Fadıl Öztürk
Tarih bize iyi davranmadı
Herkes bu ülkeyi dışarıda tren, otobüs ve uçakla dolaşırken, biz 12 Eylül’ün mağdurları üst üste istif edilmiş halde askeri araçlarla taşınırdık bir cezaevinden diğerine. Kolay değildi Diyarbakır’dan Aydın’a gitmemiz. Aydın E Tipi Cezaevi’ne vardığımızda insanlığımızdan da çıkmıştık. Başkaları şehirleri dışarıdan gezerek tanırlar belki, biz içerden. Başkaları o şehirlerin en güzel yerlerini dolaşıp, en güzel yemeklerini yerlerken, biz Aydın’da içeride tecritleri, hücreleri geziyorduk. Bir ayakkabımızı başımızın altına, bir ayakkabımızı belimizin altına koyarak beton zeminlerde uyuyup uyanıyorduk. Tanrı uğramıyordu yanımıza.
Sevgili Ferhat Tunç’un HDP’nin Aydın milletvekili adayı olduğunu öğrendiğimde, hınzır bir gülümsemeyle '88'de başaramadığımız firarı Aydın’da Ferhat gerçekleştirecek’ diye düşünmüş, arayıp kendisini kutlamıştım. Özellikle Aydın seçmeninin Ferhat Tunç’u daha iyi tanıması için, Ferhat’ın 30. sanat yılı için kaleme aldığım, Can Dündar’ın seslendirdiği ‘Tarih bize iyi davranmadı’ hayat hikâyesini virgülüne dokunmadan sizinle paylaşmak istedim.
***
TARİH BİZE İYİ DAVRANMADI
Ferhat Tunç; Güneşin kutsal sayıldığı, ateşin suyla söndürülmediği, yeryüzünün tanrının yüzü sayıldığı, dağın, taşın, göğün bir canı olduğuna inanılan Dersim’de doğdu.
Çocukluğu ve ilk gençliği doğası gibi dimdik duran bu kentte geçti. Direnerek var olma, baskılara isyan ederek ayakta kalmak karşılığında, katliam ve sürgünlere reva görülmüş bir tarihin de adıdır Dersim. Bu yüzden ağıtlar ve hüzünler düşmez yakasından ve onlarla beslenir.
Eğer kulak verilirse orada dağların, suların ve yüzünü göğe çevirmiş göllerin klamları vardır. O fısıltıları duydu Ferhat. O fısıltıların dili olmayı koydu önüne. İnsanın neresinin dağ, dağın neresinin insan olduğunu sadece görmedi, duydu Ferhat.
Yıl 1960’lar, geçinmek için Almanya’ya işçi göçü verdiğimiz yıllar, Ferhat’ın babasız, dedesiyle birlikte büyümesine neden yıllar. Bu çocukluk, her gece kapıda babası dönecek diye beklemek adına bir dramdır Ferhat için.
Dedesi tarafından büyütülmesi ise onu bugünkü Ferhat’ı Ferhat yapan bir zenginliktir. O dede ki, Dersim kırımında annesinin birkaç sözcük Türkçe bilmesinin hatırına, ölü diye teslim edilen bir oğuldur. O dede ki, annesi tarafından yeniden doğurur gibi yaşama döndürülendir. O dede ki, yaşadığı acıları saklayabileceği bir yer bulamadığı için gözyaşlarında taşımıştır. Ferhat dedesini iç acılarına rağmen hayata tutunmasıyla tanıdı.
Bu, Ferhat’ın hayatına büyük bir acı olduğu kadar, büyük bir zenginlik olarak da yansıdı. Dedesinin bıraktığı ağıtlar, ona bugün bile kılavuzluk ediyor. Bu nedenle Ferhat sanat hayatı boyunca ezilen, horlanan, kovulan, sürülen, aşağılanan kim olduysa onların yanında durdu, yer aldı, destek oldu. Kendisinin de kovulmasının, sürülmesinin, yargılanmasının nedeni bu oldu.
