Doğan Özgüden
Sürgün yıllarının Mikis Theodorakis’i…
Geçen haftaki "Kızılcıklar olurken Sol’un seçim sınavı" başlıklı yazıma 60’lı yıllardaki sosyal uyanışa yaptıkları müzikle büyük katkı getiren Tülay German ve Erdem Buri’yi anarak girmiştim.
Dün, ana muhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun da konu mankenliği yaptığı yeni Yargıtay binasının dualı açılış töreni üzerine tepkilerimi dile getirmek amacıyla bilgisayarın önüne geçmiştim ki, çeşitli kaynaklardan ekrana yağmur gibi yağan bir haberle sarsıldım.
Yaptığı müzikle kendi yurdu Yunanistan’da 40’ların Nazi işgaline ve 60’ların Albaylar diktasına karşı mücadele verdiği için zindanlara atılan, sürgüne çıktığı 70’li yıllarda sadece kendi halkının değil, faşist dikta altındaki Türkiye, İspanya, Portekiz ve Şili halklarının direnişine büyük katkıda bulunmuş olan büyük besteci Mikis Theodorakis 96 yaşında hayata veda etmişti.
Theodorakis’in dehasını Türkiye’de ilk kez 1964 yılında Michael Cacoyannis’in ünlü filmi Zorba’ya yaptığı müzikle tanımıştım. Tam da İnönü Hükümeti’nin Türkiye’deki Yunanistan pasaportlu Rumları "20 kilo kişisel eşyanızı alıp ülkeyi 12 saat içinde terkedin" diye kaba kuvvetle sınır dışı etmesinin acısını yaşadığım günlerdi. Kolay değil, ek iş olarak çalıştığım bir reklam stüdyosunun en değerli grafik sanatçıları olan iki Rum dostum, Niko ve Pavli, bu gayriinsani emir üzerine çalışma arkadaşlarıyla dahi vedalaşamadan Türkiye’yi terk etmişlerdi
Türkiye İşçi Partisi militanı olduğumu bildikleri için siyasal ve sosyal konuları benimle çekinmeden görüşen bu iki sevgili dostum Yunanistan’a gittiklerinde yeni ortama kolaylıkla uyum sağlayabilmişler miydi, bilmiyorum… Bir daha haberleşemedik.
21 Nisan 1967’de faşist albaylar Yunanistan’da darbe yaptığında sol eğilimleri nedeniyle başlarına bir iş gelmiş olabileceği endişesi beni son derece tedirgin etmekteydi…
Nasıl etmesin ki, binlerce solcu ve demokrat gibi, Zorba’nın o güzelim müziğini yapan Mikis Theodorakis de zindana atılmıştı.
Albaylar diktasının faşizan uygulamaların Ant dergisinde sürekli teşhir ederken, Konstantin Çukalas’ın darbenin nasıl hazırlandığını, hangi amaçlarla gerçekleştirildiğini ve sonuçlarını açıklayan Yunanistan Dosyası adlı bir kitabını da yayınlamıştık.
Uluslararası kamuoyundan gelen baskılar üzerine cunta 1968 Ocak ayında Theodorakis’i hapisten çıkartmak zorunda kalacak, ancak bir süre sonra eşi Myrto ve iki çocuğuyla birlikte Zatouna’ya sürgün edilecek, ardından da Oropos temerküz kampına kapatılacaktı.
Ünlü bestecinin kendisi bu kampta tutsak iken, 1969 yılında Yunan kökenli Fransız yapımcı Costa-Gavras’ın ünlü filmi ‘Ölümsüz’ tüm dünyada vizyona girdi, hem de Theodorakis’in müziğiyle… Nasıl olmuştu? Bizler de meraktaydık. Sonradan öğrenecektik ki, filmde kullanılan müzik Theodorakis’in yeni bir yapıtı değil, Costa-Gavras’ın ve müzik yönetmeni Bernard Gérard’ın daha önceki bestelerinden yaptıkları derlemelerden oluşuyordu.
