Sovyet Devrimi sonrasına ilişkin filmlerdeki çarpık batılı bakış

Sinemada teknik ve sanatsal gelişme gösteren Batı sineması, aynı başarıyı, Sovyetler Birliği tarihini ele aldığı filmlerde gösteremiyor. Başarılı olamadıkları nokta, bu tarihi ele alırken, komünizme ilişkin tipik klasik Batı bakış açısından kopamamaları.

Sinemada büyük teknik ve sanatsal gelişme gösteren Batı sineması, aynı başarıyı, Sovyetler Birliği tarihini ele aldığı filmlerde gösteremiyor. Teknikten ya da görüntü yönetmenliğinden veya tarihi atmosferin yeniden yaratılmasından söz etmiyorum. Hayır, buralarda çok başarılılar. Başarılı olamadıkları nokta, bu tarihi ele alırken, komünizme ya da Sovyet tarihine ilişkin tipik klasik Batı bakış açısından kopamamaları.

ÜÇ DÖNEM FİLMİ DE BAŞARISIZ

Yönetmenliğini Armondo Iannucci’nin yaptığı ABD, Fransa, İngiltere yapımı Stalin’in Ölümü (2017) filmi ve Netflix’teki, yönetmenliğini Aleksandr Kott’un yaptığı 8 bölümlük Troçki (2019) dizisinden sonra, 18 Nisan akşamı TRT2’de gösterilen, yönetmenliğini Zaza Urushadze’nin yaptığı, TRT2’nin nedense başına “Troçki’nin Sırrı” diye bir ek başlık atmak gereği duyduğu Anton (2017) filmini seyrettik. Filmlerin üçü de, ilk paragrafta belirttiğim zaafla malûl. Gerçi Mandalina Bahçesi (2013) adlı, 1992 yılında Abhazya’da meydana gelen Çeçen-Gürcü savaşını anlatan harika filmin yönetmeni Urushadze (2019 yılında öldü) bir Gürcü, yani Batılı değil ama ne yazık ki, o da Sovyetler Birliği’ni ve bu ülkedeki tarihi olayları yorumlamada Batılı bakış açısından kurtulamamış.

GERÇEĞİN İNANDIRICI OLMAYAN VERSİYONU

Filmdeki olaylar, Karadeniz sahilindeki, Almanca konuşulan bir Roma Katolik köyü olan Fischer-Franzen köyünde geçiyor. Zaman, Bolşeviklerin “savaş komünizmi” politikaları nedeniyle köylülerin ürünlerine zorla el koyduğu İç Savaş dönemi, 1919 sonları ya da 1920 başlarıdır. Biri Yahudi, diğeri Katolik ailelere mensup 10 yaşlarında iki çocuk arasındaki güçlü arkadaşlık bağının anlatılmasından hareketle, film, Bolşeviklerin ürünlere el koyma politikasını, köylülerin bu uygulamalara karşı gizli örgütlenmesini ve silahlı direnişini konu alıyor.

Bunlar gerçek değil mi? Elbette gerçek. Bolşevik iktidar, İç Savaş döneminde bunları fazlasıyla yapmış, köylüler de onların baskıcı uygulamalarına yer yer direnmişlerdir. Evet ama, olayların verilişinde, Batılı bakış açısının yol açtığı tuhaflıklar ve gerçek dışılıklar var. Bu yazıda bunların üzerinde durmaya çalışacağım.

BOLCA BUĞDAY DOLU ÇUVALLAR!

Filmde en başta, üstünde “kızıl yıldız” parlayan “Bolşevik tipi” şapkasıyla ve ardında atlı ve kasketli, silahlı Kızıl Ordu askerleri ya da milisleriyle ortalıkta dolanıp dehşet saçan, köylülerin kendi aralarında fısıldaşırken “Kızıl Cadı” diye söz ettikleri bir yerel komutan dikkat çekiyor. Bu kadın komutan, her hali ve harekâtıyla çok acımasız biri olduğunu daha baştan ortaya koyuyor. Görevi, köylüleri korkutmak, içlerinden “ihbarcılar” devşirmek, arkasındaki atlılarla gelip, köylülerin rejimden sakladıkları ürünlerine el koymaktır.

