Savaş Kılıç

Savaş Kılıç

Sözle siyaset

Bugün için siyasetin önündeki önemli sorulardan biri söz ile şiddet arasındaki –aslında geniş– yelpazede kendine ne gibi renkler ve yerler bulacağı. Maraş depremlerinden sonra olduğu üzere buluyor da.

Çoğunlukla dilin ya da sözün içindeki siyasete dair yazıyorum ama bu defa siyasetin içindeki söz üstüne yazmak istiyorum.

Siyaset sözle yapılır ama siyasetin konusu söz değildir. Tvit atmak, afiş asmak, demeç vermek, konuşma yapmak, basın açıklamasında bulunmak, gazetede köşe yazısı yazmak, dergide yazı yayınlamak, ders vermek, dergi çıkarmak, kitap basmak… bunların hepsi siyasete dahil olabilir, hatta siyasi faaliyet deyince akla ilk gelenler bunlardır belki, ama siyasetin amacı hayatın somut koşullarını değiştirmektir ve bunları sözle değiştirmek imkânsız değilse bile çok zordur. Somut koşulları değiştirmek için bir aşamada söze de ihtiyaç duyacağımız muhakkaktır ama sözün tek başına o koşulları değiştirmeye yetmeyeceği de bir o kadar kesindir. Düşünceler sözle kaim olabilir ama hayat sözün etrafında dönmez, pratiğin etrafında döner. Pratiği değiştirmek için söze de ihtiyaç olabilir ama pratiği değiştirmek için pratiğe de ihtiyaç vardır.

Dolayısıyla siyasi faaliyetin sadece bir parçası olan söz siyasi faaliyetin bütünü yerine geçemez. Örneğin sırf söz söyleyerek kadınları öldürülmekten kurtaramazsınız, sığınma evlerine ihtiyacınız vardır; o evleri kurmak için de sözün dışında bir şeyler yapmanız gerekir: kaynak yaratmak, düzenli olarak toplamak, ev kurmak, organize etmek, taleplere gecikmeden cevap vermek, vs. Kadın hareketi bunları en azından bir ölçüde başarmış gibi. Mesele bu modeli siyasetin geneline uygulamakta. Elbette sözle siyaset yapmaktan çok daha zor, çok daha fazla zaman ve emek isteyen bir siyaset biçimi bu. Örneğin iş “cinayetler”ini önlemek için sözle yapılabileceklerin sınırına çoktan dayanmış olmalıyız: Yasa, mevzuat, bilinçlendirme… bunlar (belki iç kusurları nedeniyle de) etki etmiyor.

Sırf sözle siyaset yapmanın kısıtlarını bir yana bırakacak olursak, ardında Aydınlanmacı bir tasavvur bulmak çok zor olmaz. İnsanlar –yazarın, tvitçinin, siyasetçinin muhatabı olanlar– hakikati bilmiyorlardır, onlara hakikat tebliğ edilirse bir uyanış ya da aydınlanma yaşayacaklardır ve doğrudan, hakikatten yana tavır alacaklardır. O yüzden aslolan “tebliğ ve irşad” faaliyetleridir. Konuşalım, anlatalım… olacak, eninde sonunda olacak, bizim yanımıza gelecekler, beraber getireceğiz adaleti. Buradaki “bilmiyorlar” varsayımı da bilince değişim olacağı varsayımı da söze yakıştırılan her-şeye-kâdirlik varsayımı da sorunlu. İnsanlar “hakikat”le ilgili fikirlerini, konumlarını sadece öznel yönelimlerle belirlemezler; içinde oldukları çıkar ve iktidar ilişkileri gibi nesnel etkenler daha belirleyicidir. Aslında bunu gayet iyi biliyoruz ama siyaset üstüne düşünürken, konuşurken, strateji belirlerken belki yeterince göz önünde tutmuyoruz, belki de göz önünde tutmamak işimize geliyor. Çünkü konuşmanın ötesine geçmek çok zahmetli ve külfetli.