Yunanistan’daki derin devletin 1963 yılında solcu liderlerden Grigoris Lambrakis’i katletmesi olayını büyük bir ustalıkla ortaya koyan bu filmin vizyona girmesiyle Theodorakis’le uluslararası dayanışma boyut kazanacak, Dmitri Şostakoviç, Leonard Bernstein, Arthur Miller, Harry Belafonte gibi isimlerin de katıldığı bir kampanya sonunda cunta besteciyi serbest bırakmak zorunda kalacaktı.
Theodorakis, 13 Nisan 1970’de ünlü armatör Onassis’in Atina yakınlarındaki özel hava alanından gizlice kalkan bir uçağıyla Paris’e gelecek, Costa-Gavras, Melina Mercouri ve Jules Dassin tarafından karşılanır karşılanmaz da mahpusluk döneminde azgınlaşan akciğer vereminin tedavi edilmesi için derhal hastaneye yatırılacaktı.
Sağlığına tekrar kavuştuktan sonra Avrupa’da Yunan cuntasına karşı yürütülen direniş mücadelesine aktif olarak katılacak, gidebildiği tüm ülkelerde bu amaçla konserler ve konferanslar verecekti.
Albaylar cuntasının devrildiği 1974 yazına kadar Salvador Allende, Cemal Abdülnasır, Josip Broz Tito, Yasser Arafat, François Mitterand, Olof Palme ve Willy Brandt gibi dönemin ünlü liderleri tarafından dostlukla ağırlanan Theodorakis, büyük ozan Pablo Neruda’nın Latin Amerika gerçeğini dile getiren 231 şiir ve 15 bin dizeden oluşan ünlü eseri Canto General’i oratoryo olarak besteleyecekti.
Sürgünde seslendirdiği filmlerden en önemlisi hiç kuşku yok yine Costa-Gavras’ın Latin Amerika’da ABD emperyalizmine karşı gerilla mücadelesinden bir kesiti canlandıran ünlü filmi Sıkıyönetim’di.
19 Mart 1972’de Paris’te, Fransız Dışişleri Bakanlığı’nın bulunduğu Quai d’Orsay’de toplanan, bizim de Demokratik Direniş Hareketi adına katıldığımız Yunan Cuntası’na karşı uluslararası konferansın önde gelen Yunanlı şahsiyetleri müstakbel başbakanlardan Andreas Papandreu ile sanat dünyasından Mikis Theodorakis ve Melina Mercouri idi.
Türkiye ve Yunanistan hâlâ faşist cuntaların pençesindeyken, Şili’de de Allende yönetimine karşı 11 Eylül 1973’te ABD tarafından tezgahlanan Pinochet darbesi yapılmış, Avrupa’daki siyasal sürgün kafilelerine bu kez sadece Şili’li devrimci ve demokratlar değil, diğer Latin Amerika ülkelerindeki faşist baskılar nedeniyle daha önce Şili’ye sığınmış olan Arjantin’li, Brezilya’lı, Uruguay’lı devrimciler de katılmaya başlamıştı.
Tam da o dönemde, 10 Aralık 1973 günü Paris’te Amnesty International "İşkenceye Son Verilmesi İçin Dünya Konferansı" düzenlemişti. Bizim de Demokratik Direniş Hareketi adına katıldığımız konferansta yer alan uluslararası ün sahibi sanatçılar arasında ABD’den Joan Baez ile Yunanistan’dan Mikis Teodorakis de vardı.
Vietnam Savaşı sırasında ABD militarizmine karşı onurlu bir tavır koymuş olan Joan Baez’ın, arka planda Hanoi’nin ABD uçakları tarafından bombalanması sırasında kaydedilmiş efektlerle söylediği "Oğlum, şimdi sen nerelerdesin?" adlı parçası ile Costa-Gavras’ın yenilerde vizyona girmiş olan Sıkıyönetim filminde Theodorakis tarafından bestelenip Los Calchakis tarafından yorumlanan müzik de konferansta büyük bir heyecan ve coşku yaratmıştı.
