Son tahlilde iki cephe kalır

Siyasi mücadelede, özellikle yeni ortaya çıkan güçler “üçüncü cephe”, “üçüncü yol” vb. gibi iddialarda bulunsalar da sonunda, iki kutup etrafında şekillenen siyasi alandan birine kaymak, örgütsel birleşmeye gitmese bile o safta konumlanmak zorundadır.

Siyasi alan ikide bir karışır, sonra yatışır gibi olur, yeniden karışır. Bu böyle sürüp gider.

Siyasi alan kaygan bir zemindir, isteseniz bile ortada bir yerde sabitlenemezsiniz. Ya hasım siyasi güçlere ya da doğal müttefiklerinize doğru kayarsınız.

Siyasi mücadelede, özellikle yeni ortaya çıkan güçler “üçüncü cephe”, “üçüncü yol” vb. gibi iddialarda bulunsalar da sonunda, iki kutup etrafında şekillenen siyasi alanda ikisinden birine kaymak, örgütsel bir birleşmeye gitmese bile o safta konumlanmak zorundadır. Sonuç olarak, siyasette “üçüncü cephe” sadece siyasilerin ya da iyi niyetli taraftarlarının bir arzusu ya da kurgusu olarak kalmak zorundadır. Elbette bu, o siyasi gücün fikri olarak da bir cepheye teslim olması anlamına gelmez. Fikri bağımsızlığını korur ama, siyasi mücadelede iki cepheden birine dahil olmak ya da ittifak yapmak veya birinden birine yakın bir konum almak zorundadır.

Bir siyasi güç, kıyasıya mücadele halindeki iki cephenin birinden diğerine geçebilir ama asla üçüncü bir cephe oluşturamaz. Siyasi mücadelede saflar, aynı bir savaşta olduğu gibi, daima iki cepheye bölünür ve ona göre belirlenir. Bu iki cepheli mücadelede cephenin bir tarafından kopan bir siyasi güç bir süre üçüncü bir cephe oluşturmaya çalışır ama bunun mümkün olmadığını görünce, ya eski cephesine yeniden döner ya da karşı cepheye iltihak eder.

Türkiye ve dünya siyasetinden bazı örneklerle somutlamaya çalışayım.

Demokrat Parti (DP) iktidarının baskıcı bir siyaset izlemeye başlaması bu parti içinde 1950’lerin ortalarında, “ispat hakkı” sorunu çerçevesinde bir muhalefete yol açtı. Bu muhalifler, CHP’nin tek parti yönetimine karşı DP çevresinde toplanmış olan liberal eğilimli politikacılardı. Parti içi mücadelede bir sonuç alamayacağını anlayan, içlerinde Fuad Köprülü, Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu, Kasım Küfrevi, Fethi Çelikbaş, Feridun Ergin, Mükerrem Sarol gibi liberal eğilimdeki politikacıların bulunduğu bir grup, DP yönetiminin kendilerine karşı ihraç politikası izlemesi üzerine DP’den ayrılarak Hürriyet Partisi’ni kurdular. Bu parti, CHP’den de bağımsız bir muhalefet çizgisi yürütmeye çalıştı, fakat 1957 seçimlerinde beklediği oyu alamayınca, ister istemez CHP’ye katıldı.

Bunun tersine, yeniden “yuvaya dönüş” örnekleri de vardır. Numan Kurtulmuş, gerçi aynı gelenekten gelmekle birlikte, bu geleneğin Saadet Partisi kanadına mensuptu ama Halkın Sesi Partisi’ni (HAS parti) 2010 yılında kurarken AKP’ye alternatif olma iddiasındaydı. Bu uğurda iki yıl uğraştıktan sonra HAS parti, 1950’lerdeki Hürriyet Partisi’nin tersine, muhalefete katılacağına, 2012 yılında iktidar partisi AKP’ye katıldı. Bu da siyasi alanın iki kutup dışında üçüncü bir kutba izin vermediğinin bir diğer örneğidir. Bununla, elbette herhangi bir siyasi gücün, kutuplardaki belirleyici güçler dışında ideolojik ya da siyasi, hatta örgütsel bağımsızlığını koruyamayacağını söylemek istemiyorum. Bu bağımsızlığı koruyan birçok örnek vardır. Benim söylemek istediğim, buna rağmen, o bağımsız siyasi gücün bile son tahlilde iki cepheden birinin yanında yer almak zorunda kalacağıdır.

Dünya tarihinden de örnekler var bu konuda. Lenin’in kitaplarını okuyan biri, Bolşevik hizbin hem parti içindeki (RSDİP) hem de genel siyasi mücadelede son derece başına buyruk, son derece bağımsız bir hat izlediği izlenimine kapılabilir ama bu yanıltıcıdır. Bolşevik hizip, Lenin’in yazılarında neredeyse gözlerini oyacak kadar düşmanca bir üslup kullandığı parti içindeki diğer hiziplerle (başta Menşevikler) uzun yıllar aynı parti içinde kalma ferasetini göstermiştir, göstermek zorunda kalmıştır. Çünkü bir parti (bir bina) kolay oluşmaz ve onu canınızın istediği her an bir darbede yıkamazsınız, zaten yıkmanız kendi aleyhinize de olur. (Gerçi bizim sol bu konuda fütursuz ve sorumsuz olduğunu kanıtlamıştır!) Keza Lenin, Çarlık döneminde o kadar atıp tuttuğu siyasi rakipleriyle Duma’da ve genelde ittifak yapmayı asla reddetmemiştir. Onun yaptığı, Çarlığa karşı muhalefet cephesinde önderliği ele geçirme taktiğinden başka bir şey değildi. Gerçi aynı safta mücadele ettiği cephe arkadaşlarına o kadar sert darbeler indirmesi, Lenin’in oldukça faullü oynayan bir “oyuncu” olduğunu gösterir ama bu bile, Lenin’in 1917’ye kadar iki cepheli mücadeleye tabi olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz.

