Ragıp Duran
Türkiye neden Batılı değil ve olamaz?
Başlıktaki iki kelimenin anlamlarını açmakla başlayayım: Türkiye derken, tarihi, coğrafyası, nüfusu, kimyası, fiziği ve psikolojik yapısının yanısıra diğer özgün nitelikleriyle Türkiye toplumunu kast ediyorum.
Batı, Batılı derken coğrafi bir kavram değil, kültürel, ideolojik bir kavramdan belki de kısaca bir uygarlıktan söz ediyorum. Yani yine tarihi, coğrafyası, nüfusu, gelenek ve görenekleriyle bir anlayış Batı benim için.
Her iki kavrama da at gözlüğü ile bakmıyorum: Tabi ki Türkiye toplumunda çağdaş birçok insan, kurum, yaklaşım da var. Keza Batının ortaçağ karanlığını, sömürgeciliğini, Oryantalizmini, emperyalizmini de unutmuyoruz.
Sorun aslında sadece güncel değil. Yani burası, olgulara gelişmelere bakıldığında hiçbir zaman kelimenin tam anlamıyla Batılı olamadı, olmadı. Olamazdı da zaten. Çünkü ihtilaf konjonktürel değil, yapısal. Su ile ateş kadar farklı iki yapı var karşımızda.
Osmanlı İmparatorluğu her ne kadar esas olarak bir Balkan gücü olarak gelişip büyümüş ve kendine fetih alanı olarak Batı Avrupa’yı seçmiş olsa da, askeri hedef, Saray’ın ve toplumun kültürel yapısını/zihniyetini geliştiren, çağdaşlaştıran bir motivasyon olmadı, olamadı, olamazdı da.
Fetihçi ve militarist anlayış, birçok olumlu gelişmenin önünü tıkadı, tıkıyor hala. Milliyetçilik de cabası.
Tanzimat bir son dakika çaresi gibiydi, tutmadı. Mustafa Kemal Atatürk’ün, ki kendisi de bir Osmanlı subayı idi, Cumhuriyet girişimi, bütün olumlu yanlarına rağmen, bence bir yandan benimsediği jakoben yaklaşım ama esas olarak yönettiği toplumun böylesine köklü bir değişikliğe hazırlanmamış olması nedeniyle bugün maalesef olumlu bir merhaleye ulaşamadı. Tam aksine Cumhuriyet değerleri yoğun tehdit, saldırı ve kuşatma altına girdi.
Tayin edici bir faktör olmasa da, önemli bir etmen olarak, İslamiyet de, ‘’Türk Modernleşmesi’’ (‘Türkiye’nin çağdaşlaşması’, daha doğru bir deyim olsa gerek), toplumun Batı’nın rasyonel değerlerinden büyük ölçüde uzaklaşmasına katkıda bulundu. Bu konuda, tepeden inmeci ve tek yanlı laiklik (Din devlete karışamıyordu ama devlet dini kendine göre biçimlendirmeye çalıştı.1923-2002) anlayış ve uygulamaları, bugün boomerang etkisiyle karşılaştı.
Sorun, sadece Ankara ile Avrupa Birliği ya da Erdoğan ile Macron arasındaki ihtilaf değil kuşkusuz. Bu siyasi anlaşmazlıkların derininde yatan uygarlık, kültür yani zihniyet farklılıkları hatta zıtlıkları.
Ben hayatımın herhalde en az üçte birini Batı ülkelerinde geçirdim. Eğitim ve meslek yaşantımda Batı’nın çeşitli uygulama ve anlayışlarını yerinde gördüm, öğrendim, hala da gazete, kitap okuyarak Batı’yı tanımaya, anlamaya çalışmaya devam ediyorum.
Herhangi bir konuyu iyi öğrenmenin, anlamanın en sağlam yollarından biri, kıyaslama yapmak olsa gerek. Kimi zaman bilerek, isteyerek, araştırarak kimi zaman kendiliğinden karşılaştırmalar yapıyor insan. Bazen bir meselenin özünü nedenini merak ediyor, sorup soruşturuyor araştırıyor öğreniyorsunuz, ya da öğrendiğinizi sanıyorsunuz. Bazen de anlık bir şekilde, yeni, yepyeni, size garip gelen bir olayla karşılaştığınızda, pat diye, otomatik olarak ‘’Aaa acaba bu Türkiye’de olsaydı nasıl olurdu?’’ diye soruyorsunuz kendi kendinize ve yanıtlar aramaya başlıyorsunuz.
En son yaşanan skandal Hazine ve Maliye Bakanının istifası. Bırakın Batı’yı dünyanın herhangi bir ülkesinde, böylesine önemli bir makamda bulunan kişinin görevden ayrılması konusunda 24 saat sessizlik yaşanır mı? Hele bir de Instagram hesabında yayınlanan görevden ayrılma yazısı da evlere şenlik. Anadilini doğru dürüst kullanamayan bir kişi Bakan olabilir mi? Görevden ayrılma yazısında ‘’At izi, it izi’’ gibi deyimler kullanılır mı? Dahası resmi olarak İslam devleti olanların dışında hangi ülkede siyasi bir makamdan ayrılma yazısında bu kadar çok dini ibare geçer?
