Baskın Oran
Tek Adam Rejimi Çin alfabesini tersinden okuyor
Yaygın biçimde bilinir: Çin’de kullanılan resim yazısında (ideogram) "felaket" ve "fırsat" kavramları aynı sembolle yazılırmış.
Tek Adam Rejimi, mevcut durumu fırsat diye okuyup, kendi kendini kapattığı zindanlardan kendini tahliye edeceğine, kaçınılmaz bir felaket biçiminde okumaya başladı. Çok büyük bir muhalefet dalgasıyla karşılaşmazsa, bu yolda devam edeceğe de benziyor maalesef.
"Kendi kendini kapattığı zindanlar"dan kasıt; 4’ü dipsiz uçurum, diğerleri kör kuyu niteliğinde püsküllü belalar.
İlk dördünden başlayalım; öncelik sırası gözetmeden yazıyorum:
***
1) Rejim asla itiraf etmiyordu ama, sorgusuz sualsiz işinden attığı yüzbinlerce KHK’li ve onların milyonları bulan aileleri rezaletini ne yapacağını bilemez bir haldeydi.
Salgında sağlık personeli yetersizliği bahanesinden başlayarak bu rezillikten kendini (ve ülkeyi) kurtarması büyük fırsat olacaktı.
Bu konuda olanaklar da belirmişti. Mesela Sağlık Bakanı F. Koca, KHK’li doktorların pandemi hastanelerinde çalışmasına izin verileceğini açıklamış, KHK’li Doç. Dr. Mustafa Ulaşlı’ya ilk davet yapılmıştı.
Mesela AYM, geçtiğimiz Pazartesi ufak ama önemli bir yardım eli uzattı: OHAL’de görevinden atılıp geri dönenlerin başka bir yere değil, aynı makama getirilmesi gerektiğine karar verdi.
Mesela epey ürkek politikacılarımızdan A. Davutoğlu, "KHK ile ihraç edilen ve hakkında cezai bir işlem yapılamayan sağlık çalışanlarının ve bilim insanlarının göreve çağrılmasını" önerdi. Herhalde, protestolarını 160 haftadır atıldığı işyerinin önünde sektirmeden sürdüren Mahmut Konuk kardeşim gibilerinden bahsediyor olmalı.
Ama Rejim bu fırsatı fena halde harcadı. Ülkeye (ve kendine) yazık etti.
Çin alfabesini ters okuma inadı yüzünden.
***
2) Rejim asla itiraf etmiyordu ama, sırf dinci ve milliyetçi kamuoyunu "şehitlerimizin kanı yerde kalmayacak!" diye diye azdırdığı Suriye savaşı konusunda, özellikle İdlib rezaletinden ve Moskova zirvesi fiyaskosundan sonra erkekliğine leke sürdürmemekle birlikte "aşağısı sakal yukarısı bıyık" vaziyetlerindeydi.
İç savaş içinde kıvranan Suriye’deki sağlık koşullarını bahane ederek, en azından İdlib’de bal gibi rehin kalmış olan, sürekli şehit veren (ve vermeye devam etmesi maalesef Allah’ın emri gözüken) "gözlem noktaları"nı (ve ana kuzularını) geri getirip o dipsiz uçurumdan kendini (ve ülkeyi) kurtarabilirdi. En müfrit AKP-MHP’liler bile "kaçtı" demezdi.
Üstelik, şehit haberlerinin vak’a-i adiye haline gelmek yüzünden gazetelerde tırnak kadar yer almaya başladığı durumda aynen sınırdaki vaziyet tekrarlanmaktaydı: Ortak devriye yapacağız diye oyalayan Rusya, devriye işini bu sefer ta başından kısa kesmeye başlamıştı.
Ama Rejim bu fırsatı da bozuk para gibi harcadı. Ülkeye (ve kendine) yazık etti.
Çin alfabesini ters okuma inadı yüzünden.
***
3) Rejim sürekli "terör" kelimesinin arkasına saklanıyor ve itiraf etmiyordu ama, 2013’teki Kürt Açılımı’nın AKP-MHP oylarını düşürmesi üzerine Kürtlere inanılmaz bir sertlikle girişmişti.
