Ceren Gündoğan
Uğur Vardan: İstanbul Film Festivali bizim için bir nimetti
42. İstanbul Film Festivali henüz başlamışken, sinema ve spor yazarı, gazeteci Uğur Vardan’ı bir festival filmine giderken Galata’da yakaladık, festival içeriğine, filmlere, sinemaya ve sektöre dair konuştuk. Vardan, festivalde radarında olan filmleri, Türk sinemasına bakışını, geçmişteki İstanbul Film Festivali ile şimdiki festivaller arasındaki farkları anlattı.
-Festival izleyicisine önereceğiniz filmler hangileri?
Şu ana kadar festivalde toplam beş film izledim, bir tanesi Charlotte Regan’ın Hırçın’ı. Dışarıda çok beğenilmiş. Mutlaka beğenenler olacaktır ama ben beklediğim oranda başarılı bulmadım. Bir baba-kız hikâyesi, 12 yaşında bir kız çocuğu, annesini kaybetmiş, babasını tanımamış. Yıllar sonra babası karşısına çıkıyor. Gayet uçarı, serseri ruhlu, tuhaf bir tip. İspanya’da çalışıyormuş, canlandıran oyuncu da geçen yıl Cannes’da ‘Altın Palmiye’ alan Hüzün Üçgeni’nde de izlediğimiz Harris Dickinson. Karakter saçlarını Galatasaraylı Icardi, Torreira, Nelsson vs. gibi sarıya boyamış! Dönemin ruhu bu herhalde!
Bazen filmlerin sinemasal özelliklerinden ziyade bir cümle, bir kare, bir sekans aklınızda özel bir yer edinir. Ben de ‘Hırçın’da şu cümleyi çok beğendim; küçük kızın (ismi Georgie) babaya bir tepkisi var. En yakın arkadaşı da Ali isimli bir göçmen çocuğu. Ali’yle babanın kanı birbirlerine çabuk ısınıyor ve Georgie bu duruma kızıyor ve arkadaşına sinirlenip “Bakıyorum da Jason’la çok samimisin” diyor. Ali meseleye makul yaklaşıyor ve Georgie’ye daha sakin, daha hoşgörülü olmasını söylüyor. Bunun üzerine Georgie de “Hani tek arkadaşın bendim” diyor. Ali de işte tam bu noktada vurucu bir cümleyle meseleyi özetliyor: “İnsanın birden çok arkadaşı olabilir.” Valla ben filmin en çok cümlesini beğendim, çok özel bir hayat dersi gibi geldi. Mesela bu yılın en önemli filmlerinden biri ‘The Banshees of Inısherin’den sonra bir kez daha dostluk, arkadaşlık konusunda perspektifimizi yenileyen bir cümleydi sanki. O film de hatırlanacağı üzere aynı temalara sahipti ve öykünün iki ana karakteri birbirine çok muhtaçtılar ama sonradan birbirlerinden çok nefret eder hale geliyorlardı.
-Bence de mükemmeldi Banshees of Inısherin. Nefretin-kaçışın bir nedeni de bu muhtaçlık durumuydu. Başka neler izlediniz?
‘Saint Omer diye bir film izledim, bence çok etkileyici ama çok da zor bir film. Saint Omer filmin geçtiği bir mahkemenin ait olduğu yerleşimin ismi. Senegalli bir kadın bir yaşındaki çocuğunu med-cezire bırakmak ve öldürmekle suçlanıyor. Genç bir romancı var, o da yeni roman malzemesi sağlamak amacıyla duruşmaya gidiyor ve o duruşma sırasında olanları izliyoruz. Filmin güzelliği şu, film bir mahkemede geçiyor ve suçluyu bütün psikolojisiyle, hâkimenin soruları, savcı, jüri (gerçi jüri pek meseleyi dahil olmuyor ama) tek tek kadını deşifre ediyorlar. İş şuraya geliyor, yönetmen şunu yapmaya çalışmış sanırım, toplum kadını zaten görünmez kılıyor, bir de göçmen olursan iki kere görünmez kılınıyorsun. Yaşlı, beyaz bir adamdan doğurmuş kadın çocuğunu. Adam da evli, ayrıca bir kızı var. Kadın biliyor evli olduğunu, adam bunu saklamamış, ama adam bütün önemli günlerde ailesiyle birlikte oluyor ve sanık kadını, kızıyla falan tanıştırmamış.
