Tekrar ediyorum: 'Adalet yerini bulsun, isterse kıyamet kopsun!'

Keyfi yönetimin en temel kaynağı ise yasal mevzuatın dilinin muğlaklığı. Bu muğlaklık yürütmeye yasaları dilediği gibi yorumlama serbestisi getirmiş durumda.

Her şeyin bir sınırı vardır ama “mış gibi yapmanın” sınırı nerede biter ? Demokrasi varmış gibi yapmak,devlet laikmiş gibi yapmak,yargı bağımsız ve tarafsızmış gibi yapmak, üniversite varmış gibi yapmak.

Demokratmış, özgürlük havarisiymiş gibi gözükmek... Kürt, Alevi ve gayrimüslimlerle ilgili hak ve özgürlük sorunu yokmuş gibi yapmak. Güvenlik politikalarıyla terör sorununu ortadan kaldırıyormuş gibi yapmak.

Başta iktidar olmak üzere muhalefet partileri mensuplarının çoğulcu-katılımcı demokrasi, hukuk ve özgürlüklerle ilgili içselleştirilmiş bir anlayışları bulunmamasına rağmen söylemleri varmış gibi. Türkiye’nin yaşadığı krizin temelinde siyaset alanındaki bu samimiyetsizlik yatmakta.

İstiklal mahkemelerini kaldırıyormuş gibi yapıp, sıkıyönetim mahkemelerini kurmak, sıkıyönetim mahkemelerini kaldırıyormuş gibi yapıp, devlet güvenlik mahkemelerini kurmak, devlet güvenlik mahkemelerini kaldırıyormuş gibi yapıp, özel yetkili mahkemeler kurmak, özel yetkili mahkemeleri kaldırıyormuş gibi yapıp, terör suçluları için suçtan sonra kurulmuş, tabii hakim ilkesine tamamen aykırı özel mahkemeler kurmak.

Bugün de Cumhur İttifakı ve liderlerinde tecessüm eden geleneksel devlet iktidarı tevarüs ettiği anlayışın gereğini yerine getiriyor. İktidar, OHAL’i kaldırıyormuş gibi yapıp, başta Türk Ceza Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu olmak üzere hak ve özgürlükleri ilgilendiren temel kanunlarda değişiklik yaparak OHAL’den daha sıkı bir istisna haline geçmiş durumda.

Partili cumhurbaşkanlığı rejiminin yaratığı ilk sonuç güçler ayrımının sona ermiş olması, devletin tüm yetki ve imtiyazlarının yürütmenin başının ve dolayısıyla idarenin elinde toplanması oldu. Yürütme kendisine, yasama ve yargıya ilişkin ulusal ve uluslararası hukuka aykırı imtiyazlar verebildi ve böylece güçler ayrılığını ortadan kaldırdı.

Hukukun geleneksel rolü ters yüz olmuş durumda. Hukukun yeni işlevi yürütmenin eylemlerini önceden belirlenmiş kurallara göre düzenlemek ve yetkilerini temel insan hak ve özgürlükleriyle kısıtlamak değil; yürütmenin mutlak iktidarını meşrulaştırmak oldu.

Güçler ayrımının ortadan kalkmasının yarattığı en mühim sonuç, yürütmenin yargıya dair yetkileri kullanmaya başlaması oldu. Yürütme ve özellikle idare, hakimlere mahsus olması gereken yetkiler kazandığından artık hakim gibi davranabilmekte. Yani, yasaları yorumlayabilmekte; yasanın ne dediğini söyleyebilmekte.

Keyfi yönetimin en temel kaynağı ise yasal mevzuatın dilinin muğlaklığı. Bu muğlaklık yürütmeye yasaları dilediği gibi yorumlama serbestisi getirmiş durumda. Terörle mücadele o kadar soyut bir kavram ki; siyasi muhalefet, toplumsal hareketler ya da sivil itaatsizlik eylemleri bile bugün yaşandığı gibi terör kapsamına alınabilmekte.

O halde hükümet, kimin terörist olduğuna tamamen keyfi bir şekilde karar verebilmekte; bir birey yaptığı bir fiilden dolayı değil, hükümet öyle adlandırdığı için terörist damgası yiyebilmekte.( Ayşegül Kars Kaynar, “Anayasal Devlette İstisna Durumunun Eleştirel Analizine Paye’nin Katkısı ve Ceza Hukukunun Rolü” Hukuk ve Adalet Eleştirel Hukuk Dergisi )

Siyasi muhalefetin suçlu ve savaşçı sayılması ise, savaş hukukunun ulusal ceza hukukuna yerleştirildiğinin işareti. Günümüzde terörle mücadele kapsamında savaş hukukuyla ceza hukuku birleşmiş; savaş kavramı ceza hukukuna sokulmuş durumda. Bu bağlamda, gizli teşkilatların vatandaşlara karşı muhbirlik yapması norm haline geldi. Görünen o ki devlet kendi halkına; kendi vatandaşlarına karşı savaş ilan etmiş gözüküyor.

Bugün gelinen noktada kalıcı istisna hali, yalnızca siyasi hasımların değil, siyasi sistemle bütünleştirilemeyecekleri düşünülen kesimlerin ortadan kaldırılmasına izin veren yasal bir iç savaş olarak yaşanmakta.