Bir kere, Bakan Soylu, (üstelik, mültecileri silah olarak cepheye sürme taktiği artık iflas etmişken) nasıl Yunan sınırına otobüslerle taşınan zavallı mültecilere gündelik çetele tutmuşsa, şimdi de "Dağlarda 700 terörist kaldı", "Yurt içinde 500’ün çok az üzerinde terörist kaldı", "Dağda 500 terörist kaldı" diye aylık çetele tutmakta. Yani kaç Kürt gencinin öldürüldüğünü periyodik olarak anons etmekte.
İkincisi, inadım inat burnum iki kanat ilkesi gereği, bikaç gün önce 4’ünü gözaltına aldığı 8 HDP’li belediye başkanının yerine yine kayyımlar getirdi.
Sağdan say soldan say, nüfusumuzun 15-20 milyonu Kürt; yaklaşık her 4 veya en az 5 yurttaştan 1’i eder.
Bunlar arasında PKK’li olmayan, hatta PKK’den hiç hoşlanmayanların bulunduğu doğru. Ama bu "şu kadar kaldı, bitiriyoruz inşallah" anonslarından yüreği burkulmayan tek bir Kürt’ün bulunmadığı da doğru. Kaldı ki, Kürtleri gerçek kardeşi sayan "insan" insanların sanıldığından fazla olduğu da bir gerçek.
Ama Rejim, "birlik beraberlik" diyerek ve Nevroz’u da bahane ederek HDP’nin çağrılarına biraz el uzatsa, bu dipsiz uçurumdan kendini (ve ülkeyi) kurtarabilirdi.
Ama bu fırsatı da çok kötü harcadı. Ülkeye (ve kendine) yazık etti.
Çin alfabesini ters okuma inadı yüzünden.
***
4) Cezaevleri. İnsanlara evden çıkmayı yasaklıyoruz. "Kalabalığa karışmayın" diyoruz. AVM’leri kapatıyoruz. Restoranları, berberleri kapatıyoruz. Maçları iptal ediyoruz.
Oysa cezaevlerinde 1 yatakta 2 kişi koyun koyuna yatar; bilmem annatabildim mi. Bunun ne demek olduğunu annnatabildim mi? Sadece, ranzalar bitişik düzen olduğu için, üst ranzaların uç kısmında yatan mahkum aşağı düşmesin diye tek yatırılır; "Ayı" Mete abimi (Prof. Tunçay) öyle yatırmışlardı.
Askerî darbe dönemlerinde de benzer durum vardı ama şu anda tahammül ötesine geçmiş vaziyette. Öyle ki, adi suçlarda (yani iktidardan ürkmedikleri dosyalarda) yargıçlar artık tutuksuz yargılıyor, sırf doluluk daha da artmasın diye.
Bu arada adalet bakanı sürekli tekrarlıyor: "Cezaevlerinde testi pozitif çıkan kimse yok." Oysa cezaevlerinden gelen haberler farklı. Alınan tedbir: cezaevlerinde telefon hakkı haftada ikiye çıktı.
Bekleyin o zaman; cezaevlerinde zincirleme ölümler başlayınca bakın neler olacak ülkeye (ve iktidara). Toplu felaket dönemlerinde olanlar ikisine birden olur çünkü.
Rezaletin asıl vahim tarafı, Tek Adam Rejimi’nin bu konuda da ayrımcılık ve bölücülük yapıyor oluşu: İktidarın TBMM’ye getirdiği taslağa göre uyuşturucu ticareti yapanlar dışarı çıkacak, düşünce suçluları "terörist" kavramına sokulduğu için içerde yatacak.
Diğer yandan, infaz paketi taslağında uyuşturucu ve cinsel suçlar infaz indirimi kapsamına alınırken, terör ve örgütlü suçlarda 3/4, kasten öldürmede 2/3 olan infaz oranı korunuyor. İktidarın savunması: "Bu sadece bir taslak!"
Bekleyin şimdi, sırf iktidarı eleştirmekten terörist kavramına sokulanlardan tek bir kişi bile ölürse, hele de Selahattin Demirtaş veya Osman Kavala, yandı gülüm keten helva, hem ülke hem de bu "iktidar" denilenler için.
***
Bu devedişi gibi dört konudan sonra geçelim diğerlerine.