Filmi belki bir erkek olarak yeterince anlamam zor, çünkü annelik durumu var, bir canlıyı hayata getirmek, annelik sorumluluğu, onunla hesaplaşmak, hayatına yeni bir sevinç katmak… Burada da çok güzel cümleler vardı. Adam çocuğu görür görmez, “Benden olduğuna emin misin?” diyor. Kadın “Biz beklerken o hep ‘ben’i kullandı, beni yalnızlığıma itti” diyor. Zor bir film ama hoşuma gitti. Fransa’nın Oscar adayıydı bu film.
-Ya Küçük Evren?
Bu film Berlin’de ‘En İyi Film’i, yani ‘Altın Ayı’yı alan filmdi, Küçük Evren diye çevirmişler. Orijinal ismi, öykünün geçtiği yapının ismi; Sur L’adamant on the Adamant. Sen nehrine bir yapı kurmuşlar ve bu yapıya akıl hastalığı az ya da çok boyutta olan hastalar geliyor ve bir tür terapi yeri burası. Belgesel bu ve izlemesi çok zor filmi. Sürekli karşında mental problemleri olan insanların konuşmaları oluyor, dayanmak çok zor filme, fakat onların da böyle bir dünyaları var. Filmde yer alan bütün hastalar çok iyi enstrüman çalıyor, resim yapıyor, şiir yazıyorlar. Çok yaralılar. Kimi birisinden ayrılmış, olmamış biri şarkı sözü yazmış, beğenilmemiş falan. Dertlerini çok iyi anlatıyorlar ama kendileri de biliyorlar hayata tutunamama hallerini, “Biz ilaçlarla ayakta duruyoruz” diye sık sık durumlarının altını çiziyorlar.
Bir yandan önemli bir film ama bilmiyorum altın ayı alabilecek mi, sonuçta iyi bir belgesel. Çok zor bir alanda, onların terapilerini yöneten karakterler de var. İzledim, memnun oldum ama yer yer sıkılarak izledim. Fark etmeden filmin gücünü anlıyorsun. O insanların çoğu eski 68’li, eski umutları gerçekleşmemiş falan. Bir tanesi iki tane kız çizmiş, kızlarım diyor, ikiz diyor. Mesela çizdikleri yetişkin gözüküyor ama üç yaşındalar diyor. Neyin gerçek neyin onun dünyasında olduğunu anlayamıyoruz, zor bir deney oldu filmi izlemek. Kendini güçlü hisseden izlesin tabii. (Gülüyor)
-Günümüzde biraz umut da istiyoruz ya…
Yani ben öyle çok umudunda değilim de seyri zor. Ama mesela öyle olmaları onların adına umutlu. Hepsi bir enstrümana, resme sarılmış. Bir resmi yorumlamaları var, gerçekten de modern sanatı yorumlamak gibiydi. Bu figürün ağzı nerede diyorlar. Hastalar sorguluyor, burası ağzı, görmüyor musunuz?
Infinity Pool’u izledim. David Cronenberg’in oğlu Brandon Cronenberg’in filmini. O da yani kâğıt üstünde ilginç. İlginç başlıyor ama sonra çok tekrara düşüyor. Şöyle bir bilimkurgu. Özel bir devlete gidiyorsun, sanki bir Latin ülkesi gibi ama eski doğu bloğu andıran vurgular var. Sonra sen bir suç işliyorsun ve bu suçun karşılığında senin bir benzerini yapıyorlar ve o benzeri cezalandırıyorlar. Dolayısıyla sen hep bir suç işlediğinde, sadece parasını veriyorsun, o devlet bunun parasını alıyor senden ama hukuku da yerine getirmiş oluyor.
-Muhteşem bir riyakârlık…
Ben şunu gördüm, bilim çok ileri ama hukuk o kadar boktan ki, öldürmeye dayalı. (Gülüyor.) Mesela, bir grup Batılı hedonist var, ana karakter onların içine karışıyor. Bunlar sürekli zevkin peşindeler. Bir ağacı tütsü gibi yapıp halüsinojen olarak kullanıyorlar. Yani her türlü bokluğu Batı yapıp bedelini ödemeye hazır. O sistemi de tanımlarken o yasak, bu yasak, eşcinsellik yasak falan. Bütün şeyler totaliter rejimlerin bir simgesi olarak konmuş belli ki. Bilmiyorum… Babasının filmleri daha iyiydi. (Gülüyor.)
