Gün Zileli
Soldaki tevatürler!
Kanıt Göster!
Yirmi yıla yakın zaman önce Komün (Yaba, 2007) romanımla ilgili olarak Zürih’te bir toplantıya davet edilmiştim. Salon esasen TKP-ML taraftarlarıyla doluydu ve sağ taraftaki bir sırada bu örgütün “Politbüro”sundan arkadaşlar bulunuyordu. Konuşmanın sonuna doğru salondan bir arkadaş kalkıp, “Stalin konusunda” ne düşündüğümü sordu. Söyleyeceklerimin ardından olacakları tahmin etmek zor değildi, buna rağmen lafımı esirgemedim ve Stalin hakkındaki düşüncelerimi, “Stalin, Hitler’den bile daha fazla komünist öldürmüştür” diye bağladım. Sağ tarafta oturan “Politbüro” protesto ederek ayağa kalkıp, “kanıtla” diye bağırdı. “Şu anda yanımda kanıt yok ama size sunacağım çok sayıda kanıt var” diye yanıtladım.
Bu arkadaşların "kanıt" istemleri elbette yerindeydi. Hiçbir söz kanıtsız ileri sürülmemeliydi ama soldan bazıları, bana gösterdikleri “kanıt” titizliğini her zaman gösteriyorlar mıydı acaba? Hiç de değil. Ya da “kanıt”ları çoğunlukla yalanların tekrarından ibaretti. Örneğin Moskova Yargılamaları’nın sahteliğini ileri sürdüğünüz zaman karşı “kanıt” olarak NKVD’nin sanıklardan zor ve hile yoluyla aldığı “itiraf”ları ileri sürmeleri gibi.
TEVATÜRÜ UYDURAN BİLE İNANIR!
Tevatür, doğrulanması ya da yanlışlanması mümkün olmayan ısrarlı söylenti demektir. Batılı toplumlar tevatürlere karşı daha septik bir tutum aldıklarından tevatürlerin kolayca ve hızla yayılması o kadar mümkün değildir. Fakat efsane ve menkıbelere pek düşkün bizim gibi Doğulu toplumlarda tevatürlerin yayılma hızı, gerçeklerin yayılma hızını yüze katlar diyebiliriz. O kadar ki, tevatürün hızla yayılması sonucu ilk kaynak bile, kulağına geldiğinde kendi yaydığı söylentinin doğruluğuna inanabilir, en azından “demek doğruymuş” diye düşünür içten içe, tevatürün o kadar hızla dolaşıp kendine ulaşmış olduğunu aklına bile getirmez.
ÖYLE OLMASINI İSTİYORUM, O ZAMAN ÖYLE!
Bu yazıda, soldaki bazı tevatürlerin üzerinde duracağım. Bunların bazıları tamamen kafadan sıkmadır. Bazıları ise gerçek bazı olayların çarpıtılmasının ürünüdür. Tevatürün “telif hakkına” sahip olanlar bunu neden yaparlar? Bu, tamamen ideolojik tercihlerin ürünüdür. “Öyle olmasını” istedikleri için olayları da “o hale” getirirler.
Bunlardan bazılarını görelim.
İBRAHİM KAYKAPKAYA’YA KARŞI “KOMPLO”!
Neredeyse elli yılı aşkındır (1973’ten beri) son derece yaygın ve ısrarla dolaşan tevatürlerden biri, “Doğu Perinçek ve Halil Berktay’ın İbrahim Kaypakkaya’yı öldürmek istedikleri, fakat bunda başarılı olamadıkları”dır. En ciddiye alınması gereken tevatürlerden biri budur, çünkü içinde bazı gerçekler de yer almaktadır.
İbrahim Kaypakkaya ve Muzaffer Oruçoğlu’nun o zamanki Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi (TİİKP) önderliği ile aralarındaki ideolojik ayrılıklar (özetle; Kemalizm meselesi ve silahlı mücadelenin kırsal bölgelerde acilen başlatılması meselesi) had safhaya ulaşınca, o sırada Söke’nin Beşparmak Dağları’nda bulunan Doğu Perinçek, bu ikiliyi, ayrılıkları görüşmek üzere Beşparmaklar’a çağırır. İbrahim ve Muzaffer davete icabet ederler.
Fakat bu noktada, daha sonra TKP-ML’den ayrılarak Halkın Birliği örgütünü kuran İrfan Çelik’in dikkat çekici bir beyanı vardır. İrfan Çelik o sırada Ankara’da, TİİKP’nin bir silahlı timinin başında bulunmaktadır. İrfan’ın söylediğine göre, kendisine, “Ankara’ya gelecek iki kişinin tutuklanması” talimatı ulaştırılır. Fakat İrfan, birtakım belirtilerden, “tutuklanması gereken iki kişi”nin, Çapa Öğretmen Okulu’ndan arkadaşları İbrahim ve Muzaffer olduğunu anlar ve “eylem”e itiraz eder.
Büyük ihtimalle bu yüzden “tutuklama” akim kalır ve Ankara’ya gelen ikili, kılavuzlar eşliğinde hiç bilmedikleri Beşparmak Dağları’na, Doğu Perinçek’in yanına ulaştırılır. Burada iki taraf arasında ideolojik konularda tartışma olur. Anlaşma zemini doğmaz. Buna rağmen Perinçek, yakında yapılacak kongreyi beklemelerini, fikirlerini orada savunmalarını söyler. Muzaffer bu fikre yatkın görünür, fakat İbrahim uzun uzun düşündükten sonra kongreyi bekleme fikrini reddeder. Perinçek, bunun üzerine “siz bilirsiniz” der ve ikili, yol paraları da verilerek kendi bölgelerine yollanırlar. İbrahim bölgesine döndükten sonra ayrılığı ilan eder.