Sözle siyaset yapmanın bulduğu çözümler arasında “bilinçlendirme” veya “farkındalık yaratma” kampanyaları dikkatimi çekiyor özellikle. Buradaki “bilinç” aslında –adamın birinin vaktiyle yüklediği özel anlamda– ideolojidir: Belli bir düşünme biçimi birilerine seslenir, onlara kendinizi şu şu çizgide hissediyorsanız, şu dediğimi yapın der. Örneğin Türkiye’deki “dil devrimi”, basında baskıyla işleyen aşaması geride kaldıktan sonra, yazarlar ve öğretmenler gibi okumuşlara seslenmiş, onları Öztürkçe konuşup yazmaya çağırmış, “dil bilinci” dediği şey büyük ölçüde bu fiili tasfiyeciliğin adı olmuştur. Başka alanlardaki “bilinçlere” de uzanan bu sıradan insanı “bilinçlendirme”, bir davanın militanı haline getirme çabası bütünüyle anlamsız ya da etkisiz de olmaz elbette ama kendisi sözle işlediği gibi militanı da muhtemelen öncelikle sözle eyler.

SİYASET SÖZE SIKIŞTI

Buna karşılık daha eski bir ideoloji olan İslam, mümin dediği muhatabını tersten bir kademeyle militanlaştırır: Gücü yetiyorsa eliyle, fiilen müdahale ederek değiştirmeye çağırır, ortam müsait değilse diliyle kınamalıdır, o da olmuyorsa en azından içinden, kalbiyle “buğzetmek” zorundadır. Ama kayıtsız kalma hakkını tanımaz inananına. İslamın modernliğe (Aydınlanmacılığa) göre tersten kurduğu hiyerarşi, amelin dile ve kalbe (“bilince”) önceliği, İslamcı hareketlerin faaliyetlerinde de etkili olmuştur muhtemelen. Bugün gerilemeye başlamış olsa da bu hareketlerin son 40 yıldaki “başarıları” yalnızca ABD’nin Yeşil Kuşak programıyla açıklanamaz; siyasette “eliyle müdahale”yi, “amel”i, yani pratiği, kalp ve dilden öncelikli görmesinin de rolü olsa gerek.

Siyasetin söze sıkışıp kalmasında kültür eleştirisinin de hem sebep hem sonuç olarak payı olmuştur. Hayatın somut koşullarını değiştirmek için kültürün de değişmesi gerekiyordu, bu doğruydu; kültürü değiştirmek daha kolay görünmüştü belki gözlerine: Sonuçta söz, ve kendi bireysel hayatlarının değişmesi yeterli olacaktı – işte bu kısmı muamma. Çünkü hem kültürü değiştirmek o kadar kolay değil (kültürün kendini savunmak için karşı-saldırıya geçtiği özellikle son 20 yılda güç dengesinin nasıl tersine döndüğünü de biliyoruz), hem de kültürün herkes için değişmesi hayatın somut koşullarının değişmesini, somut koşullarda belli bir eşitliğin sağlanmasını öngerektiriyordu.

Siyasetin söze sıkışmasında bir diğer önemli etken elbette siyasetin güçsüz düşmesiydi. Üzerinden silindirle geçilince kaynakları da azalmış, belki kurumuştu. Kaynak yetersizliğinin üzerine siyasetin entelektüel alana, özellikle de üniversitelere sıkışması eklenince, kültür siyasetin neredeyse tek konusu haline geldi. Kaynak (“fon”) da siyaseti kültüre indirgeyenlerden, kültürle sınırlayanlardan bulununca bu döngü iyice pekişti. Günümüzde kültür eleştirisinin dışına çıkmak isteyenler yok değil ama hâlâ hâkim siyaset biçimi sözle siyaset.

Bugün için siyasetin önündeki önemli sorulardan biri söz ile şiddet arasındaki –aslında geniş– yelpazede kendine ne gibi renkler ve yerler bulacağı. Maraş depremlerinden sonra olduğu üzere buluyor da. Sadece bu buluşlar olay ve koşullara fazla bağımlı kalıyor. Ama siyasetin ille de “anlık” olduğu anlamına gelmiyor olsa gerek bu – ya da buna razı olmak zorunda değiliz, siyasetin ömrünü uzatmayı deneyebiliriz.


Savaş Kılıç: 1975'te doğdu. Türk Dili ve Edebiyatı ve dilbilim eğitimi gördü. İngilizce ve Fransızcadan çevirileri, çeşitli dergi ve kitaplarda yayımlanmış yazıları var. Metis Yayınları'nda editör olarak çalışıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Savaş Kılıç Arşivi