-Festivalde radarınızda olan filmler neler?
Kızıl Gökyüzü var, Gümüş Ayı’yı aldı Berlin’de. Yönetmen Cristian Petzolt. Benim için modern Alman sinemasının en iyi yönetmenidir diyebilirim herhalde. Barbara, Transit, son olarak Undine diye bir filmi var, aslında bir Alman efsanesini günümüze taşımış. Bence çok güzel bir dili var, anlatımı da öyle. Günümüz politik meselelerine geçmişten de bakıyor. Anna Seghers’in romanı Transit’i günümüze taşımıştı, Avrupa ile göçmenler arasındaki hikâyeyi Nazilerle Yahudiler ya da ötekiler formuna sokmuştu Transit’te. Kızıl Gökyüzü’nü izlemedim henüz ama iki adam ve iki kadın ormanda bir yere gidiyor ve orada hesaplaşmalar başlıyor.
François Ozon’un bir polisiyesi var. François Ozon’un da filmleri bazıları için inişli çıkışlıdır ama bence çok nadir kötü filmi var. En kötü filminde bile biraz o Fass Binder geleneğinden geliyor tabii, iyi bir şeyler bulursunuz. Her filminde ben kendimden çok güzel şeyler buluyorum. Almodovar’a da benziyor. Eşcinselliği örneğin öyle güzel melodramatik öykülerle anlatıyor ki. Festivalde gösterilen Suç Bende de, 1930’larda geçen bir polisiye. Kadroda Isabelle Huppert da varmış.
Bizim Fatih Akın’ın bir filmi var, her zamanki gibi aykırı, kimsenin el atmadığı konulara değinen, Ren Altını. Burada da Kürt-Alman bir gangsta rapçinin hikâyesini anlatıyor.
Genç kuşak yönetmenlerden Fikret Reyhan’ın Çatlak’ını ben çok beğenmiştim. Hem günümüzdeki muhafazakâr yapıda bir ailenin para ve günümüz ilişkileri içinde kayboluşunu güzel bir şekilde anlatmıştı. Cam Perde’yi de merak ediyorum, son filmi.
Totem diye bir film var, Meksikalı Lila Avilés yönetmen. Bir ailenin küçük bir kızın gözünden anlatımı. Toplanıyorlar, bir sır var. Bir nükleer santralin sendika temsilcisi rolünde Isabelle Huppert var yine. Gerçek bir karaktermiş. Konusu ilgimi çekti.
Rüzgârdan Kalan bir Portekiz taşrasında pagan bir gelenekle, geçmişte işlenen bir suçun hesaplaşmasını konu ediniyor.
Bir belgesel var, bunu ben içeriği itibariyle kendime yakın buldum. Çünkü hem futbol var hem siyaset var. Dinamo Mesken… Aslında Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’da da bu takımın öyküsünden yararlanılmıştı. Bursaspor, 1970’lerin güçlü takımlarından –güçlü olduğunu sonradan anlamıştık aslında- Dinamo Kiev’le eşleşmişti. Onların teknik direktörü Lobanovski öncülüğünde birçok önemli hamleye imza atmıştı. O zamanlar Sovyetler Birliği olduğu için, ülkenin bütün iyi futbolcuları Ukrayna’da toplanmıştı. Hatta o zaman Sovyetler Birliği takımının on bir oyuncusundan dokuzu, yanlış hatırlamıyorsam Dinamo Kiev’dendi. Lobanovski, milli takımın da teknik direktörüydü. İşte o eşleşmeden dolayı buradaki birtakım solcu futbolseverler takımlarının adını Dinamo Mesken koyuyor. Mesken, Bursa’da bir toplu konut bölgesi. 75-76 sezonunda eşleşiyorlar. Ben de orada büyüdüm, Davutkadı diye bir yerde oturuyordum. Bizim mahalle biterdi, Yeşilyayla sonra Mesken gelirdi. Takımın çoğu, sendikalı işçilere gidip solculuk dersleri veriyor falan.
