Fadıl Öztürk
Şimdi diyorlar ki
Şimdi diyorlar ki, sadece siyah var diğer renkler baş belası. Üstelik demekle kalmıyorlar; bağırıp, çağırarak zıvanadan çıkıyorlar. Siyah bile yetmiyor, içine çöküyor gecenin en uzun, en yıldızsız yerinde karanlık. Yüzleri geriliyor, gözleri fırlıyor yuvalarından. Bir cümle sonrası etleri dökülüyor. Bir iskelet konuşuyor sanıyorsunuz o saatten sonra. Etten, candan, kalp atışlarından sıyrılıp gelmiş sanıyorsunuz kürsülere. İnsan yoksulluğu taht kurmuş sanırsınız ömrümüze…
Şimdi diyorlar ki, sevmeyi silin aklınızdan. Görmeyi, beğenmeyi, telaşla bütün cümleleri karıştırmayı, yüzünüzün sevgiliniz karşısında kızarmasını, o günü, bir sonraki günü, yorduğu haftaları, bekleyen ayları bırakın diyorlar. Bir salyangoz gibi kabuğunuza çekilip kalın, diyorlar.
Şimdi diyorlar ki, nefret tek gıdanız, onunla beslenin diyorlar. Evinizde kahvaltınız, öğlen ve akşam yemekleriniz, ara öğünleriniz olsun diyorlar. Çocuğunuzun beslenme sepetine koyun, okulların kantinlerinde sadece nefret satılsın istiyorlar. Öğrenci servisleri nefret, anne ve babaları taşıyan otobüsler nefret. Tek kelimeyle insanlığımızdan çıkıp, nefrette ikamet etmemizi istiyorlar. Mahallemiz nefret, sokağımız kan kusan, apartmanımız baş belası, hane numaramız etimize kızgın demirle vurulmuş mühür.
Şimdi diyorlar ki, dostluk, iyi ve kötü günde dayanışma ve örgütlenmek, heyecanla kuş gibi kanatlanmak, bir hayali kendine ve sevdiklerine yurt etmek, başım bugün bulutlu demek, güneşli günler gibi dolaşmak ve dörtnala koşan, rüzgârla yarışan atları akla hayale getirmek; yorulduğunda bir ağacın gölgesinde serinlemek, şiire, şarkıya tutunarak hayatın yüzüne çıkmak yok, unutun diyorlar…
Şimdi diyorlar ki, ölümü değil, hayatı sevmek suçların en büyüğü, diyorlar. Hiç affetmiyorlar. Ölümü kutsamıyorsanız eğer ölümlerden ölüm beğenin diyorlar, Yaşamak size zehir, bir elinizde gül, diğerinde gülümseme oldukça ufkunuzu çökerteceğiz, sürüne sürüne dizleriniz nasır bağlasın diyorlar. Bütün kentler mezarlık, binalar mezar taşı, evlerimiz tabut olsun istiyorlar.
Şimdi diyorlar ki, sevgiliye giderken yakanıza gül takmayacaksınız. Kanın önünde eğileceksiniz birer zavallı olarak, güneşli günleri değil bayrakları kefen yapacaksınız. Gülü utandırın, sevgiliye eli boş gidin, sevginizden önce bir kahramanlık türküsü söyleyin diyorlar. Sevgilinize söyleyeceğiniz her güzel sözcük, ömrünüze gün katmasın, gün, ay, yıl alsın istiyorlar. Onun karşısında eriyip bitesiniz, ona asla sağalmayacak acı olarak kalasınız istiyorlar…
Şimdi diyorlar ki, güneşli günlerde kırlardan ve çiçeklerden hiç konuşmayacak, hayal etmeyeceksiniz. Ateşin bizi ısıttığını, rüzgârın saçlarımızı havalandırdığını, yağmurun duygularımıza kadar bizi ıslattığını evimizin en dip odasına lazım olduğunda kolay kolay bulamayacağımız yere koymamızı, onu ararken düşüp yara bere içinde kalmamızı istiyorlar…
