Fadıl Öztürk
Türkan bacım...
Salgından dolayı her gün yüzlerce insanın öldüğü bu zamanda ölüm bile acı ağırlığını yitirerek sıradanlaşmış ve sayılardan ibaret durumda. Yaşamayı bir dert olarak başımıza saran bu dünyada ölüm düştüğü yeri yakıp geçiyor, hele de ölen yaşaması gerektiği kadar yaşamamışsa. Ölüm eğer vuruşarak düşenler olarak girmemişse hayatımıza ya da bir ucu politikaya değmemişse ağırlığını yitirmiş, bir an önce uğurlamakla sıradanlaşmış sayılıyor. Oysa en büyük kavga hayatta kalma kavgasıdır ve herkes kendi hayatının ve yakınlarının kahramanıdır. Dilimizin imdadına gözyaşlarımız yetişse de nafile, geri getirmiyor gideni gittiği yerden.
Elazığ’da arandığım yıllarda Türkan bacımı o gece istemeye geleceklerinin haberini almıştım. Karanlık çöker çökmez evimizin kapısına dayanmış, bacımı tek başına bir odaya almış sakince bir koltuğa oturtup ‘Sen bu evliliği kendin mi istiyorsun, yoksa birileri seni zorladı mı? Eğer istemediğin bir evlilikse dünya gelse seni istemediğin bir evliliğe zorlayamaz, korurum seni’ demiştim. O da olanca masumiyetiyle ‘Abi kimse zorlamadı beni, ben istiyorum’ demişti. Fazla zamanım yoktu öpüp bacımın başından, yan odada onu istemeye gelen hatırlı insanların karşısına geçip, selam verip saygımı belirtmiştim. Ve o çatışmalı yıllarda ekmek kadar, su kadar ihtiyaç olan, iki erkek kardeş için birer 14’lü silahı xelat (hediye) olarak istemiştim. Onlar beni, ben onları tanıyordum, kabul etmişlerdi ve ben de vedalaşıp hızla evden çıkıp karanlığa karışmıştım. Gerisi onlara kalmıştı artık.
Benim ‘tayinim’ Sivas’a çıkınca Eniştem Cafer iki 14’lü silah parasını arkadaşım Nazım Doğan’a teslim etmişti. Nazım parayı almakla kalmamış o da evlendirdiği kız kardeşinden iki kardeş için iki 14’lü silah xelat (hediye) olarak istemişti. Biz başlık parasına karşı abiler olarak elbette başlık parası almamıştık, anti faşist mücadeleye katkı olarak silah almıştık. Her ikimizin de enişteleri bugüne kadar yüzümüze vurmasalar da aslında hoşnut olmadıklarını biliyorduk.
İşte o eniştem, yani Türkan bacımla aşkla-sevgiyle yaşayıp gelen, iki oğul bir kız ve o kızdan olma üç yaşına getirdikleri torunları Melis Ela’nın dedesi Cafer eniştem 22 Nisan akşamı beni arayarak o kötünün de kötüsü haberi verdi. Mum gibi birden sönmüştü bacım Türkan. Yoğun bakımdaydılar ve doktor onlara ‘Yaşatmaya çalışıyoruz ama her şeye hazırlıklı olun’ demişti. İçimde bacımın yaşayacağına ilişkin umut kırıntısı aradım. Yoktu. Daha kesin haberini almadan başımı taşlara vurur gibi ahla ‘Berrin, Türkan’ı kaybettik’ dedim.
Bugüne kadar mücadele içinde birçok arkadaşımı kaybettim, içerideyken benden küçük kardeşim Zeynel’i oğlu Özenç ve eşi Ayten ile birlikte kaybettim, annem ve babamı kaybettim. Tüm bu kayıpları metanetle karşılamış biri olarak bacımın ölümüyle yığıldığım sandalyede böğürürcesine ağladım. Her gün sabahın köründe kalkıp torununa bakmaya giden kardeşimi, onaran sevgisiyle annemin yerine koyduğumu yitirmiştim. Bu ikinci öksüzlüğümdü.
Dedemin yaz tatillerinde gittiğimiz köyümüzde harmanda başına güneş vurmasın diye şemsiye tuttuğu bacımdı Türkan. Dedem nenemle kapışmasında ‘Gidip kendimi Perisuyu’na atacağım’ deyip öfkeyle yola koyulduğunda ardından ağlayıp sızlayarak takip eden, yolun bir yerinde dedelerini ikna edip, elinden eteğinden tutarak eve geri döndüren torunlar arasındaydı Türkan. Hayatın bizi büyüterek kendi ölümümüze yaklaştırdığını nereden bilebilirdik. Hayat bizi bilmediğimiz, beklemediğimiz bir yerden hırpaladı. Bize bıraktığı kocaman boşluğa mı, yoksa onun yokluğunun hepimizde yarattığı kahır çölüne mi ağlayacağız? Bacımın ölümüyle gittiğimiz her anıdan eli boş dönüyoruz hayatımıza...