-O dönemin ruhunun gerektirdiği gibi…
Belgeselin şöyle bir şeyi var, iyi niyetli ama, eleştirmen klişesiyle, bir otuz dakika daha fazlasını bekliyor. Şöyle handikapları var, o döneme ait görüntüleri bulmak çok zor Türkiye’de. Gazete kupürleri ile yapmışlar bir de tabii, aradan kırk-kırk beş yıl geçmiş. Hayatta kalan takımın üyeleri de az. Dolayısıyla sekiz on kişi bulmuşlar, onlar konuşmuş. Bir yandan da belgesel çekerken iyi bir kaynağınız yoksa, hazırlık bir yana para da lazım. Mütevazı ama insan izleyince keşke daha fazla bir şey olsa diyor. İlginç yanlarından biri, günümüzün oyuncusu Erkan Can, o takımın amigosu mesela, onun fotoğrafları var. Genç bir delikanlıyken siyah beyaz fotoğrafları var. Keşke daha fazla malzeme olabilseydi, insanın ağzına tadımlık bir şey çalıp bitiyor.
-Dünden bugüne İstanbul Film Festivali’ni nasıl buluyorsunuz?
İstanbul Film Festivali’nin başından beri en büyük özelliği bir yıl öncenin festivallerinin seçilmiş filmlerini getirmeleri. Dolayısıyla bizim kuşak için bulunmaz bir nimetti. Cannes’ın, Venedik’in en iyileri vs… fakat günümüzde Cannes’ın o en iyilerini yıl içinde Başka Sinema ya da sonrasında dijital platformlar gösterdiği için, şimdi festival en son Berlin’in en iyilerini almış. Dolayısıyla Berlin’in en iyilerini, altın ayı, gümüş ayı, jüri ödülü, işte en iyi yönetmen ödülünü alan Philippe Garrel’in Pulluk diye bir filmi var. Berlin en iyi kadın erkek oyuncu ödülü vermez ya, en iyi performansı Yirmi Bin Arı Türü’ndeki rolüyle Sofía Otero’ya vermişler. Festivalde bu film de var. Gecenin Sonuna Kadar var, En İyi Yardımcı Performans ödülünü alan. En İyi Senaryo’yu alan Müzik diye bir film var. Bir de En İyi Görüntü Yönetmeni ödülünü almış Disco Boy. İnsanların ekonomik durumları ve zamanları yeter mi bilmiyorum ama yirmiye yakın filmden bahsettik.
-Geçmişte İstanbul Film Festivali nasıldı?
İstanbul Film Festivali bir tür, Sinametik’in 12 Eylül’den sonra kapanmasıyla birlikte insanların dünya sinemasının nereye gittiğini, hangi yönetmenlerin ön plana çıktığını bize hatırlatan bir buluşmaydı. O zamanlar tabii, böyle korsandan, platformlardan, televizyonlardan izlemek gibi bir şansımız olmadığı için yıl içinde, bir kerelik bir fırsattı festival. Bazı filmleri rahmetli Onat abinin şirketi vardı, onlar satın alırdı ama festivalde gördüğü ilgiyi görmezdi. Bütün yükünü festival zamanı o filmler kapalı gişe oynardı, bilet bulamazdık ama aynı film yedi ay sekiz ay sonra çıktığında sanki onun gerçek izleyicileri onu orada tüketmiş, “ben bu filmi gördüm” havasıyla bir daha gidilmezdi. Çok az gişede iş yapardı.
Eleştirmenliğinize katkısı nasıl oldu festivalin?
Festival farkında olmadan çoğumuzu bilgili izleyiciler haline getirdi. Kimisi sadece amatörce çok film izleyen biri, sinefil olarak kaldı. Kimi yönetmen oldu, kimi senarist oldu, kimi ışıkçı. Bize de eleştirmen olmak kaldı. (Gülüyor.) Festival bir eğitim öğretim kurumu gibiydi. Şimdi süresi kısaldı. On altı gün sürerdi. Bir cuma başlar, iki hafta sonraki pazar günü biterdi. İstanbul’a baharın geldiğini Beyoğlu’na İstanbul Film Festivali afişleri asıldığında anlardık. Benim için on bir ayın sultanı gibiydi. Köşeyi dönüyorum, Sabine Azéma’yı görüyorum. Son filme, kapanışa Antonioni gelmiş. Bir daha hayatta Antonioni’yi nerede göreceksin. Birkaç yıl sonra da vefat etti zaten.