Şimdi diyorlar ki, gülmek bir dahaki emre kadar piyasaya sürülmeyecek, karaborsası bile olmayacak gülmenin. Yüzünüzden on yıl geriye giderek okur çıkarırız ortaya her kahkahanızı, ağır bedeller ödersiniz, somurtkan bir yüzden asla çıkmayacaksınız. Yere atılmış, toplatılmış mizah dergilerinin sayfaları arasından caddeye kan sızması bu yüzden. Haddinizi bilin, diyorlar. Kâğıdın aklıyla oynarız, ağacına kadar takip eder kökünden çözeriz diyorlar. Sevinçleriniz korkularınızın en az üç adım gerisinden gelecek diyorlar…
Şimdi diyorlar ki, eskiden ‘ikinci bir emre kadar’ vardı ya! siz bunu unutun, tek bir emri sonsuzla buluşturduk haddinizi bileceksiniz. Biz yanılabiliriz ama sizin yanılma payınızı sıfıra indirdik. Kabul etmeniz yetmez, mutlak bir kabule mecbur kıldık sizi, diyorlar. Yaz gelince buzlar çözülmeyecek sanıyorlar. Toprağın rahmini alacaklarını ve bir buğday tanesinin mevsimi geldiğinde onları dinleyeceğini, filizlenip boy atan başakların ağırlığından değil de onlara eğileceğini sanıyorlar…
Şimdi diyorlar ki, bütün yollar tek gidişli, bütün yollar bize çıkar, diyorlar. Unutun Kurtalan Ekspresi’nin geri dönmesini. Unutun o şehirlerin haritada durduğunu sandığınız yerleri. Haritaları bozmaktan geliyoruz diyorlar, ellerini uzatarak sınır ötelerine. Mayın tarlalarında kolunu, bacağını kaybeden Kürtler acılarını toprağa değil içlerine gömsün istiyorlar.
Şimdi diyorlar ki; yaralanmak, yarayı sarmak, ilaç niyetine acısını dindirmek için uzun bir havaya asılmak yok artık. Yok artık bir şarkının üç dubleden sonra sizi götüreceği yer. O masaya oturmakla kalırsınız, zaptiyeler basar masanızı.
Peki biz gülmeyi bir yüzden nasıl alabiliriz. Gökyüzünden maviyi alıp karalamak mümkün mü? Koca bir mevsimi kucağına doldurup bize koşan bin tonuyla yeşili hayatımızdan atarsak kim bizi düştüğümüz yerden kaldırır ayağa ve kuruyan her ağaç için kuşlara ne deriz?..
Ne deriz suda hayat süren balıklara? Nehirlerin deniz ve okyanusların çekip gideceğini nasıl anlatırız? İki saniyelik hafızalarıyla balıklar nasıl bakarlar yüzümüze?
Gecikmiş bir mevsimi bekleyen insanların yüzündeki tedirginliği nasıl alırız? Ömrünü hayatla tartan yaşlılar, kaşlarının gölgesinde masal taşıyan bir varmış bir yokmuş nineler, ağladıkça gözlerinden dünyayı boncuk boncuk döken sevgililer. Ah sevmenin o bitmez yolculuğu, ah yarasından kuşlar havalandıran o büyük acı, Ah…
Geçelim bunları, bütün bunları yaşarken bu durumda memedeki bir bebeğe hangi ninniyi söyleyebiliriz? Yok sayarsak bütün bu nabız atışlarını, çökmez mi içimizdeki hayalin ve direnmenin kâinatı ayakta tutan direkleri?
Kutup nerde kalır, ekvator çizgisine bel bağlamış, başını yastığına koyup umarsızca duran çöl nasıl uyar dünyaya? Biraz daha cesaret; suyun, toprağın ve havanın hakkı için cesaret. Güle sarılıp öperken alnından dikenlerinin acısına katlanmak gibi cesaretle, gecenin en karanlık yerinden sonra gelecek olan aydınlığa inanmak gibi cesaretle, bayramlık giysisini giymiş bir çocuğun asla gölgelenmeyecek olan sevincinin bulaşıcı cesaretiyle…
Ne derlerse desinler, acılarını yutkunmadan çiğ çiğ yaşayan sömürgeler nasıl direndilerse; terledim, yoruldum, döküldüm demedilerse, dağları mekân tutmuş kabilelerin uyandığı sabahlar gibi aydınlık bir ülke, bir dünya, bir evren mümkün…