Ürünlere el koyma sırasındaki görüntüler gerçekte olanları anımsatsa da gereğince inandırıcı olamıyor. Kızıl Ordu erlerinin buğday dolu çok sayıda çuvalı arabalara taşımaktan imanı gevriyor. Dahası, bununla da yetinmeyip, köyde ne kadar kümes hayvanı varsa acımasızca bacaklarından tutup sürükleyiveriyorlar. İnsan ister istemez, “yahu, bu köylüler de bayağı iyi ürün kaldırmışlar, bu kadar buğdayı saklayacaklarına birazını orduya verseydiler ya” diyeceği geliyor. Oysa gerçeklikte, köylülerin öyle sayısız çuvallar dolusu buğdayı sakladıkları falan yoktu. İç Savaş koşullarında kısıtlı olanaklarıyla yaptıkları üretimden kendilerine sakladıkları, ancak o kışı geçirmelerine yetecek kadar küçük bir miktardı. Ne var ki, bu kadarı bile, “devlete karşı işlenmiş bir suç” kabul edilirdi, bulundukları an, saklanan buğdaylara suç delili olarak el konur ve buğday saklayan köylüler de tutuklanırdı. Dolayısıyla film, kaş yapayım derken göz çıkartmış ve Bolşevikleri “zalim” göstereceğim derken, tersine, köylüleri, rejimin iddia ettiği gibi, stokçu ve spekülatör olarak göstermiştir.

ÇEKA MAHZENLERİ DURURKEN

Ne var ki, konuşmalarından, çocukluğunda, eski toprak sahiplerinin babasına zulüm yaptıklarını (dolayısıyla bu yüzden böylesine zalim olduğunu) anladığımız “Kızıl Cadı”, ürünlere el koymakla da yetinmiyor, günün birinde Anton’ların evine gelip, evin bahçesinde, gün ortasında, herkesin gözü önünde silahını çekip Anton’un babasını öldürüveriyor. Bu o kadar ani oluyor ki, seyirci, filmde olaya tanık olanlardan daha fazla şoke oluyor.

Bu da “Bolşevik mezalimi”ni anlatacağız derken ortaya konmuş inandırıcılıktan tamamen uzak bir sahne. Rejimin görevlileri çok sayıda yerinde infaz yapmamışlar mıdır, sorgusuz sualsiz insanları öldürmemişler midir? Öldürmüşlerdir ama böyle değil. Bu tür cinayetlerini ortalıkta yerde işlemezlerdi çoğunlukla. Ellerinin altında Çeka denen polis örgütü vardı. Öldüreceklerini genellikle Çeka merkezine götürür ve infaz işlemlerini orada yaparlardı. Ondan sonra ara ki bulasın gözaltına alınan kişiyi. “Burada böyle biri yok” derler, çıkarlardı işi içinden. Çekacılar böylesine geniş iktidar olanaklarına sahipken neden insanları ortalık yerde açıktan açığa vurup öldürsünler? Batılılar, “komünist kaba propaganda”yı vurgulamaktan pek hoşlanırlar ama yeri geldiğinde de propagandanın en kabasına başvurmaktan geri kalmazlar.

KRONSTADT’LIYI DA İŞİN İÇİNE KATIVERİRSİN!

Yönetmen, ayrıntıları da ihmal etmemiş. Örneğin askerlerin arasına durup dururken, iyice tanınabilsin diye bahriyeli şapkasının arkasında kordonu uçuşan ve üstüne enine çizgili bahriyeli fanilası giymiş, at üstünde bir Kronstadtlı denizciyi de katıvermesi, bir ayrıntı ustalığı olarak görülebilirse de, o “Kronstadt” bahriyelisinin, 1921’de Bolşevik yönetime karşı ayaklanan Kronstadtlıların da zamanında “Bolşevik mezalime” ortak olduklarını göstermek için araya sokuşturulduğunu düşünüyor insan ister istemez. Yoksa orada o iri kıyım bahriyelinin, “çirkin ördek yavrusu” gibi, ne işi olacak…

Ve sembolik bir sahne: Sözüne ettiğim bahriyeli, aslında bir köylü çeteci olan mezar kazıcısına at üstünde yaklaşır. “O mezarı kimin için kazıyorsun?” diye sorar. Mezar kazıcısı, “senin için” diye yanıtladığı an, bir başka çeteci, bahriyeliye süngüyü arkadan saplayıp öldürür ve gerçekten de, aslında silahların saklandığı mezarın içine atar. Böylece, aslında rejim tarafından bastırılarak “mezara” gömülen, “Üçüncü devrim” diye ayağa kalkmış “Kronstadt”, filmde sembolik olarak ve gerçeğe uygun olmayan bir şekilde köylü çeteciler tarafından mezara gömülmüş olur. Yönetmen böyle sembolik bir ilişki kurmuş mudur bilmiyorum ama kurmamışsa o bahriyelinin filme girmesinin ne anlamı var!