Pinochet darbesinin ardından başlayan Şili kaynaklı siyasal sürgünün içinde en büyük ses getiren olay, hiç kuşkusuz, Quilapayun Grubu’ydu… 1966 yılında Şili’nin bakır madenlerinde, Santiago’nun fabrikalarında ve sendikal toplantılarında, öğrenci direnişlerinde verdikleri konserlerle büyük ün yapmış olan Quilapayun da darbeden sonra Şili’yi terkederek Fransa’ya yerleşmişti. Quilapayun’un 1969’a dek müzik yönetmenliğini yapmış olan Victor Jara darbe sonrası binlerce kişiyle birlikte tutuklanarak Santiago Ulusal Stadyumu’na hapsedilmiş, bir daha gitar çalamayacak şekilde bilekleri kırıldıktan sonra katledilmişti.
Quilapayun sürgünde simsiyah giysileriyle Şili direnişinin sembolü olmuş, El pueblo unido jamas sera vencido (Örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez) gibi eserleriyle meydanları ve salonları coşturmuştu.
Şili’li bir başka önemli direniş grubu da, 1976 yılında Türkiye İşçi Partisi’nin davetlisi olarak üç konser vermek üzere Türkiye’ye davet edilmiş olan Isabel ve Angel Parra kardeşlerdi…
12 Mart 1971 sonrası sürgününde, Türkiye’de isim yapmış müzisyen olarak sadece Türkiye’den yakın dostumuz Rahmi Saltuk vardı. Tiyatro alanında ise Mehmet Ulusoy’un Paris’te kurduğu Özgürlük Tiyatrosu anti-faşist mücadelenin sesini duyurmaya büyük katkıda bulundu.
Hollanda’da kurulan Türkiye Komitesi 28 Nisan 1973’te Amsterdam’da Türkiye üzerine bir kongre düzenlemişti. Kongrenin etkin olabilmesi için Hollandalı arkadaşlar Türkiye’nin direnişçi kültürünü seslendirmek üzere bir müzisyenin de kongre sırasında dinleti yapmasında ısrar ediyorlardı. O sırada Berlin’de bulunan Rahmi Saltuk’la derhal ilişki kurmuştuk, o da Amsterdam’a gelmeyi kabul etmişti.
Ancak Berlin’deki TKP temsilcileri kendi inisiyatifleri dışında gerçekleştirilen bir etkinliğe katılmasını engelledikleri için Rahmi Saltuk Amsterdam’a gelememiş, bu nedenle toplantıda Rahmi’nin dinletisi yerine kasetten Ruhi Su ve Selda’nın türkülerini dinletmekle yetinmiştik.
Şili’deki 1973 faşist darbesini izleyen bir akşam Norveç’ten Gençay Gürsoy, anti-faşist birlik çalışmalarıyla ilgili görüş alışverişinde bulunmak üzere telefon etmişti. Konuşmamız biterken, "Unutmadan söyleyeyim, bugünlerde Türkiye’den genç bir arkadaş geldi. Nefis direniş türküleri söylüyor. 12 Mart’tan sonra tutuklanmış. Bir ara Norveç’e getirip buranın radyosunda bir programa çıkarttık. İltica etmek üzere İsveç’ e geçti" demişti.
Bahsettiği arkadaş Türkiye’deyken Ekim Yayınları yöneticilerinden biri olarak tanıdığımız Zülfü Livaneli idi…İnfo-Türk’ün kuruluş hazırlıkları için Karabuda’larla görüşmek üzere İsveç’e gittiğimde Zülfü de beni ziyarete gelerek söylediği devrimci türküleri Brüksel’de bir uzunçalar olarak yayınlamamızı önermişti, Brüksel’de diğer kurucu arkadaşlarla da görüştükten sonra öneriyi kabul etmiştik.
Zülfü Livaneli’nin 33’lük plağını üç dilde izahlı olarak yayınlamanın hazırlıklarını yaparken Brüksel’deki Türkiye Komitesi de cuntanın baskılarını Belçika kamuoyuna tanıtmak üzere bir dayanışma gecesi düzenlemişti.
O gecede hem Zülfü Livaneli, hem de Valonya kömür madenlerinde çalışan Lütfü Gültekin art arda sahneye çıkarak Belçikalı dostlarımıza Türkiye’nin devrimci türkülerini tanıttılar.
İlk plağını 1974 yazında yayınladığımız Zülfü Livaneli daha sonraki yıllarda hem Türkiye’de, hem de yurt dışında verdiği konserlerle uluslararası ün sahibi olacak, geçen gün sonsuzluğa uğurladığımız Mikis Theodorakis ile, Türk ve Yunan sanatçıları olarak örnek bir ikili oluşturacaktı.
Theodorakis’in ölümü üzerine yayınladığı anma mesajında Zülfü şöyle diyor:
"1983'te Atina'daki bir konserime gelip o iri gövdesiyle bir fırtına gibi soyunma odama dalmasından bu yana neler geçti neler. 1986'da Güneş Topla Benim İçin albümünün Altın Plak töreni dolayısıyla ilk kez İstanbul'a gelişi, o günün akşamı Sarıyer'de Urcan lokantasında balık yer rakı içerken Türkiye Yunanistan Dostluk Derneği'ni kurmaya karar verişimiz, yüzlerce konser, Efes'te Hacidakis, Theodorakis ve otuz bin izleyiciyle yaşadığımız unutulmaz gece, yolculuklar, tatiller, hastalıklar... İnsan ruhunun, acılardan, savaşlardan, sürgünlerden, aşktan ve ihanetten süzülmüş en has halini temsil eden, hayatta ve sanatta en büyük dostlarımdan birini Mikis Theodorakis'i kaybettim. Acısı çok derin…"
İnci de, ben de Zülfü’nün acısını paylaşıyoruz.
Zülfü’yle birlikteliğinden önce Mikis Theodorakis’in Türkiye’de konserler vermesi için ilk girişimi TİP Genel Başkanı Behice Boran’ın isteği üzerine 1978’de yapmıştık, ama mümkün olmamıştı.
Türkiye İşçi Partisi yeniden kuruluşundan bir süre sonra 13, 14 ve 17 Kasım 1976 tarihlerinde İzmir, İstanbul ve Ankara'da Pinochet cuntasına karşı Şili halkıyla dayanışma gecesi düzenlemişti, bu geceye katılmaları için Şili'li sanatçılar Isabelle ve Angel Parra'nın davetine aracı olmuştuk.
Ancak Isabelle ve Angel büyük başarıyla gerçekleşen İstanbul ve İzmir gecelerinden sonra geldikleri Ankara Esenboğa Havaalanı'ndan "çalışma izinlerinin bulunmadığı" bahanesiyle sınır dışı edilmişlerdi.
İki Şilili sanatçı birkaç ay sonra bir başka konser için Belçika’nın üniversite kenti Leuven’e geldiklerinde Türkiyeli İşçiler Kültür Merkezi üyeleriyle birlikte kendilerini ziyaret edip sevgi ve dayanışmamızı iletmiştik.
Bu olaydan iki yıl sonra, Türkiye İşçi Partisi bu kez de Türkiye'nin çeşitli illerinde Mikis Theodorakis'in de katılacağı etkinlikler düzenlemeye karar vermişti, genel başkan Behice Boran'ın bana ilettiği ekteki Fransızca çağrı mektubuyla büyük sanatçıyı Türkiye'ye davet etmiştim.
Ancak Theodorakis, Şili'li sanatçıların Türkiye'den sınır dışı edildiğini göz önünde tutarak, böyle bir konserin daha ilerideki bir tarihte yapılmasını tercih etmişti.
Bu davetin üzerinden iki yıl geçmeden Türkiye'de 12 Eylül 1980 faşist darbe olacak, TİP Genel Başkanı Behice Boran da Türkiye'den ayrılıp siyasal sürgün olarak Belçika'ya gelecek, hemen ardından Evren Cuntası tarafından yüzlerce rejim muhalifi gibi TC vatandaşlığından çıkartılacaktı.
1980 sonrası sürgününün 1971 sonrasındakinden büyük farkı, sürgün sayısının nicel büyüklüğünün yanı sıra, Türkiye’nin en değerli sanatçı, gazeteci, müzisyen ve bilim insanlarının da sürgüne çıkmak zorunda kalması oldu…
Tayyip kafası ve onun benzerleri devletin başında kaldıkça da böyle olmaya devam edecek…