-Şimdiki festivale de Annie Ernaux gelecek. Oğlunun belgesel gösterimi için.
Evet, Fransız Kültür’le birlikte sanırım kitap imzası için de gelecek.
Birçok yönetmenle ve oyuncuyla röportaj yaptınız. Var mı ilginç anılar?
Şimdi insanlar yolda gördükleri oyuncuları çevirip fotoğraf çekebiliyor. 400 Darbe’de oynayan Jean-Pierre Léaud ile röportaj yapmıştım. Gazeteci olarak o kadar çok insanla mekânı paylaştım ama bir tane fotoğrafım yok. İnanamıyorum. Fernando Solanas’la söyleşi yaptım. Greenaway’le iki kez yaptım, bir seferinde kavga ettik. Peter Greenaway’in filmleri çok zordu ve temel konusu vardı, ölüm ve seks. Ben de o zaman Aktüel’de çalışıyorum, David Lynch söyleşisi için Fransa’ya göndermişlerdi. O sırada gittiğimizde Greenaway’in Pillow Book filmini Fransa’da görmüştüm.
Söyleşiye gittiğimde de hazır yanımda bulunsun diye o eleştiriyi götürmüştüm, ben filminizi gördüm diye falan. Derginin kapağında da o zamanın çok ünlü fotomodeli Merve İldeniz var. Hafif frapan şeffaf bir giysi var üstünde, kapak görseli bu. Gittim dedim ya sizce hayat seks ve ölümden ibaretse niye bizi bu kadar zorluyorsunuz ki her filminizde? Dedi ki, sen kendi dergine bak. Ben de dedim ki, biz popüler bir dergiyiz, sen yılların entelektüelisin, sana yakışıyor mu? Biz böyle epey atıştık. Akşam gittik, eşi şey dedi, bu çok illallahtır. Ayaküstü kocasını şikâyet etti. Kızımla ikimiz filme gideriz gelmez, onu beğenmez bunu beğenmez. Ben mesela soruyorum Woody Allen, ya onları bırak diyor, hiç kimseyi beğenmiyor. Ken Loach diyorum, ya ne onlar diyor. Biz de o zaman Ken Loach’la Mike Leigh var, onları soruyoruz, onları beğenmiyor. En son beğendiği filmleri falan sordum, ben onu görmem bunu görmem. Ben ben ben…
Greenaway, ilk filmlerinde ekranı parçalardı, çok zorlardı. Belki aynı zamanda ressam olmasından geliyordur. Ben mimarlık okudum. Mimarlık tarihi hocamız Doğan Kuban’a tapardım. Greenaway burada bir konferans verdi, ona gittim, Doğan Kuban’ın dersinde gibi hissettim. Şey dedi “Neden bizde İngilizlerden iyi ressam çıkmaz? Çünkü bizde manzara yoktur, hava çok soğuktur. En iyi ressamlar Fransa’da, güney cephelerini görenlerden çıkar. Hava güzeldir, dışarı çıkarlar, manzara çizerler falan. Biz de buna karşılık can sıkıntısından, evde oturur yazarız, çok iyi yazarlar çıkar.” Shakespeare’in neden o kadar iyi olduğunu anladım. Hava soğuk ve yapacak bir şey yok. (Gülüyor.)
Türkiye’yi, son yirmi yıllık AKP iktidarına karşı önemli bir seçim bekliyor. Siyaseten hareketli, bol tartışmalı günlerdeyiz. Toplumsal canlılığın, değişimin Türkiye sinemasına yansımasını nasıl görüyorsunuz?
