Savaş Kılıç

Savaş Kılıç

Talihsiz neolojizmler, neolojizmin talihsizlikleri

Dil reformunun neolojizmlerle Türkçenin üretkenliğini artırdığını savunuyorum yeri geldikçe. Buna karşılık dil reformunun neolojizmlere yaygın bir meşruiyet kazandırmasının getirdiği birtakım sıkıntılar da var.

Dil reformunun önerdiği neolojizmlerden bazıları morfoloji (yani ek-kök yapısı) bakımından talihsizdi, hatta skandal diyebileceğimiz hata veya sorunlar içeriyordu, buna rağmen tutunanları da az değil.

Bu talihsizliklerden biri bazı fiilden isim yapma eklerinin isim köklerine getirilmesiydi. Örneğin bakmak’tan bakım deriz, benzeri yüzlerce örnek buluruz. Ama bu ek bağ diye bir isim köküne getirildiğinden pek yalnız kalır: *bağım. Nitekim bu taban tek başına var olamaz da, bağımlı ya da bağımsız gibi türevlerinin farazi orta unsuru olarak durur. Neredeyse aynı duruma *yüküm’de de rastlıyoruz, yükümlülük ve yükümsüzlük kullanılır da morfolojik olarak çarpık yüküm yok hükmünde.

Bağ ismi nedense bu tür başka eklerle de zorlanmıştır, insanın *bağmak diye bir fiil kökü olduğuna inanası geleceği kadar çok hem de: Serpmek’ten serpinti mis gibi kelimedir ama bağıntı biraz zorlama durur (oran isminden orantı da belki bir benzeri bunun). Aynı şekilde karışık gibi katışık da olur, neden olmasın, ama bağışık(lık)’ta bir duralarız, çünkü bağışmak diye bir fiil kökü yoktur. Yanmak’tan (dönmek) yanıt gibi taşımak’tan taşıt da iyidir hoştur ama bağıt gene bir duraksatır (özüt belki tek arkadaşıdır). Üstelik bağ isminden fiil+isim yapma ekleriyle türetilmiş kelimeler de biraz ötede kabul görmenin memnuniyeti içinde dururlar: bağlaç, bağlantı, bağlam, bağlaşık, vb.

Buna benzer başka durumlar da var. Örneğin -kı fiilden isim yapma ekidir, atmak’tan atkı gibi. Ama onu dış ismine getirip dışkı kelimesini yapınca dil duygusu biraz zorlanmış oluyor. Burada içmek’ten içki analojisi devreye girmiş olabilir ama bugünkü Türkçede *dışmak diye bir fiil olmadığı için dışkı içki’nin benzeri olmuyor.

Böyle bir yalnızlığın bir başka örneği “ilginç” olabilir: Türkçede sevinç vardır, inanç, kıskanç vardır (ki o da duygu adıydı önceleri), ama ilmek fiilinden il-ginç (Ataç’a ait olduğu söyleniyor) bir garabet olarak duruyor.

Morfolojik (ya da diyalektolojik) açılardan daha birçok eleştiri getirilebilir dil reformunun önerilerine, fakat amacım neolojizmlere getirilen ya da getirilebilecek bütün eleştirilere yer vermek değil. Ayrıca yanlış türetildikleri için bu kelimelerin kullanılmamaları gerektiği gibi bir şeyi asla söylemiyorum. Tutunan, kabul gören türetimlerin hepsi bugünkü Türkçenin parçasıdır, kimisini zevkle kimisini istemeye istemeye kullanırım.

Öte yandan dilde üretkenliğin kaynağı analoji mekanizması olduğu için dil reformunun böyle çarpık türetimlerle kendi ayağına kurşun sıktığını söyleyebiliriz. Benzerlerini üretmek, dili zenginleştirmek imkânsız değilse bile çok zordur: Örneğin bir nedenle ihtiyacımız olduğunda çağ isminden *çağım, *çağımlılık, *çağımsızlık yapmamız olacak işe benzemiyor.

Bunlara yanlış deyince, ki morfolojik açıdan yanlış oldukları aşikâr, bu durumda dilde doğru/yanlış meselesiyle ilgili ilginç bir paradoksa varmış oluyoruz: Bu yanlış türetimler okumuşların işi ama nedense yanlış sayılmaktan kaçınılageldiler, buna karşılık morfoloji konusunda böylesine skandal hatalar yapmayan “halkın” birtakım kullanımlarda gösterdiği değişimler semantik ya da retorik olarak hata sayılıyor ânında (örneğin “önemi haiz” yerine “öneme haiz” demeyegörün, öğretmenlerden editörlere, uzmanlara bir tabur üstünüze çullanıverir). Neden? Yanlış yapmak okumuşların ayrıcalığı mıdır?

Dil reformunun neolojizmlerle Türkçenin üretkenliğini artırdığını savunuyorum yeri geldikçe. Hem bu durumdan hem de bu kanaatimden pek memnunum. Buna karşılık dil reformunun neolojizmlere yaygın bir meşruiyet kazandırmasının getirdiği birtakım sıkıntılar da var: Muhtemelen başka bir dilde bu kadar kolay kelime “uydurulmuyor”dur.