Baştan söyleyeyim, tüm medeni devletlerin 2,5 aydır günde 15.000 test yaptığı bir dünyada henüz toplam olarak 15.000 test yapamadı Türkiye. Çünkü parrra kazanmak için ABD’ye 500.000 adet test satmışız! Böyle bir Türkiye’de aşağıda anlatacaklarım, Tek Adam Rejimi’nin korona belasından yararlanarak, onu fırsat sayarak yaptığı şeyler:
1) CB ve AKP Genel Başkanı Erdoğan Corona için 100 milyar TL ayrıldığını açıkladı. İhale süreci bugün yani 26 Mart’ta başlatılması planlanan Kanal İstanbul’un üç ay önceki maliyetinin kaç para olduğunu kendisine hatırlatan var mı acaba? 145 milyar TL!
Bu para tahsisi işini ayrı bir yazıda ele almak lazım; burada şunu söylemekle yetineyim:
Açıklanan tedbirler demeti, çok zayıf da olsa, patronları kurtarmaya yönelik; işçileri değil. Derhal ama derhal, işverenlere sağlanacak avantajların (kiralara yardım, vs.) yanı sıra, patronların işçi çıkartmalarını ve "ücretsiz izne çıkarma"larını kesin yasaklamak lazım. Yoksa, Tek Adam Yönetimi, oy deposu olan düşük gelirlilerden oy yerine başka şeyi alacak, söyleyeyim.
Çünkü şu anda fakirin payına düşen 3 şey var: kolonya, maske, dua.
Kaldı ki, insanların tam can derdine düştüğü bir dönemde iktidarımız, bi yandan D. Bahçeli "Gün, eleştiri veya açık arama günü değildir!" derken, bi yandan da salgını fırsat bilerek koruma altındaki doğal alanları imara açıyor. "Fırsat"tan anladığı bu, işte.
***
2) Tek Adam Yönetimi, insanların dinî ve milli hislerini "şehit" kavramı üzerinden tahrik etmeye programlı bir strateji üzerine kurulu.
Böyle bir durumun sürdürülmesi im-kân-sız. Korona felaketini fırsat bilerek bu gidişi durdurması lazım. İlk defa yaşıyoruz, iktidar kendi "derin taban"ıyla yani Radikal Siyasi İslam’la ters düştü. Camilere kilit vuruldu, kapıların arkasına bi de dolap çekilerek. Bundan sonra Tek Adam Rejimi’nin böyle bir tabana mecburiyetten kurtulması lazım çünkü "iktidar olmak" bunu emrediyor.
***
3) Tek Adam Yönetimi en önemli idare yöntemi olan baskı ve sansürden, fırsat bu fırsat, vazgeçmek zorunda. Çünkü bu devirde herhangi bir rejimin bunu sürdürmesi hayal bile edilemez.
Düşünün ki, eski KKK Orgeneral Aytaç Yalman’ın koronadan öldüğünü, ölenlerin sayısını her gece yarısı açıklayan sağlık bakanından değil, medyadan öğrendik.
Bir kara kuvvetleri komutanının koronadan ölümü saklanıyorsa, cenazesi gizlice gömülüyorsa, daha kaç kişinin ölümü saklanıyor acaba. Herhangi bi iktidar 1 tek kere yalan söyler veya en azından gerçekleri saklarsa artık kimseleri inandıramaz; ki bu ilk ve tek filan değil.
Çin, koronayı ilk haber veren doktordan özür diliyor, bizde kapalı eğitim toplantısında konuşan kadın doktor, kim bilir neyle tehdit ettiler, özür dilemek zorunda kalıyor.
Burada keselim isterseniz. Yazacak şey çok, ama yazı fazla uzadı, okunması zorlaşır.
Not: Rejim derken, insan hammaddemizi ihmal ettik. Yâ Hû, geçen gün arkamızdaki apartmana giren kişinin kucağında onlarca paket tuvalet kağıdı vardı. Üstelik bu sadece bizde değil, "medeni" ülkelerde de aynı.
Düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz: Acaba, bu insanların kaçar adet tahliye kanalı var ve bu tahliye kanallarını her gün kaçar kere kullanıyorlar? Ah be Aziz Abi (Nesin), hiç sadece % 60 denir mi be!
Aaah, eskiden olsa böyle durumlara düşmezdik. "Taharet bezi" diye bişey vardı. Bütün aile bireylerinin baş harflerinin üzerine işlendiği, ayrı bir kazanda kaynatılan…
Çin alfabesini doğru okuyabilsek buraya dönüş yapıp ileriye sıçramaz mıydık!