Gerçi, din, çeşitli günahların, bayrak da çeşitli yolsuzlukların örtüsü haline gelince bunlar belki de normal.
Cengiz Çandar, 17-25 Aralık 2013’deki yolsuzluk ve rüşvet skandalı patladıktan hemen sonra bir Ortadoğu gezisine çıkmıştı. Dönüşte izlenimlerini anlatmıştı:
- Kaç yıldır tanıdığım dostlarım meslekdaşlarım, bana Türkiye’de olup biteni sorduklarında, işte 17-25 Aralık skandalını anlatmaya başlıyordum. ‘’Tamam tamam geç onu, biliyoruz…Başka ne var önemli?’’ diyorlardı. Çünkü Ortadoğu’da siyasi liderlerin, hükümet üyelerinin bu tür yolsuzluk ve rüşvet hadiseleri, sıradan/normal/olağan vaka sayılıyor. Her gün o kadar çok oluyor ki, önemi yok. Kanıksamışlar onlar bile. Doğal karşılıyorlar yani…
Galiba Özal dönemine kadar, bu toplumda ve iktidar mecrasında minimum düzeyde de olsa, kimi zaman ihlal edilse de, bir ahlak anlayışı vardı. Sahtekarlık daha azdı, yapan da ayıplanır hatta yargılanırdı. 2002’den sonra din, ahlakın yerini almaya başladığında yolsuzluklar arttı. Ayıplanmaz ve yargılanmaz oldu.
Bu ulus-devletin kurucusu, ‘’Efendiler, yarın Cumhuriyet’i ilan edeceğiz’’ dediğinde yanındakilerden bazıları hayatlarında ilk kez duymuşlardı Cumhuriyet sözcüğünü. Altı yüzyıllık kullar haliyle iki günde yurttaş olamazdı, nitekim olamadı. 36 Padişah’ın yönetiminde yaşamış bir toplum yaklaşık bir asır sonra 37. Sultan’la karşı karşıya kaldı. 1940’ların ortalarına kadar ücra Anadolu köylerinde insanların ‘’Artık çok iyi bir Padişahımız var, Mustafa Kemal Paşa’’ dedikleri rivayet edilir.
Bizim 1923’ümüz 1789 kadar kapsamlı, radikal ve zengin olamadı. Herhalde de olamazdı. Fransa’da bugün aristokrasinin ya da Ortaçağ ruhban sınıfının yeniden iktidara gelme ihtimali sıfır. Türkiye’de ise geldi gibi sanki değil mi?
Aklımı kurcalayan rahatsız edici bir konu daha var: Son yıllarda Occupy Wall Street’ten Arap Baharı’na, ABD’de George Floyd protestolarından Irak, Tayland, Polonya ve Macaristan’daki kitlesel itirazlarda, yurttaşlar ayağa kalktı/kalkıyor. Bizde ise Kürt siyasi hareketi ile bazı işçi eylemleri hariç – Gezi’yi unutmadım-, ciddi ve kitlesel bir karşı koyma refleksi göremiyoruz. Bu eksikliği salt yasal kısıtlamalar, baskılar ve korku ile açıklamak yeterli görünmüyor. Muhalefet geleneğinin zaaflarının farkında değiliz sanki.
Yeni Zelanda Başbakanı ve bakanlar, pandemide kendi maaşlarından yüzde 20 indirim yapıp sağlık sektörüne devrederken, Türkiye’de Cumhurbaşkanı IBAN verip halktan para istiyor, son olarak kendi maaşına zam da yaptı. Beştepe Saray’ı, Ayasofya’yı camiye çevirirken, Yunanistan eski Osmanlı camilerini restore ediyor. Batı’da gazeteciler Başkan dahil herkesi özgürce eleştirebilirken bizde çok sayıda haberci Cumhurbaşkanına hakaret ya da örgüt propagandası bahanesiyle hapislere atılıyor. Sizin futbolcunuz gazeteci dövüp silahla hastane basarken, Barcelona’nın futbolcusu yaz tatilinde Harvard Üniversitesinin kurslarına katılıyor.
Saymakla bitmez zıtlıklar.
Mesele uzun ve karmaşık.
Amaç, Batılı ya da Batılı gibi, onlar gibi olmak değil. Benim hedefim, rüyam rasyonel, ahlaklı, vicdanlı birer Cumhuriyet yurttaşı olabilmek.
12 Mart 1971 darbesinden sonra kurulan Beyin Takımı tabir edilen teknokratlar hükümetinin parlak bakanı Atilla Karaosmanoğlu, ilginç bir öngörüde bulunmuştu: " Avrupa Ekonomik Topluluğu düzeyine gelebilmemiz için 2359 yıl gerekir’’. Soğuk ve ruh yoksulu bir teknokratın masa başında rakamlar, formüller ve projeksiyonlarla ortaya çıkardığı bir gerçek mi? Yoksa mizahı güçlü ve kimseyi kırmak istemeyen bir uzmanın ‘’Hayır hiçbir zaman olmaz’’ cümlesi yerine kullandığı diplomatik bir ifade mi? Hangisi doğruysa önemli değil. Çünkü mesele, zamanda geç kalmışlık değil ki…2359 yıl sonra AB’nin düzeyini düşünen var mı? Mesele düzey meselesi de değil. Zihniyet ölçülebilir bir kavram değil ki…