Bir de, II. Dünya Savaşı öncesi ve sonrası örnekleri var. Sovyetler Birliği, 1933’e kadar II. Enternasyonal’i ya da sosyal demokrasiyi baş düşman aldı. Bu yüzdendir ki, Jan Valtin’in anlattığı gibi (Karanlığın Ötesinde, Kibele, 2009), iktidara yürüyen faşistlerle bile ittifak yaptı (“İki Cephe Yasası”nın gereği olarak). Hitler’in 1933’de Almanya’da iktidara gelmesinden sonra, biraz yavaş bir şekilde de olsa bu siyasetini değiştirmek zorunda kaldı, 1935 yılında Halk Cephesi politikası ilan ederek Batı demokrasileriyle ve sosyal demokrasiyle ittifakı savundu. 1939 yılında Almanya ile “Saldırmazlık Paktı” imzalayan Sovyetler Birliği bu sefer ikili cephenin diğer kanadına geçti ve Nazi Almanyası’yla 2 yıl süren bir ittifak yaptı, Nazilerle birlikte Polonya’yı paylaştı, yine onların izniyle Baltık ülkelerini (Letonya, Latviya, Estonya) yuttu.

Hitler’in 1941 yılında Sovyetler Birliği’ne saldırması üzerine yeniden cephe değiştirip Batılı ülkelerle ittifak girdi. Sonuç olarak bu cephe değiştirmeler, yine de ortada sadece iki cephe bulunduğunun, ya birinin ya da öbürünün yanında yer almak zorunda kalındığının göstergesidir. Dahası, Stalin ajanları, “Halk Cephesi” siyaseti döneminde bile, infaz timleri aracılığıyla Avrupa ve Latin Amerika çapında Troçkistleri ve muhalif komünistleri köşe bucak izleyip infaz ettiği halde, muhalif komünistler, Sovyetler Birliği’nin de dahil olduğu “faşizme karşı ortak cephe” siyasetinden bir nebze sapmamışlardır.

Bu örneklerden sonra bugünün Türkiye’sindeki siyasi mücadeleye gelecek olursak, bugün de son tahlilde iki kutup ya da cephe olduğunu ileri süreceğim. Bunlardan biri iktidar, diğeri muhalefet cephesidir. Elbette iktidar cephesi gibi muhalefet cephesi de çok parçalıdır. Muhalefet cephesindeki parçalardan en büyüğü 6’lı masa denilen, bileşenlerini 6 partinin oluşturduğu kesimdir. Diğeri, “Emek ve Özgürlük Cephesi” adıyla bir ittifak oluşturmuş, başını HDP’nin oluşturduğu kesimdir. “Bağımsız” olduğunu ileri sürerek bu kesimlerin dışında kalmayı tercih eden bazı irili ufaklı sol partiler de vardır ama son tahlilde bunlar da ister istemez muhalefet cephesinin içinde yer almak zorundadırlar.

Muhalefet cephesinin içinde, odağını “Kürt meselesi”nin oluşturduğu derin yarıklar vardır elbette. Örneğin İYİ Parti, kendi sağcı tabanı dolayısıyla HDP ile asla ve kat’a bir arada bulunamayacağını ilan etse de aslında HDP’nin muhalefet içindeki önemini çok iyi bilir. HDP, diyelim ki bu cepheden çıkıp karşı cepheye geçecek olsa muhalefet cephesinin tamamen kaybedeceğini de. Bu yüzden HDP’ye ne kadar atıp tutsalar da bu partinin kıymetli desteğini kaybetmekten ödleri kopar. CHP de öyle.

Öte yandan, HDP’nin başını çektiği cephe de, eğer tabanını ve siyasi mücadelesini kaybetmek istemiyorsa (ki istemez) son tahlilde muhalefet cephesinde sebat etmek zorunda olduğunu bilir. Muhalefet cephesindeki gizli ya da açık atışmalara bakmayın siz. Hepsinin sonuç olarak muhalefette sebat etmek zorunda olduğu çok açıktır.

Ayrılıklar ne olursa olsun bu kaygan zeminde fazlasıyla başına buyruk siyasetler izlemenin, sonunda iktidar cephesine yarayacağı ve o saflara geçmek anlamına geldiği çok açıktır. Bunun en beliğ örneği Vatan Partisi (VP)’dir. Genelde muhalefet cephesinde yer alan ulusalcı safları terk edip iktidar cephesine geçmenin canlı bir örneğidir bu parti.

Ya iktidar cephesi ya da muhalefet cephesi…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi