Doğan Özgüden
Tayyip’in Avrupa’sı hangi Avrupa?
Recep Tayyip Erdoğan, her başı sıkıştığında ağzını bozarak "faşistlik" dahil her türlü aşağılamayla yerden yere vurduğu Avrupa Birliği’nin 10-11 Aralık tarihlerinde Brüksel’de toplanacak AB Konseyi toplantısından, Ankara rejimi aleyhine özellikle Fransa, Yunanistan ve Kıbrıs’ın önerilerine uygun sert yaptırım kararları çıkmasını engellemek için yine ustası olduğu takıyye manevralarına başladı.
Son yıllarda gittikçe kontrolünden kaçan seçmenleri elde tutabilmek için kendisini İslam dünyasının Batı’ya karşı tarihsel ölüm kalım mücadelesinin lideri gibi göstermeye çalışan, Suriye, Libya, Kıbrıs ve Kafkasya başta olmak üzere Türk Ordusu’nun birliklerini üç kıtada cihada sokan Erdoğan, AB zirvesi yaklaşınca birden bir "Avrupalı" kesiliyor, bir takım "Avrupai reformlar" yapacağından söz ederek ön pazarlık için başdanışmanı İbrahim Kalın’ı Brüksel’e gönderiyor.
Gelecek haftaki AB zirvesinden çıkacak kararlar ne olursa olsun, gerilimli dönem atlatıldıktan sonra Erdoğan’ın İslam’ın 21. yüzyıl "halife"si, üstelik de son birkaç ay içinde biri Kıbrıs’ta, öteki Kafkasya’da iki fütuhat gerçekleştirmiş "İslam serdarı" olarak yine bildiğini okumaya devam edeceğinden hiç kuşku yok.
Kuşku yok, çünkü AB Müktesebatı’nı oluşturan tüm tüzük, karar ve yönergelerde Avrupalı olmanın ana koşulu olarak vurgulanmış bulunan özgürlüklere, demokrasi ilkelerine, insan haklarına saygı ve ülkede mevcut tüm ulus ve halkların eşitliğini tanıma gibi kavramlar Erdoğan’ın ve Bahçeli gibi Türk-İslam Sentezi yetiştirmesi müttefiklerinin kitabında yoktur.
2002’de tek başına iktidar olduktan sonra bir askeri darbe tehlikesine karşı Batı dünyasının desteğini almak için AB yanlısı kesilen AKP’li başbakan Erdoğan’ın RP’li İstanbul belediye başkanı ve dışişleri bakanı Abdullah Gül’ün RP’li milletvekili oldukları 90’lı yıllarda AB’nin bir Hristiyan birliği ve de Siyonizm’in de 5. kolu olduğuna dair ateşli nutukları arşivlerdedir.
Aynı ikili, üzerinden on yıl dahi geçmeden, 29 Ekim 2004’de İtalya’nın başkenti Roma’da, AB’nin temellerini atan Roma Anlaşması’nın da imzalandığı tarihi Campidoglio sarayının Orazi Curiazi salonunda Avrupa Birliği Anayasası’nın imza törenine katılarak bu belgeyi Hıristiyanlık dünyası için sembolik önem taşıyan Papa X. Innocentus’un heykeli önünde birlikte imzalamakta hiçbir beis görmeyeceklerdi.
Bu imza töreninin hemen ardından Murat Bardakçı, 31 Ekim 2004 tarihli Hürriyet’te Papa X. Innocentus üzerine şu bilgileri verecekti:
"Asıl adı Giambattista Pamphili olan Innocentus 1574’te Roma’da doğdu, 70 yaşında papa oldu ve 1655’teki ölümüne kadar 11 sene boyunca, bu makamda kaldı. Innocentus, papalığı döneminde iki konuya ağırlık verdi: Yolsuzluklarla mücadeleye ve Avrupa’daki Türk varlığını ortadan kaldırmaya... Papalık tahtına oturmasından bir sene sonra Türkiye’nin Girit’i fetih planlarını öğrenince adayı elinde bulunduran Venedik’i Türkiye’ye karşı savaşa teşvik etti ve her türlü mali desteği sağladı. Osmanlı donanmasının 1645 ilkbaharında başlattığı Girit seferi, Papa Innocentus’un bu desteği yüzünden tahminlerden çok daha fazla sürecek ve ada 24 sene devam eden savaşlardan sonra alınabilecekti."
Yıllarca Hristiyan Birliği diye küfrettiği Avrupa Birliği’nin anayasasına Papa Innocentus’un devasa heykelinin gölgesinde imza koyan Erdoğan’ın takıyyecilikte örnek aldığı ilkelerden biri hiç kuşkusuz 60’lı yıllarda başbakan olarak Türkiye’yi bir İslam cemahiriyesi haline dönüştürmenin kapılarını açan, Müslüman Kardeşler’i devletin kilit noktalarına yerleştiren Süleyman Demirel’in ünlü "Dün dündür, bugün bugündür" deyişidir.
Sadece Erdoğan mı? Türkiye ile Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) arasında ortaklık kurulmasını gören Ankara Antlaşması’nın imzalandığı 1 Aralık 1964 tarihinden bu yana 56 yıldır gelmiş geçmiş tüm iktidarlar, bu toplulukla ilişkileri hiçbir zaman demokratik hak ve özgürlüklerin sonuna kadar tanınması açısından değil, emrinde oldukları uluslararası tekellerin ve onların yerli işbirlikçilerinin çıkarlarını gözetme ve pekiştirme açısından önemsemişlerdir.
Türkiye’nin özelde Avrupa ile, genelde ABD dahil tüm Batı dünyasıyla ilişkilerinde de egemen olan anlayış hep budur.
Anımsayalım… Türkiye, Avrupa Birliği’nin öncülü olan AET’nin 1964’te ortağı olmadan 14 yıl önce, 13 Nisan 1950’de Avrupa Konseyi’nin ilk üyelerinden biri olmuş, ardından da 4 Kasım 1950’de tüm üye devletlerin uymayı taahhüt ettikleri Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni imzalamıştır.
Ancak bu sözleşmede yer alan temel hak ve özgürlükler siviliyle ve askerisiyle tüm iktidarlar tarafından tepe tepe çiğnenmiş, TC vatandaşlarının hak ihlallerine karşı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurma olanağı 1989’a kadar tam 39 yıl asla tanınmamış, tanındıktan sonra da en son Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala davalarında da görüldüğü gibi AİHM’nin çeşitli kararları ve yaptırımları hiçe sayılabilmiştir.
Avrupa Birliği’ne gelince, ortaklık öngören Ankara Anlaşması’nın imzasından sonra ikinci önemli aşama Demirel iktidarıyla 23 Kasım 1970’de gümrük birliğine ilişkin kuralları belirleyen bir Katma Protokol imzalanmasıydı. Çok uluslu tekellerle onların Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) gibi yerli işbirlikçilerine yeni olanaklar tanıyan protokol temel hak ve özgürlükler konusunda hiçbir yenilik getirmiyordu.
Türkiye-Ortak Pazar ilişkilerinin aykırı niteliğini haftalık Ant Dergisi’nin 2 Aralık 1969 tarihli 153. ve aylık Ant Dergisi’nin Eylül 1970 tarihli 5. sayısında ayrıntılı olarak ortaya koymuştuk.
Üstelik o yıl tarihsel 15-16 Haziran işçi direnişi OYAK aracılığıyla kapitalist sınıfa entegre edilen ordu tarafından zorbalıkla bastırılmış, Katma Protokol ‘ün imzasının üzerinden dört ay geçmeden 12 Mart 1971 faşist darbesi, onun ardından büyük metropollerde ve Kürt illerinde sıkıyönetim ilanıyla kitlesel tutuklamalar, işkenceler, idam da dahil ağır mahkumiyetler başlamıştır.
Bu faşizan baskılar döneminde de, Avrupa Parlamenterler Meclisi’ndeki bazı eleştiriler dışında Türkiye’nin üye olduğu Avrupa Konseyi’nden de, Türkiye’nin ortağı olan AET’den de hiçbir yaptırım gelmemiştir.
Ne acıdır ki, 12 Mart’ın daha şiddetlendirilmiş bir tekrarı olan 12 Eylül 1980 faşist darbesi’nden sonra da ilişkileri kısa süre için askıya alma gösterileri dışında her iki Avrupa kurumundan yine ciddi bir yaptırım çıkmamış, uluslararası tekellerle onların Türkiye’deki yerli işbirlikçileri arasındaki ilişkiler hız kesmeden, daha büyük boyutlara ulaşarak devam etmiştir.
Üstelik kurumlaştırılmış insan hakları ihlallerine ek olarak Doğu illerinde Kürt ulusal direnişine karşı kanlı operasyonlar sürdürülürken Turgut Özal iktidarı büyük bir pişkinlikle 14 Nisan 1987’de Avrupa Birliği’ne Türkiye’nin üyeliği için müzakerelerin başlatılması başvurusu yapmış, bunu Avrupa ülkelerinde de Kürt avını başlatan DYP’li başbakan Tansu Çiller’in, beraberinde CHP’li dışişleri bakanı Murat Karayalçın olduğu halde, 6 Mart 1995’te Brüksel’de Gümrük Birliği Anlaşması’nı imzalaması izlemiştir.
O günü hiç unutmuyorum… Olayı izlemek üzere Çiller’in beraberinde gelen bir çok gazeteci, aralarında solcu olarak bilinenler de dahil olduğu halde, Türkiye sanki Avrupa Birliği’ne girmiş gibi AB Konseyi binasının koridorlarında büyük bir kasıntıyla Yunanlı gazetecilere tepeden bakarak dolaşmaya başlamıştı… Türkiye’deki gazeteler de onların verdikleri haber ve yorumlara dayanarak "Avrupalı olduk", "100 yıllık rüya gerçekleşti", "Çağ açan imza" gibi manşetlerle okurlarını uyutmuşlardı.
Türkiye’ye dönüşünde sokaklara dökülen insanlar tarafından davul zurnalarla "Avrupa fatihi" diye karşılanan Çiller hızını alamamış, ana akım medyanın manşetlerinde yansıtılan demeçlerinde "En geç 1998’de Avrupa Birliği’ne tam üyeyiz" diye şişinmişti.
Evet, yukarıda da belirttiğim gibi, o tarihlerde RP’li Erdoğan ve Gül bu haberler karşısında küplere biniyor, mevcut iktidarı Hristiyanlığın ve Siyonizmin değirmenine su taşımakla suçluyorlardı.
Türkiye Çiller’in öngördüğü gibi 1998’de AB’ye tam üye olamadı, ama "adaylık" statüsünün 10-11 Aralık 1999’da Helsinki’de toplanan AB zirvesi tarafından onaylanması Bülent Ecevit’in başbakan, faşist MHP lideri Devlet Bahçeli’nin de başbakan yardımcısı olduğu bir döneme denk geldi.
2002’de AKP’nin tek başına iktidar olmasının ardından Erdoğan-Gül ikilisinin büyük bir takıyye ile "Avrupa karşıtlığı"ndan "Avrupa dostluğu"na yatay geçiş yaptıklarını açıklamaları, üstelik 29 Ekim’de Papa Innocentus’un heykeli dibinde AB Anayasası’nı imzalamaları üzerine 16-17 Aralık 2004’te Brüksel’de toplanan AB Zirvesi, "Türkiye’nin siyasi kriterleri yeterli ölçüde yerine getirdiği" gerekçesiyle katılım müzakerelerinin 3 Ekim 2005 tarihinde Lüksemburg’ta başlamasını kararlaştırdı.
Türkiye-AB ilişkileri konusunda geçmiş hasmane tutumunu unutturmak için olumlu bir profil vermeye gayret eden, bu arada ABD’nin desteğiyle 2005’te İspanya Başbakanı Jose Luis Rodriguez Zapatero ile birlikte Medeniyetler İttifakı’nın liderliğini üstlenen Erdoğan, başlangıçta katılım müzakerelerine CHP’nin de katkıda bulunmasını kabul etmişti.
Bu müzakerelere bir süre katkıda bulunan CHP’nin Brüksel’deki Avrupa Birliği Temsilcisi Kader Sevinç, ilişkilerin Erdoğan yönetimi tarafından nasıl çıkmaza sürüklendiğini birinci elden gözlemci olarak şöyle anlatıyor:
"35 başlıktan 16 tanesinde müzakereleri açtık. Her ne kadar açtığımız her başlıkta tüm koşulları yerine getirerek uyum sağlamış olamasak bile orada bir ivme yakalandı, ama bu süreç maalesef heba edildi. 2005’te beraber müzakerelere başladığımız Hırvatistan şu an AB üyesi. Hırvatistan modelinde partiler üstü, hem muhalefetin hem sivil toplumun içinde olacağı müzakereleri yöneten bir milli komite kurdular. AB üyeliği için yapılan tüm düzenlemeler bir fikir birliği içerisinde, konsensüs içinde gerçekleştirildi. Bizim aynı yöndeki önergemiz ise iktidar tarafından reddedilerek AB süreci dinamitlendi.
"AB ile müzakerelerin açılmasıyla beraber antidemokratik uygulamalar da başladı. Türkiye demokratikleşme ve reform sürecinden kopmaya başladı. TCK 301 kullanılarak ifade özgürlüğünün ayaklar altına alınması, entellektüellere baskılar, tutuklamalar gibi arkası çorap söküğü gibi gelen bir süreç yaşandı. Sivil toplum baskı altına alınarak basın özgürlüğü tamamen yok edildi. 2016’daki darbe girişimi gerekçe gösterilerek olağanüstü hal kalıcı hale geldi. Kaldırıldı ama uygulamaya baktığınızda OHAL, Türkiye’de kalıcı bir rejim modeli haline getirildi. Türkiye böylece AB ile bütün sürecini heba etti, dinamitledi."
AB’nin 10-11 Aralık’ta Brüksel’de yapacağı zirve toplantısına daha bir hafta var…
Erdoğan’ın "Övünmekte haklıyız, çünkü Avrupalıyız!" şovu yapmasına rağmen Avrupa Parlamentosu Türkiye'nin Doğu Akdeniz'deki faaliyetleriyle birlikte, 46 yıldır kapalı tutulan Maraş kentinin Türk kontrolünde açılmasını kınayarak AB Konseyi'ni Türkiye'ye yaptırım uygulamaya çağırdı. AP'nin bağlayıcı olmayan "tavsiye" niteliğindeki kararında, "Türkiye'nin yasa dışı eylemlerine karşı harekete geçilmesi ve sert yaptırım uygulanması" istendi.
Bu arada, 1-2 Aralık tarihlerinde Brüksel’de yapılan yapılan NATO toplantısında ABD ve AB üyesi bazı ülkelerin dışişleri bakanları Türkiye’ye NATO disiplinini de hiçe sayan sınır ötesi operasyonları nedeniyle sert eleştirilerde bulundular, AB’nin yaptırım uygulamasını istediler.
Ancak unutulmasın ki, Avrupa Birliği de Türkiye’ye her aklından geçen yaptırımı uygulayacak bir durumda olmaktan hayli uzak… İngiltere’nin üyelikten kopuşu, güney ülkelerinden gelen göç dalgalarının AB üyesi ülkelere girişinin Erdoğan’a hayli yüksek bir rüşvet ödenerek engellenebilmiş olması, onun da kafasını kızdırdıkları takdirde sınırları açacağı tehdidini sürekli kullanması, Korona krizi karşısında ortak bir siyaset belirlenememesinin getirdiği kargaşa, Komisyon tarafından önerilen bütçenin kabulünü engelleyebilecek konumdaki Polonya ve Macaristan yönetimlerinin ideolojik bakımdan kendilerine yakın gördükleri Erdoğan’a desteği, Alman başbakanı Merkel’in Türkiye konusunda "Ne şis yansın ne kebap" havasındaki tutumu, Türkiye’ye AB adına yaptırım uygulamanın ne denli zor olduğunu gösteriyor.
Bir nokta daha… Erdoğan’ın son günlerde ilişkileri yumuşatmak için söylediği "Kendimizi başka yerlerde değil, Avrupa'da görüyor, geleceğimizi Avrupa ile birlikte kurmayı tasavvur ediyoruz" sözleriyle kasdettiği Avrupa, hiç kuşkusuz AB Müktesebatı’nın öngördüğü Avrupa değil, 1071’de Malazgirt’te başlayıp, 1453’te Konstantinopl’ün, ardından Doğu Avrupa, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinin fethiyle doruğuna ulaşarak Viyana kapılarına dayanan Osmanlı fütuhatının tamamen İslami tahakküm altına almayı amaçladığı Avrupa’dır.
O Avrupa, Türk-İslam’cıların 21. Yüzyı’daki "Kızıl Elma"sı olan Avrupa’dır.
İslam serdarı Erdoğan’ın Irak, Suriye, Libya, Kıbrıs, Doğu Akdeniz ve en son Kafkasya fütuhatı karşısında, Fransa, Yunanistan ve Kıbrıs hariç, suspus kalan Avrupa Birliği’nin 10-11 Aralık zirvesinden çıkacak yaptırım kararları ne olursa olsun, Türkiye’nin kendi iç dinamikleriyle Ankara’da radikal bir iktidar değişimi gerçekleşmediği takdire, Avrupa Tayyip’in ve benzerlerinin "Kızıl Elma"sı olmaya devam edecektir.