Daha ilkokul yıllarında, bir taraftan okula gidiyor, diğer taraftan özel gecelerde, bağlamasıyla yer alıyordu. Hüzün ve coşku iki kardeşti onun dilinde ve sazında. Bu duyarlılık onu, daha o yaşlarda ‘Dersim’in küçük ozanı’ yapmıştı...
Açıklaması zor...
79’ların sonu, 80’lerin başıydı. Bir anda kendini Almanya’da bulur Ferhat. Bu gidiş istediği bir gidiş değildir aslında. İçinde fırtınalar kopuyordu. İç ateşi onu içinden içinden yakıyordu. Irmağından, dağından, bahar ve kışından, en önemlisi yoldaşlarından koparak, uzaklara gitmesi hiç de kolay olmamıştı onun için.
12 Eylül rüzgârları kapıları, pencereleri kırmamıştı. Çocukları ürkütmemişti. Kadınları, erkekleri önce dondurup sonra da paramparça etmemişti. Barikatları, duvarları yıkmamıştı. Ağaçları köklerinden sökmemiş, çiçekleri, tarumar etmemişti.
Eylül öncesiydi, ölümün bir adı Maraş’tı, bir adı Çorum’du, diğer adı da Malatya’ydı. Yaşamak gram gram tartılıyordu her ailede. Sabah çıkılan evlere akşam eksik dönülüyordu. Bu hayat her kapıya bırakılmış bir kaderdi adeta. Her anne ve baba çocuklarını bu kaderden kurtarmanın telaşını taşıyordu. İşte Ferhat’ın istemediği halde Dersim’den ayrılarak Almanya’ya yollanmasının nedeni bu telaşın sonucuydu…
Ferhat, Dersimin tersine gittiği Almanya’da eriyip gitmektense müziğe yoğunlaşarak başarılı çalışmalara imza atmak istiyordu. Bu istek onu, Amerikalı müzisyen Darnel Sumers’la buluşturdu. Sumers "reggae" müziğinden edindiği bilgi ve birikimini Ferhat Tunç’la paylaşacaktı. Temelini müziğin oluşturduğu bu ilişki Ferhat’a, dedesinin ağıtlarından sonra yeni bir ufuk kazandıracaktı. İki Alman ve bir Yunan müzisyeni de kapsayan bu deneysel çalışmalar, zenginleşti ve Avrupa’nın birçok merkezinde konserler olarak hayat buldu.
Ferhat Tunç; Müzik birikimini 84’te Orhan Temur’la başladığı çalışmaya aktararak "Bu Yürek Bu Sevda Var İken" albümüne dönüştürdü. Albümde yer alan şarkılar, sanatçının, boyun borcu saydığı 12 Eylül rejimine itirazını taşıyordu.
Ferhat, 12 Eylül bütün sonuçlarıyla ortada dururken 85’te Türkiye’ye döndü ve yeni bir başlangıç yaparak "Vurgunum Hasretine" adlı ilk albümünü çıkardı. Albüm kısa sürede büyük yankı yarattı ve Ferhat Tunç artık Türkiye’de, toplumsal muhalefetin bir sesiydi. Hak ve özgürlüklerin bastırıldığı bir dönemde o halkının yanındaydı. Taraf olmanın bir bedeli olacaktı ve başka bir şansı olmayan Ferhat Tunç bu bedeli gün be gün ödeyecekti. İlk albümün ilk konserini Ahmet Kaya’dan sonra, o da Emek Sinemasında yapacaktı.
Bu onun dinleyicisiyle ilk buluşmasıydı. Sinema salonu hınca hınç doludur. Ferhat da o oranda heyecanlıdır. Sahne öncesi bu heyecanını kuliste yenmeye çalışırken, yöneldiği bir kapıyı açınca yatağında uzanan yaşlı bir kadınla karşılaşır. Bu kadın Emek sineması müdürü Hikmet Bey’in Annesidir.
Yaklaşıp kendini tanıttıktan sonra, yaşlı kadının elini öpüp, kadının hayır dualarını alan Ferhat, izleyicilerin tezahüratları arasında kendisini sahnede bulur. Kimse bilmez bunu. Miting havasında geçen konserler birbirini kovalar.