Fakat bundan önce olan bir şeyler daha vardır. İbrahim’lerin parti yönetimine başkaldırdığı öğrenilince Doğu Perinçek, o koşullar altında ne kadar yapılabilirse, durumu partinin önde gelen üyelerine bildirir ve “ne yapılması” gerektiğine ilişkin “önerileri”ni ister. Mayıs ayında yapılan polis operasyonlarında ele geçen belgelere göre, elbette takma adlarını kullanarak Halil Berktay, Ercan Enç (bu ikisi zaten Beşparmaklar’dadır) ve Doğu bölgesindeki Bora Gözen, “Komintern geleneği”ne uygun olarak ve o zamanki anlayışları çerçevesinde “infaz” kararı verilmesi gerektiğini ileri sürmüşler. Bölgenin köylü önderlerinden Durmuş Uyanık da anılarında (Aşılı Zeytin, Kaynak, 2003) Perinçek’e, “şu kayaların arasından yuvarlayalım bunları” teklifinde bulunduğunu dürüstçe yazmıştır.
Fakat böyle bir şey yapılmadığına göre, öneriler kabul edilmemiş. Bu arada Doğu Perinçek, o sırada hapiste bulunan benim ve Hasan Yalçın’ın takma adlarını kullanarak Kaypakkaya’ya karşı sahte mektuplar da yayınlamış. Mayıs ayında tutuklanıp Mamak Askeri Cezaevi’ne geldiğinde bunu bana açıklamış, ben de her zamanki ilkesiz yumuşak yüzlülüğümle adıma yazılmış sahte mektuba onay vermiş, o arada Doğu Perinçek’e, “polisin eline geçen o mektupları neden imha etmemiştiniz ki?” diye sormuştum, “Kongre’de tartışırız diye” yanıtlamıştı.
Yıllar sonra Zürih’te karşılaştığımızda, Beşparmaklar’daki karşılama ve görüşmeyi, sevdiğim bir arkadaş olan Muzaffer Oruçoğlu’na da sormuştum. Aynen yukarıda aktardığım şekilde anlatmıştı.
DOĞU PERİNÇEK NEDEN “TOPAL” KALMIŞ!
İkinci tevatür de Doğu Perinçek ile ilgili ama bunda gerçeğin kırıntısının bile olmaması bir yana, birincisinden farklı olarak gülünesi bir uydurma.
Tevatürün farklı versiyonları var: Benim duyuş sırama göre, birinci versiyonda Mahir Çayan, ikinci versiyonda İbrahim Kaypakkaya, Doğu Perinçek’in “ayağına sıkmışlar” ve Perinçek bu yüzden topal kalmış.
“Hayran kalınacak” bir hayal gücü ama sadece hayal ürünü. Doğu, küçükken çocuk felci olur. Sabaha kadar ateşler içinde ağlar ve sabah olduğunda annesi, Doğu’nun bacağının (sanırım sol bacağı olacak) ipince olduğunu görür. Perinçek o günden sonra topal kalır. İnsanların bedensel sakatlıklarından böylesi tevatürler üreten sakat zihinlere ne demeli, bilemiyorum!
“TALAT’IN ÜÇ BUÇUK ADAMINDAN HEDİYE”!
Bunun yerine ben size tevatür olmayan, Mahir Çayan’la ilgili ama gerçek bir başka “ayağa sıkma” olayını anlatayım.
68 Kuşağının önemli isimlerinden Zihni Çetiner, Talat Aydemir’in 22 Şubat 1962 darbe girişiminde yer almış bir Harp Okulu öğrencisiydi. Bir süre hapis yattıktan sonra tahliye olmuş ve sol harekete katılmıştı. Bağımsız tavırları olan, kim yaparsa yapsın haksızlığa karşı durmasını bilen şövalye ruhlu bir arkadaşımızdı.
Mahir Çayan, SBF kantinine geldiği zamanlar Zihni’yle şakalaşmayı çok sever, ikide bir “Talat’ın üç buçuk adamı” diye takılırdı. Zihni, herhalde bu şakaya içerlemiş olacak ki, silah konusundaki uzmanlığından yararlanarak bir dolmakaleme barut doldurur ve kantinden geçerken kalemi, “al bu da sana Talat’ın üç buçuk adamından hediye” diyerek orada oturmakta olan Mahir’in ayaklarının dibine atar. Dolmakalem patlar ve Mahir’in ayakları yaralanır. Eski bir arkadaşım, Mahir’in SBF kantininde bir hafta sarılı ayaklarla, terlikte dolaştığını söyledi bana geçenlerde.
Gün Zileli: 24 Ekim 1946, Ankara doğumlu. 1968 gençlik hareketinde yer aldı. 1990 yılında İngiltere’de sığınmacı oldu. 1992 yılında anarşizmi benimsedi. 2000’li yıllarda altı kitaptan oluşan otobiyografisini yazdı. Romanları, özellikle Sovyetler Birliği’ndeki Gulag kampları hakkında biyografik çevirileri var.