimli gençlerden kendine bir beden bulması elbette ortak yaşamı odağına koyan Alevi kültüründen kaynaklandığını kimse yadsıyamaz. Cemaat kültüründen dolayı tekçi değil, çoğulcuydu. Öldürme ve başka yurtları işgal etmeyi içermiyordu. Hatta adaleti bile solun dünya çapındaki uygulamalarından daha ileriydi. Elbette sol Aleviliğin bu insani yanlarını taşımadı dünyasına. İhbarcı diye lanse edilip infaz edilen onca insan bir kere olsun düşkün ilen edilmedi. Bu hoşgörü toplumunda sol kendi değer yargılarını dayatarak değiştirdi Dersim’i.
İnanç temsilcileri olan dedelik ve dedeleri en iyi haliyle itibarsızlaştırdı sol. Dedelerin sorunları çözdükleri cemaatlerin yerini örgütler ve örgüt kararları aldı. Ve bu kararlara muhalefet etmenin bütün yolları zor ve şiddetle kapatıldı. Korku ve can kaygısıyla kendi içine çöken bir binaya döndü bütün bir Dersim toplumu. Toplum sadece dil olarak değil, inanç ve yaşam birliği bakımından da dumura uğratıldı. Üstelik bu devletin ordusu, polisi, jandarmasıyla değil, onların içinden çıkmış, onların evlerinde barınan, onların ekmeğini yiyen Dersim’in örgütlere girmiş oğul ve kızları vasıtasıyla yapıldı. Anlayacağınız dert büyük, döksen kap bile tutmaz...
Benim de bir parçası olduğum sol 12 Eylül’le beraber yenildi. Yakalandılar, işkence gördüler, cezaevlerine düştüler, yurt dışına sürgüne gitmek durumunda kaldılar. On yıllarca geri dönüp devam ederiz dedi bir çoğumuz. Dediklerini yapanlar da bu uğurda hayatını kaybedenler de az olmadı. Onlarla beraber başka şehirlerde kod isimlerimizle faşizme karşı direndik. Aynı cezaevlerinde kapuskaya küfrederek beraber yattık çoğuyla. Her birinin iyi niyetlerine tek tek kefil olsam da, kendinden çok uzağa düşürülmüş Dersim’in bu hale gelmesinde Türkçe siyaset yapmış kuşak olarak hepimizin payı var. Unutsan unutulmayacak, üstünü örtsen örtülmeyecek gerçeğimiz olarak duruyor karşımızda.
Yurt dışı ve cezaevlerinden sonra, yani dönüp devrim yapmanın zaman içinde bizi yaşlandırdıktan epey bir uzun zaman sonra, hayatlarını kurtarsınlar diye o okullara yollanan, zamanında sol bir gelecek için Dersim’e dönen o nesil cezaevlerinde ve gurbette yaşlandılar. Yaşlandıkça gölgelerini eşeleyen bizim kuşağımız Dersim’in ağıtları ve ‘gizlenen’ katliam tarihiyle yüzleştiler. Ve onların içinden kimileri mikrofonu, kamerayı eline alıp dünyalarını değiştirme yaşına gelmiş yaşlıların aklında ve dilinde kalanları toplamaya çalıştılar. Bu acemi ama bir o kadar da samimi çabaları hep takdir ettim. Kendi içlerinde ayrılık ve gayrılık yaşasalar da o bir kültürün iz sürücülerine buradan tekrar teşekkür etmeyi borç biliyorum.
Şu anda Dersim’de bir seçimle beraber ne yaşanıyorsa özetlediğim bu geçmişten bağımsız yaşanmıyor inanın. Sorun Mao’nun, Lenin’in, Stalin ya da Enver Hoca’nın ne dediği değil. Dünyanın ‘somut tahlillerini’ de giydirmeyelim Dersim’e. Dersim’i Tunceli yapan zihniyetin tek dilli, tek bayraklı ve tek dinli devlet olduğunu unutmayarak, Dersim’e coğrafi, inanç ve dilleriyle geniş bakalım derim.
Kimin nasıl bir gelecek istediğine ve o geleceğe hangi yol ve yordamla yürüyeceğine karışmak benim haddim değil. Dünyada yoksul ve ezilmişler var oldukça, onlar adına yol aramak da en meşru haktır. Ama Dersim her yanıyla çök özel bir coğrafyadır. Bu özel hayat membaasına ilişkin soldan yapılanların da ciddi bir özeleştiriye ihtiyacı var. Özetle ‘Dersim Özerk olmalıdır’ diyenlerle, onu bütün özelliklerinden arındırıp Türkiye’nin herhangi bir toprak parçası gibi görenleri aynı kefeye koymak, Dersim’e yapılmış en büyük haksızlıktır.
Dersim şimdi her zamankinden çok dilini, paylaşımcı kültürünü, ziyaretlere indirgenerek yok olmaya itilmiş inanışını arıyor. Sorun bunun böyle olup olmadığından değil, sorun onu duyup duymamaktır. Unutmamak lazım ki, Seyit Rıza onların önünde eğilmedi...