İkinci konseri Beşiktaş tarihi çay bahçesindeydi. ‘Su kadar duru, dokunsan kıyamet, içine çeker. Yarım bırakılmış bir söz, murca düşmüş eksik çekiç darbesi... Kahrolsun içimde yontulacak bir heykel var, siyah beyaz’ diye düşünecekti. Başkaları ağlamasın diye Ferhat’ın kendisi ağlıyordu. Kendisi ağlıyordu Ferhat, Ferhat ağlıyordu kendisini…
Çok satan albümler ve toplumsal muhalefetin gözdesi olan bir sanatçının ödeyeceği bedel elbette gözaltılar, tehditler, mahkemeler ve hala süren konser yasakları olacaktı! Beşiktaş konseri böyle bir sürecin başlangıcı olmuştu…
Konserden bir gün sonra, okuduğu Kürtçe bir şarkı yüzünden Ferhat ‘bölücülükle’ suçlanıyordu manşetlerde. Evet, Kürtlerin yaşadığı bir ülkede bölücüydü. Evet, kendi dilinde şarkı söylediği için bölücüydü. Ferhat gölgesinde dinlendiği ağacın hakkını vermek anlamında yeşildi. Kimsenin inanmadığı ama bir insanın inanıp hayatını verdiği yerde kırmızıydı. Ağlayan çocuklara memeydi, bir annenin göğsünde. Yumruğunu sıkan çocuklara inattı, gel de önüne geç... Ağlarken bile gülmeyi cebinde hep hazır tutardı Ferhat.
Ferhat Tunç’a baktığınızda;
Müziği ondan, onu yaptığı müzikten ayırma şansınızın olmadığını görürsünüz. Yaşadığı iklimin toplumsal sorunlarını derdi saymış ve onları dillendirmiş olduğunu duyarsınız. Otuz yılda ürettiği 22 albümle baskı ve yargılamalara nasıl direndiğini anlarsınız. Nerde bir haksızlık varsa, orada bir insan olarak karşı duruşunu yaşarsınız...
Özetlenirse, şarkılarla kendini var eden bir muhalif kimliktir Ferhat Tunç. Doğduğu Dersim’e ve muhalif kültürlere borcunu ödemeye gelmiş biri olduğunu görürsünüz.
Ferhat, sadece şarkı söylemeyle yetinmedi. 92 Newruz’unda Cizre’deydi ve birlikte gittiği insan hakları aktiviteleriyle ölümün soluğunu ensesinde hissetti. Çocuklar ve kadınlar, panzer paletleri altında ezilirken de, onların yanındaydı. Doğup büyüdüğü kent olan Dersim ona yasaktı. O Dersime her girmek istediğinde devletin tank ve topuyla karşılandı. Ormanlar yakılırken bu böyleydi, köyler boşaltılırken böyleydi, gıda ambargosunun yarattığı açlık ve sefalete isyan ederken de böyleydi. Devletin bildiği tek bir dil vardı orada, o dilin adı da ‘yasaktı’. Gölgesi korku ve ölümdü. Gündüzlerin geceler kadar karanlık olduğu zamanlardı. Bu zamanlarda Ferhat, yaşanan acıları şarkılarıyla insanlığa taşıdı.
Döksen toprağa, döl tutmaz zamanlardı.
Güçlükonak’ta bir minibüsün içinde, on bir köylü yakılarak katledildiğinde de acının peşine düşüp, vardı onların yanlarına Ferhat. Tuttukları el ellerinde kalıyordu. Yaş gözde o gün donmuştu. Ağlama sınırlarını bozmuş beyhude bir çığlık olarak, gök arıyordu kendine. Çökmüştü dizlerinin üstüne gök, inliyordu insan dilinden… Asker ve korucu dışında, hiç sivil görmemiş çocukların yaşadığı bir yerdi Güçlükonak. Masallardan az önce, zulümden hemen sonraydı. Ferhat, o tarihte, orada, o çocukların yanındaydı…
Sadece şarkılarını söylemedi Ferhat;
Nerede zulüm varsa, oradaydı, bedeni. Nerede kayıp varsa, oradaydı, aklı. Nerede ölüm varsa, oradaydı nefes alışı. Sadece şarkı söylemedi Ferhat. Gördükleri şarkılara sığmayınca, oturup, makaleler yazdı. Makalelerin az geldiği yerde, ‘Zor zamanlar ve ince şarkılar’ gibi kitaba sığındı. Özetle; şarkıcı, insan hakları aktivisti, yazar, muhalif bir sanatçı, bir kız çocuğu babası ve otuz yıllık bir eşti Ferhat Tunç.
