Fadıl Öztürk

Fadıl Öztürk

Şiir bize ne yaptı

Şiirlerimizi bazen görüşçülerimize ezberleterek, bazen de limonlu kalemlerle mektuplarımızın satır aralarına yazarak çıkardık dışarıya. Bizden önce özgür oldular.

(Ayşe Nur Zarakolu’na)

***

Geçen günlerde bir iyi, bir de kötü haber basına yansıdı. Haberin iyisi, Her 9 Mayıs’ta İnsan Hakları Derneği’nin İstanbul Şubesi, 28 Şubat 2002 tarihinde yaşamını yitiren yayıncı ve insan hakları aktivisti, Ragıp Zarakolu abimizin hayat yoldaşı ve Belge yayınlarının emektarı Ayşe Nur Zarakolu (Sarısözen)' in anısına düşünce özgürlüğü ödülü alanların haberiydi. Haberin kötüsü ise, Belge Uluslararası Yayıncılık'ın polis tarafından basılması ve iki bin kitabına ‘bandrolsüz’ bahanesiyle el konulmasıydı. Bu devlet her durumda başımızda nöbet bekler gibi, sevincimizi kursağımızda bıraktı.

Belge Yayınları’nın ben de başka bir yeri ve önemi var. Biz 12 Eylül’de içeri atılanların içeride ürettiği, şiir, resim, öykü ve roman gibi 35 kadar kitapla sanatsal eserlerimizi ‘Yeni Sesler’ dizisiyle yayın dünyasına taşıdı. Bu nedenle, bu haftaki yazımı ahde vefa olarak, Belge Yayınları’na, ona beden ve ruh veren Ayşe Nur Zarakolu (Sarısözen) ve sevgili Ragıp Zarakolu’na adıyorum...

***

ŞİİR BİZE NE YAPTI

Biz o güzel çocuklar olarak, o mahallelerden çıktık sokaklara. Komşularımız vardı o mahallelerde, veresiye defteri olan bakkalımız, bizi alabros tıraş eden babamızın berberi vardı. Abla ve ağabeylerimiz vardı, onların aşklarını korur ve kollardık. Evlerimizin bahçeleri vardı; delisi, sarhoşu eve geç geleni, kavgacısı ve hovardası vardı mahallemizin. Birbirimize misafirliğe giderdik, annelerimizin ellerinde mutlaka bir şey olurdu. Uzak yoldan gelmiş gibi misafir karşılardık. Uzun yola uğurlar gibi hep birlikte uğurlardık yan komşumuzu. Şimdi hangi kentin, hangi semtinde oturursak oturalım, benim Sako mahallem olduğu gibi, eskiden her birimizin bir mahallesi vardı. Mutsuzluğumuz, mutlu olduğumuz anların sınırında dönen bumerang oldu, ne kadar uzağa atarsak, bir o kadar hızla geri gelip bize çarpıyor. Şimdi suskunum, kör bir bıçak kadar kederli.

 

Arandığım yıllarda, her eve geldiğimde beni polise ihbar eden Ayşe Teyze'ye bile bir gün olsun kötü davranmadı annem. Hiç çocuğu olmayan, çok çocuğu olanın halinden anlayamazdı ki. Yıllar sonra evimden çok uzak kentlerin birinde yakalandığımda görüşüme gelen annemle selam yollayan, eve her geldiğimde beni polise ihbar eden Ayşe Teyze'ydi yine. Aldım selamını ve yolladım selamımı. Bundan polisin ne kadar haberi oldu, bilmem. İnsanı kendi vicdanıyla baş başa bırakmak en doğrusuydu. Yeni doğanlar, evlenenler, yeni kiracılar, başka mahallelere göç edenler, ayrılıp ayrılıp bir araya gelenler, başını alıp yıllarca ortadan kaybolanlar, genç yaşta kocası ölmüş Fikriye Abla’ya dikilen gözler, kumara düşmüş Kore gazileri, bir türlü mutlu sona varmayan müzmin aşklarıyla mahalle, içeriden özlediğim kocaman bir ülkeydi. Bir el atışıyla kopmuş düğme gibi savrulmuşum, bağrım açık.