Kalıcı istisna hali temeline “zorunluluk” kavramı yerleştirilerek normalleştirilmiş durumda. ”Zorunluluğun yasası yoktur” ( Necessitas legem non habet ).Bu deyiş iki sonuç doğurmakta:”zorunluluk hiçbir yasa tanımaz” ve “zorunluluk kendi yasasını yaratır”.Böylece “zorunluluk” kuramı,sürekli bir istisna hali olarak ortaya çıkmakta.

Carl Schmitt’in şiddeti her defasında yeniden hukuka bağlamaya çalışmasına karşılık,Walter Benjamin,her defasında şiddete hukukun dışında bir yer vermeye çalışır.Kurmaca istisna halinde hukuki bir çehreden yoksun bir şiddetin hüküm sürdüğü bir yasasızlık bölgesi vardır. Benjamin, devlet iktidarının bu maskesini düşürür.Kafka’nın da karakterleri istisna halindeki bu hayaletimsi hukuk figürüyle uğraşmak zorunda kalırlar.

Türkiye’nin getirildiği nokta tam da; “zorunluluk” gerekçesini kullanarak, hukuk dışılığı gücün yarattığı düzenlemelerle hukuk olarak kabul ettiren kalıcı bir istisna halinin meşrulaştırılması olmuştur.

Hareket ile netice arasında illiyet bağı aranmadan, sanıkların hiyerarşideki yerleri ve aldıkları talimatlar delillendirilmeden, suçun manevi unsuru olan kastın varlığını gösterir kanıta ulaşılmadan çok sayıda mahkumiyet kararı verilmiş durumda.

Hak ve özgürlük kullanımıyla ilgili fiiller üzerinden adeta delil icat edilmeye çalışıldı, icat edilen deliller üzerinden de suç icat edilerek ve hukuk felsefesince kabul edilemez olan “niyet okuma”larla ağır cezalar uygulanıldı.

Bugün de on binlerce kişi uzun süredir siyasi suçlar nedeniyle tutuklu ya da hükümlü olarak bulunmakta. Devletin kadim geleneği hükmünü sürdürmekte. Artık ceza muhakemesinin hakikatin araştırılması, sanığın korunması, adil yargılanmanın sağlanması gayesini gerçekleştirme imkânı kalmamış durumda.

Tek kişide somutlaşan siyasi rejim olağanüstü dönem uygulamalarını yeni bir hukuki rejim olarak sürdürecek yapıyı oluşturmuş durumda. Faşist rejimlerin siyasal suç düzenlemelerini içeren Türk Ceza Kanunu ve “kanun önünde eşitlik” ilkesini ihlal eden, özel ceza muhakemesi kurallarıyla tabii hakim ilkesini bozan özel ceza kanunu niteliğindeki Terörle Mücadele Kanunu yeni hukuk rejiminin payandaları durumunda.

İçlerinde gazeteciler, akademisyenler, iş adamları, hakimler, avukatlar ve bürokratların bulunduğu on binlerce kişi tabii hakim ilkesine aykırı olarak suçtan sonra kurulmuş, bağımsızlığı ve tarafsızlığına güven duyulmayan mahkemelerce yargılandı, tutuklandı, mahkum oldu.

130.000’den fazla kamu görevlisi denetimsiz KHK’lar ile hiçbir hukuki denetime tabi olmayan idari işlemler sonucu kamudan ihraç edilmiş durumda.

Ayrıca cezasızlık rejimin temel unsuru olmuş durumda. Kobanê olaylarında güvenlik güçleri ve paramiliter örgütlerce öldürülen protestocu HDP’lilerin katilleri bulunmak istenmedi. Planlı ve taammüden gerçekleştirilen Sinan Ateş siyasi cinayetinin siyasete kadar uzanan bağlantıları örtbas edilmeye çalışılmakta.

Siyaset-bürokrasi-ticaret ekseninde oluşmuş, terör yöntemiyle iş gören çeteler devletin şiddet gücünü hukuksuzluk alanına çekerek kurum olarak çöküntüye uğrattılar. Ortaya çıkan hukukun yitimiyle birlikte “gücü gücü yetene kayyım rejimi” oldu.

Türkiye’nin çölde aranan vaha misali meşru-evrensel hukuka, adalete, özgürleşmeye ve uzlaşmaya ihtiyacı bulunmakta.


Ümit Kardaş kimdir?

1971'de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 1975 yılında askeri hakim, 1985 yılında hukuk doktoru oldu. Çeşitli yerlerde savcılık, hakimlik ve adli müşavirlik yaptı. 1995 yılında emekli olup, serbest avukatlığa başladı. Çeşitli dergi, gazete ve kitaplarda yazıları yayınlandı. Halen internet gazeteleri Artı Gerçek ve Son Medya’da yazmaya devam ediyor. Bülent Tanör eser yarışmasında birincilik ödülü alan "Türkiye'nin Demokratikleşmesinde Öncelikler" isimli çalışması 2004 yılında yayınlandı. "Hukuk Devlete Sızabilir mi?", "Ötekiler İçin Sivil İtaatsizlik Rehberi", "Demokrasi ve Hukuk Krizi, "Zulüm Özür Uzlaşı", Kardaş’ın yayınlanmış kitaplarından bazıları.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ümit Kardaş Arşivi