***
Herkesle yol yürünmez, ama beraber yürüyenlerden birinin yolunu ölüm kesebilir. İşte o an, ölüm seni değil de onu bulmuş diye hayıflanır insan. Bedeninde günlerce ceset gibi dolaşır. Her neye dokunsa dökülürken, saz konuşmaz, ölüm gibi susar... Adı, Ahmet olur bütün acıların, soyadı Kaya. Haritalara sığmaz, mezar olur gurbet…
De ki, yeter. Yetmez...
Ahmet’in de Ferhat’ın da hayatında ortak bir kişi vardı. Sevmekte paylaşamadıkları bir kişi. Herhangi bir kişi değildi o. Adı: Yusuf’tu, Soyadı Hayaloğlu.
‘Hani benim gençliğim’di Ahmet için. ‘Vuruldu bir uçurum derinliğinde’ Ferhat için. ‘Diyarbakırlı Bahtiyar’dı, Ahmet için. ‘Şapkasına hicran düşen Baba’ydı’ Ferhat için… Birini diğerinden ayırmak mümkün değildi.
Efendi değillerdi devlet katında, temize çekilmeyecek kadar suçluydular. Sokağa biraz geç çıksalardı, devrim olacaktı. Acele ettiler, acele... Bile bile durmayıp, gittiler. Her giden geride kalanı yalnız bırakır derler ya. Değil, Ferhat şimdi onların hatırasıyla yürüyor, hiç yalnız değil...
Ferhat, 30 küsur yıllık sanat hayatına gece ve gündüzleri sığdırır gibi 22 albüm sığdırdı. Kendi ülkesinde yasaklı bir sanatçıyken, Londra’da dünyanın özgür müzik ödülünü layık görülüyordu.
Doğal, sıradan, ama eskimeyen acılara direnecek olan yirmi iki albüm. Zulümden gelip, özgürlüğe gidecek olan bir yol haritası belki de o yolda bir yorgunluk çayı...
İhbar yemiş bir buluşmanın izleri var şarkılarının içinde. Düştüğü yerde bulunmuş suçlu iki nota. Evini asla terk etmeyen, iki yaşlının inadı var bu şarkılarda. Önü kesilmemiş suların sesini duyarsınız, eğer kulak verirseniz. Unu olunca şekeri olmayan, ikisi olunca komşusu olmayan, Dersim’i bulursunuz. Önü kesilir, aramalardan geçer. Üstü başı didik didik aranır, bulunmaz bir Dersim hasreti taşır bu şarkılar. Eğer varsa bir hasretiniz, onu bulursunuz.
Her geriye baktığımızda irkildik
Zaman başını taşa koyup ağladı
Ay altında akan nehirler Acısını yüklenip gittiler
Kalanlar havada kalmış derin bir ‘Ah!’ gibi
Bakıp sevdiklerinin yokluğuna
Ki bir uçurumdur dilsiz
Gün biçip, ay diktiler yıllarına
Her geriye baktığımızda, irkildik.
Tarih bize iyi davranmadı…
***
Ey gülün elinden tutup bahara çıkaran iklim
Ey susmuş toprağın ağır iniltisi
Cemre dedikleri çatlamış tohum, Ey…
Tarih bize iyi davranmadı…
Ferhat; Eğer şarkı söyleyip, yazmasaydı
Ölümün kol gezdiği bu ülkede,
Yaşayanlarla yaşamasa,
Ölenlerle ölmeseydi...
Bir kadını sevmeseydi,
Bir kız çocuğun babası olmasaydı,
Acıya tanık, sevince diz çöker miydi?
Ferhat sevmeseydi...