 

Mahallelinin ne dar gününden, ne de sevincinden polislerin haberi olurdu. Onlar, çoğunlukla yarasını kaşıyan it gibi dolaşıp dururken sokaklarımızda, biz Nafiye Abla'mızın demli çayını içip yeni doğmuş oğlu Taylan’ı kucağımızda pışpışlıyorduk. Polis bizi ararken, biz bir evde değil, bir sevgide saklanıyorduk o zaman. Şimdi yeni yeni anlıyorum ki, kibrit kutuları gibi üst üste yığılmış binalar çoğaldıkça, sevgiler de o oranda azaldı. Nafiye Abla, Devrim’in, Sinan’ın, Taylan’ın, Kadir’in, Mazlum’un ve Ogün’ün annesi; Ali Rıza’nın sevgili eşi, hepimizin ablası. Ah, Nafiye Abla! Benim kızım gibi kaşı gözü ve yüreği yerinde olan bir de kızın olmadı, ama şiirlerimi ‘kötü’ emellerine alet eden ve her biri sana bir kız getirecek oğulların var senin, Devrim’den torunların. Bursa’nın Kestel Mahallesi’nde oturduğunuz o ikinci kattaki evinizde sağ olun… Rüzgâr bile kabından çıkınca adı fırtına oluyor, geçin beni.

 

Ah! Bahçesi olmayan apartmanlar, gökteki tanrılara minareler gibi uzanan binalar. İnsanın insanı sevmesinin önüne tanrıyı koyarak sevgiyle yabancılaşmamızı sağlayan kutsal ağıtlar. Kendinize çok ağladınız ve bedenlerimize tek gözyaşınız dökülmedi ve çöl bu yüzden yaratıldı, peygamberler çölden… Dağlar, Denizler, Mahirler ve o sonsuz düzlüklerde at çatlatan şövalyeler… O binalar emdi ruhumuzu. Ruhum serserilerin bıçaklarını hiç kınına sokmadığı bir mahalle kabadayısı. Kimse araya girmiyor, yaralanan yarasını alıp gidiyor. Nerede o ertesi gün gül açan öfkeler… Gel de çık içinden. Kırmızı dişleyip dudaklarımı, çöl sararıyorum, ya sabır!

 

İşte böyle, kendi oyuncaklarımızı kendimiz yapan çocuklardık, mezarlık kenarındaki paslanmış tellerden, telden arabalar yaparak. Büyüyünce o mezarlıklara arkadaşlarımızı omuzlarımızda taşıyacağımız aklımıza gelmezdi o zamanlar. Mahallemizi iğde kokusu sarardı, badem çiçekleri zıvanadan çıkarırdı bizleri. Abdullah Dede'si vardı, Hoca Emmi' si vardı, kabadayısı vardı, cazgır kadınları vardı, yol kesen. Bizi kabadayı değil, devrimci yapan mahallemiz vardı bir zaman. Ve biz o zamanlar kapımızı kilitlemeden uyuyorduk. Sabaha çıkacağımızdan kuşkumuz olmazdı. Yağmurların bizi terk etmesi bu yüzdendi.

Biz, o güzel çocuklar olarak; devrimi annemize, kardeşlerimize ve komşularımıza getirmek için, o mahallelerden sokaklara çıkmıştık. Ne yazık ki, yıllar sonra, verdiği sözü yerine getirmemiş çocuklar olarak, cezaevlerinden döndük o mahallelerdeki evlerimize. Artık taburelere tekme atanların hüznü vardı kalbimizin sevgili barındıran yerinde. Bu yüzden dalıp dalıp gitti gözlerimiz. Dayanamayıp bir şeylere, intihar edip aramızdan çekip giden arkadaşımız da az olmadı. Kalbimiz dipsiz bir kuyu olup çıktı. Ömrümüze sızmışlardı, yüzümüzdeki çizgilere.

 

O eylül, onlar kazanan, biz kaybeden olarak yazıldık geçmişe. At ahırlarından bozma cezaevlerinde yattık, tecrit hücrelerinde. Ne yediğimiz yemekti, ne de içtiğimiz su… Kapuskaya, pırasaya ve taşlı ıspanağa lanet olsun. Bize yapılanlar neyse, bizim birbirimize yaptıklarımız da unutulur gibi değildi. Birbirini anlamayanlar olarak, mahalleli duygumuzu tam da orada yitirdik. Haini olduk birbirimizin, sanki bir dikişle birbirimize tutturulmuşuz gibi, birbirimizin ’sökülmüşü’ olduk o cezaevlerinde. Öncemizi tüketmiştik, sonramız boynumuza asılan yaftaydı, devletin bile bizi ‘affettiği’ yerde bizim birbirimizi affetmememiz… Hiç konuşmadan geçmeliyiz, hayatın bir ağırlığı kalsın diye.

 

Her birimiz bir biçimde yakalanmış, içeri atılmıştık. Dışarıyı ve hayatın dışında olmayan her şeyi çok özlüyorduk. Kısa bir zaman dilimine sığdırılmış görüş günleri yetmiyordu o özlemi gidermeye. Tutsak edilen devrimci yanımızdı, özgür halimizdi. Kabımıza sığmayacak çağımızdaydık. İdamımızı istiyorlardı, idam ediyorlardı arkadaşlarımızı. Bu, oturup kabullenilecek bir hal değildi. Mektup yazdık, yetmedi. Mektupları uzattık, olmadı. Yazıları incecik döktük kâğıtlara, yine yetmedi o özlemi gidermeye. Sevgilimiz vardı, çocuklarımız, kardeşlerimiz vardı bizden küçük. Duruma razı olmamalı, bir biçimiyle firar etmeliydik. İşte, bir cümleyi zengin kılan imgeyi bu çaresizlik içinde keşfettik. Utana sıkıla şiirler yazıp yastığımızın altında sakladık. Adımız devrimciye çıkmıştı, şaire indiremezdik. Mahpusluk uzadıkça yazdıklarımız birikti. Dosyalarımızı yarışmalara yolladılar, yolladık. Şiirlerimizin içinde bir tarafı hayal olan hayatlarımız vardı. Göğümüzü indirmişlerdi yere!

 

Şiirlerimizi bazen görüşçülerimize ezberleterek, bazen de limonlu kalemlerle mektuplarımızın satır aralarına yazarak çıkardık dışarıya. Bizden önce özgür oldular. Bir dönem siyasetin odağı olduk, İHD’nin kuruluş sebebi. Şiirle yeni yeni tanışan bizler, ayrı cezaevlerinde yatıyorduk ve tanışmıyorduk, Sonraki yıllarda bizi birbirimizle tanıştıran yine şiir oldu. Damın kapısı açıldığında önde gidenimiz vardı, en sonda yürüyenimiz. Bir elin parmaklarından çoktuk. Sonra nedense azaldıkça azaldık. Şiir mi bizi bırakmıştı, yoksa biz mi? Apartmanlara, güzel kızların kalbine taşındık sonraki yıllarda. Bahçemiz yoktu artık. Terfi etmiştik, kapıcılarımız vardı. Ve her terfi ettiğimizde bir şeyimizi yitirdiğimizi kendimize açıklamaktan uzak durduk. Evliysek ayrıldık, sonradan evlenenlerimiz de. Sanki bir lanet, bizi takip ediyordu. Artık çıkacak dağımız da yoktu.

 

Bir zaman, zamanı şafak vakti, rengi kızıl, devrimi gündoğumu saydıklarımızla da aramıza suskunluklar, uçurumlar girdi. Apartmanlar gibi çok evli, çok giriş-çıkışlı yaşamaya başladık. ‘Her türlü eşitsizliği ve egemenliği’ ret edip uzun zaman şiir yayımlamamayı deneyenlerimiz de oldu. Ki ben de onların içindeydim. İktidarı için gözünü budaktan esirgemeyenlerimiz de; işi, milliyetçi solculuğa vardıranlarımız da oldu. Şiir yazdığı halde hiç yayınlamayan arkadaşlarımız da oldu. Belli ki hayata karışmıştık, hayat da bize…

 

Bir yenilgi sürecinde yüreğimizin elinde tutan şiirin kadrini bilemedik bence. Nerede bir festival varsa oraya koşturduk şiiri. Nerde bir dergi çıktıysa sayfalarına aktık. Şiirlerimizi azmışız gibi kasetlere okuyarak çoğalttık. Adımızı şiirimizin önüne koyar olduk. Ayna ayna söyle bize… Şiirlerimiz gidecekleri yeri ve buluşacakları yürekleri bilmezmiş gibi, onları domates, biber gibi, alıp pazarlara götürür gibi, götürdük her yere. Bu nedenle, her gittiğimiz yerden eksik döndük apartmanlarımıza. Artık ne mahalleler o eski mahalle, ne de biz o eski gençlerdik. Yaşadıklarından mutsuz, saçlarını boyayan mahalle kopukları gibi, kırlarından korkanlar olup çıktık. Payıma düşene razıyım. Sağımızda yer alanlar bizi ‘zır komünist’, solumuzda yer alanlar bizi puşt, namussuz ilan ettiler durdukları yerden. Aslında biz böyle değildik, şiir bize ne yaptı?..

Önceki ve Sonraki Yazılar
Fadıl Öztürk Arşivi