Türkan bacım, evimizin ilk evlenen çocuğu, aileye ilk torun vereniydi. Kızının davetiyesini bir sevinci taşır gibi kapı kapı dağıttı. Üzüntülerini hiçbir zaman öfkeye dönüştürmeyerek hep içine akıttı. Kendisi her haliyle hayatı taşıdı da, hoşgörüsüyle beslediği yüreği onu taşıyamadı. Yaşadıkça gençleşen, yaşlanmayı kendine hiç yakıştırmadığı için en uzağına atan, gülümseyen yüzünde güller açan Türkan’ın kalbidir bize bu acıyı yaşatan.
Ali, Türkan bacımın ilk, Özgül ikinci, ölen kardeşimin adını verdiği Zeynel Emre üçüncü çocuğudur. Onları bebeklikten çocukluğa, çocukluktan gençliğe gün gün taşıdı. Onlara anne olmaktan öte, arkadaş, sırdaş oldu. Bu anlamda yeğenlerim sadece annelerini değil hayatlarının kahramanı yitirdiler. Boşluğun kapısında uğuldayıp bir yokluk yaşıyor çocukları ve eşi. Özgül ve Ali annesinin yanı başındaki yoldaşları, Zeynel Emre ise bir türlü büyütmek istemediği gül olarak kaldı geride.
Şendi bacım, şakraktı. Eniştem Cafer’le masa kurduğunda olanca edasıyla sanat müziği okur, masaya sevinç ve gül açtırırdı. Onun hazırladığı kahvaltı sofrasında oturmayanımız kalmamıştır. Takıntı yapacak kadar temizdi, kapısından içeri her kim adım atmışsa onun yasalarına gönüllü teslim olurdu.
Onu çok seven dedem hayata gözlerini kapatınca attığı çığlıkla onu tekrar hayata taşıyan kardeşim o günden sonra ölümle hesaplaşıp durdu. Mikroplarla bir hesaplaşmaya giren bacım, hastanelerden, doktorlardan hep uzak durdu. Bir keresinde ona ‘Türkan, bu kadar kaçtığın, evine girmesini istemediğin mikrop nasıl bir şey?’ diye sormuştum, o da ‘Ne bileyim abi, pis bir şey işte.’ diyerek soruyu başından savar gibi cevaplamıştı. Babamızı hastaneye yatırdığımda, bütün temizlik hassasiyetine rağmen bana günlerce eşlik etmişti Türkan bacım. Başı koltuğa değip mikroplara bulaşmasın diye geceyi oturarak geçirmesine dayanamayıp gidip kendime yeni bir gömlek almış koltuğa geçirerek rahat uyumasını sağlamıştım. Bir biçimde mikrobun bulaşmasına çere bulsak da ölüme çare bulmayanlar olarak kaldık Türkan’dan geriye.
Büyükleri olarak büyümelerine çok yakından tanık olmuştum. Ev işlerinde kapışma yaşadıklarında salonun duvarına hangi gün kimin ne iş yapacağının çizelgesini astığımı dün gibi hatırlıyorum. Berrin’le evlendiğimiz yıl kardeşim Gülcan, Almanya’dan İstanbul’a gelerek Türkan’la beraber İzmir’e bize gelmişlerdi. Evlerini, eşlerini, çocuklarını geride bırakıp çocukluklarına geri dönmüş gibi neşeliydiler.
Havaalanına iner inmez başlamıştı çocuklukları. Gülcan Cevat Kelle gibi bütün valiz ve paketleri yüklenmişken, Türkan şıklığından gram taviz vermeden önden tın tın yürümekle kalmayıp, geri dönüp Gülcan’a ‘Nerede kaldın bacım?’ diye takılarak aheste aheste yürüyerek geldiklerinden bir türlü çıkışa gelememişlerdi. Telefonlarına da cevap vermeyince danışmaya gidip anons yaptırmıştım. Türkan, o gülünce yüzünde gül açan haliyle ‘Aaa bizim adımız okundu’ demiş ve gülüşmüşlerdi. Şimdi bırakın anons etmeyi, avazım çıktığı kadar adını çağırıp, sesimi yerle gök arasındaki boşluğa doldursam da ne cevap veriyor ne de çıkıp geliyor gittiği yerden.
Bize misafir olduklarında Gülcan’a ayrı, Türkan’a ayrı yatak hazırlasak da, sabah uyandığımızda abla ve kardeşi bir yatakta koyun koyuna yatar buluyorduk her sabah. Çocuklar gibi güle oynaya uyanıyorlardı güne. Şimdi Türkan’ın yattığı yer yatak değil...