“KAZANOVA” TROÇKİ SAHNEDE

İkinci yarıdan sonra, “Troçki”nin bölgede arz-ı endam etmesiyle (demek TRT2, bu yüzden inisiyatif kullanıp başlığa “Troçki’nin Sırrı” başlığını eklemiş) filmin inandırıcı olamama zaafı pantomim düzeyine taşınmış. Oralara yakın bir yerdeki Kerson oblastında doğmuş olan Troçki bölgeye bir ziyarette bulunacakmış. Bunun üzerine köydeki gizli örgütlenme Troçki’yi kaçırmaya karar veriyor.

Evet ama tarihte böyle bir olay yok, yani kimse Troçki’yi kaçırmış falan değil. Üstelik o sırada Kızıl Ordu’nun başında bulunan ve çok iyi korunan hızlı ve zırhlı treniyle (1965 yapımı Doktor Jivago filminde bu sahne çok güzel canlandırılır) o cepheden bu cepheye koşan Troçki, neden doğru dürüst güvenlik önlemi almadan, durup dururken kalkıp köyüne gelsin ki. Üstelik de göreceğimiz gibi, bir iki çeteci, koca Savunma Komiseri’ni ve Kızıl Ordu komutanını avuç içi bir silahla, çevresindekileri öldürerek esir alırlar. Yönetmen, artık burada inandırıcı olma kaygısını iyice bir kenara bırakmış görünüyor.

Evet ama Troçki’nin bölgeye bir sebep-i ziyareti olması gerekir. Netflix’teki Troçki dizisinde “Kazanova” halleriyle tanıdığımız Troçki, bu filmde de neden bu rolüne uygun davranmasın?! Meğer “Kızıl Cadı” onun ta gençlikten sevgilisiymiş. O hayhuy içinde onu görmeye geleceği tutmuş. Üstelik bu ikili daha karşılaşır karşılaşmaz, elâlem ne der diye düşünmeden, Paris’te, Sen kıyısındaki iki sevgili gibi sarmaş dolaş olup öpüşürler ortalık yerde. “Kızıl Cadı”, Troçki’ye, şimdi aklımda kalmayan, aşka dair sitemkâr laflar eder. Her neyse, bu arada, Troçki’nin gelişini, kendi “ajan şebeke”leriyle istihbar etmiş olan çeteciler yollarını keser, “Kızıl Cadı”yı öldürür ve Troçki’yi kaçırıp derin bir mağarada esir tutarlar. Bunu neden yaptıkları belli değildir ya da amaçları filmde anlaşılmaz. Filmde anlaşılmıyorsa yapılacak bir şey yok. Çünkü bu olay gerçeğe dayanmıyor. Troçki, evet yaşamış biri, tarihte önemli roller oynamış, sonra tasfiye edilmiş, 1940’ta da Meksika’da Stalin’in ajanları tarafından başına buz baltası vurularak öldürülmüş tarihi bir şahsiyet. Çeteciler tarafından kaçırıldığı ise tam bir palavra. Filmde herhangi bir Bolşevik komutan kaçırılmış olsa itiraz etmezdim ama adıyla sanıyla Troçki’nin kaçırılması üzerine bir senaryo kurmak olacak şey değil.

Üstelik Troçki’yi, filmin baş çocuk karakteri Anton kurtarır, bilmeden. Ve Troçki, hazır kurtulmuşken o mağaradan hızla kaçıp gideceğine, Anton’un babasına, oğlu aracılığıyla, bölgede bilinen adıyla acı bir mesaj gönderir: “Babana Bronstein’ın selamını söyle…”

Burada artık pantomim tam bir farsa dönüşüyor.

KALIPLAŞMIŞ BATI KAFASI

Batılıların, 20. Yüzyıl’a damgasını vuran Marksizm-Leninizmi, Stalinizmi, Sovyetler Birliği tarihini, tarihin bu döneminin karmaşık olaylarını, o epeyce naif ve sofistike olmayan kalıplaşmış kafalarıyla kendilerince çözümlemekten, dolayısıyla saçma sapan anti-komünist iddialarıyla bilmeden de olsa Leninist-Stalinist kanona yardımcı olmaktan vazgeçmeleri bir hayli zor görünüyor.

Tabii ki genelleme yapıyorum. Batı’nın derin felsefi düşüncesini ve düşünürlerini tenzih ederim.


Gün Zileli: 24 Ekim 1946, Ankara doğumlu. 1968 gençlik hareketinde yer aldı. 1990 yılında İngiltere’de sığınmacı oldu. 1992 yılında anarşizmi benimsedi. 2000’li yıllarda altı kitaptan oluşan otobiyografisini yazdı. Romanları, özellikle Sovyetler Birliği’ndeki Gulag kampları hakkında biyografik çevirileri var.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Gün Zileli Arşivi