“Önüne gelen, kelime uyduruyor ya!” gibi bir sızlanma değil benimki. Bireysel neolojizmler genel “yaptırıma” (yani bu durumda okumuş kamuoyunun onayına ya da reddine) tabi olduğu için yapısal bir sorun yok. Ama bireysel neolojizmlere kapının bu kadar açık olması bir noktada yazı dilini deneme tahtasına çeviriyor. Buna bağlı çeşitli iletişim ve estetik sorunları ortaya çıkıyor.

Yazıyı, okumuşlar arasındaki dar bir çevrenin (dil) oyununa dönüştürmesi de cabası. Buradan da şu kanıya varıyorum: Bireysel neolojizm önerileri dil reformunun (kimisi yanlış bile olsa toplumsal “yaptırıma” daha açık olan) türetimleriyle ya da çeşitli çevrelerin kimisi sevimli (kavuştay gibi) kimisi sinir bozucu önerileri (örneğin 12 Eylül TDK’sının veya muhafazakâr çevrelerin zaman zaman gündeme gelen, dilsel yerine dillik cinsinden garabetleri) ile aynı kefede durmuyor. Yazının eşitlikçi ortamında kapris gibi görünüyorlar.

Yalnızca bireysel değil genel olarak neolojizmlerin üslup düzleminde yol açtığı bükülme güzel bir inceleme konusu olabilir. Birkaç kısa not düşecek olursam: Neolojizmler yazıda bir modernlik izlenimi vermeye katkıda bulunuyor. Buna karşılık dil reformunun neolojizmlerinin arkaik bir arka planı da var, dolayısıyla en azından söz düzeyinde arkaizme gönderme yapan bir modernlik bu. Nurdan Gürbilek, Bilge Karasu okumasında bu arkaizmi korku gibi ilkel temalara bağlıyor sözgelimi.

Bu arkaik-modernlik Ataç’ta belirgin şekilde kültürün modernleşmesine katkıda bulunmak üzere yaratılmaya çalışılıyordu nitekim. Düşünsel modernliği taşımaya daha uygun olduğu söylenebilir de genel olarak: Örneğin déconstruction karşılığı “yapıbozum” ya da “yapısöküm”. Ama felsefenin, daha doğrusu teorinin dili gündelik ya da kültürel dilden beslendiği ölçüde Türkçede de geleneksel dilden yararlanmak hem kaçınılmaz hem de yararlı oldu: Örneğin envy karşılığı “haset”e, abject için “zelil” ve “zıllet”e, agent karşılığı “fail”e gitmek.

Neolojizmlerin tarihsizliği çağrışım değerlerinin kısıtlı olmasına yol açıyor ister istemez, bu da edebiyat kadar düşüncede de toprağın çoraklaşması gibi bir sonuç veriyor: Örneğin Déshonorer le contrat gibi bir başlığı “Sözleşmeye Uymamak” diye çevirdiğinizde “Ahde Vefasızlık”ın hukuk dilinde uzun zamandır taşıdığı çağrışımsal ya da duygusal değerden yoksun kalmış, bu anlamda köken bakımından kazanılacak bir şey varsa bile bir o kadarını söylem düzeyinde (register) kaybetmiş oluyoruz.

Neolojizmlerin bir diğer dezavantajı da –uzun zamandır bilindiği üzere– morfolojik şeffaflığın kendi aleyhine dönmesi: Kelimenin yapısının şeffaf olması anlamının doğru kavranmasına yaramıyor her zaman, hatta aksine yanlış anlaşılmasına sebebiyet veriyor bazen.

Vaktiyle tanıdığım, dil reformuna gönül vermiş bir dilbilimci prosody terimine karşılık bulmak için iki yıl kadar sözlük karıştırdığını, uygun bir karşılık bulamayınca bürün’ü önerdiğini anlatmıştı. Bence çok güzel bir karşılık ama bugüne kadar elim varıp da kullanmış değilim, çünkü biliyorum ki dil benim tek başıma şekillendirdiğim, şekillendirebileceğim bir şey değil.

Dolayısıyla bugün neolojizm yazıda ama özellikle çeviride dikkatli kullanılması gereken bir son çare. Bireysel önerilerin tartışılabileceği bir mecra da yok artık, çünkü bütün sorunlarına rağmen TDK neolojizmi temsil eden bir merci olarak tartışmayı da mümkün kılıyordu. Sivil bir girişimle böyle bir kolektif merci yaratılabilir mi bilinmez. Günümüzde bireysel neolojizm en iyi ihtimalle münferit bir hoşluk olarak karşılanacaktır.


Savaş Kılıç kimdir?

1975'te doğdu. Türk Dili ve Edebiyatı ve dilbilim eğitimi gördü. İngilizce ve Fransızcadan çevirileri, çeşitli dergi ve kitaplarda yayımlanmış yazıları var. Metis Yayınları'nda editör olarak çalışıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Savaş Kılıç Arşivi