Bu iktidarın olduğu dönemdeki sinemasal reflekslere baktığımızda, başta o açılım döneminde birçok Kürt filmi Antalya’da gösterildi. Sistem bir zorluk çıkartmadı, sonra yavaş yavaş o sesler kısılmaya başladı. Toplumun genelinde önce bir barış havası, bir kaynaşma havası vardı. Sonra iktidarın o ayrıştırıcı dili giderek sesini yükseltti. Gezi’yle birlikte de kırılmalar yaşandı. Kimi yönetmenler bu tür zamanların gelip geçeceğini düşünerek, daha evrensel, yüz yıl sonra da izlense insanların değerlerine hitap ettiğini düşündükleri filmler çektiler. Ama mesela son bir yılda, Kurak Günler ve keza Karanlık Gece, Özcan Alper’in, Tayfun Pirselimoğlu’nun daha çok metaforlarla yüklü Kerr ve daha önceki yapıtları, Yol Kenarı vs, işte mesela Yavuz Turgul’un Yol Ayrımı…
Bu tür mesajını daha doğrudan vermeye çalışan yapıtlar da var. Sanırım, bir değişim olacaksa muhtemelen yeni filmlerde bu değişimin yansımalarını göreceğiz. Hani bir dönemin hesaplaşması olabilir. Olmayacaksa da gene o sesler çıkmaya devam edecek bir şekilde. Erkle, o kanatla yan yana duranlar da bir hesaplaşmaya girecek. Bu sinemasal olur, felsefî olur, ahlâkî olur, vicdanî olur, bilemiyorum da herhalde bir hesaplaşma dönemi yaşayacağız. Az da olsa çatlak da olsa o sesler çıktı, LGBTİ sinemasında da öyleydi, bütün ötekileri anlatan sesler belki daha gür çıkacak. Bir de tabii o konuya eğilmek yetmiyor, farklı ve özgün bir bakış da gerekiyor. O kriterleri yanında taşıyanlar en azından geleceğe kalacak. Eskinin slogan atan filmlerinden ziyade sinemasal derinliğin içerik anlamda da olması gerekiyor.
Hollywood’da siyahi sunucunun sunduğu, galiba 2016’ydı törende hiçbir siyah oyuncuya ya da ötekilere oy çıkmadı. Ondan sonra Akademi, konjonktürün de zorlamasıyla üye profilini değiştirdi, siyahlara, Uzak Doğululara, farklı etnik kökenlere ve farklı hayatları anlatan filmlere daha çok değer vermeye başladı. Akademi tarihi boyunca kadın yönetmenler bir tane ödül almıştır ki bence o da faşist bir filmdir, The Hurt Locker, bir Amerikan askerinin sorunlarını anlatıyor. Bizim burada ne işimiz varı sormadan, oraya gitti bunalıma girdi diye anlatıyor. Bir bomba imhacısının hikâyesi, Kathryn Bigelow’un filmi. Koca akademinin tarihinde bir tane kadın yönetmene verilmişken Oscar, son iki yılda üst üste Chloé Zhao ve Jane Campion almıştı.
Bu yıl kadın yönetmen yoktu ama bir kadının öyküsünü anlatan, tartışmalar yaratan Everything Everywhere All at Once oldu. Bir Asyalının Amerika’da tutunma öyküsüydü ve bir yanıyla Kieslowski’nin Kör Talih’ine ya da Peter Howitt’in Sliding Doors’una benzeyen, bir hayatı, böyle olmasaydı nasıl yaşardım olasılıkları üzerinden anlatıyor. O olasılıkları Matrix’de bilimsel-aksiyon bir hale getirmişken, burada aksiyon da var ama orta sınıf bir kadının dertleri üzerindendi. Dolayısıyla bütün dünyada bu kabuk değişimine çanak tutan bir yapı var. Bizim sinemamızın da evrensel olmak istiyorsa en azından buna girmesi gerekiyor.
-Uğur Vardan’ın en yönetmenleri, en filmleri desem?
Uğur Vardan: Belli bir yaşa gelince en’ler gidiyor. Benim için üç büyük yönetmen, yaşayanlardan söyleyeyim, Clint Eastwood, ki sağcıdır ama bence o bir ermiş gibi davranıyor, belli bir yaşa gelince bambaşka hikâyeler anlatmaya başladı. Çünkü o zamanın azılı eleştirmeni Pauline Kael onu hep faşistlikle itham etti. Dirty Harry karakterinden dolayı. Bir polis var, adaletin sağlanmadığı yerde kendi silahıyla sağlıyor. O tabii western geleneğinin modernize edilmiş hali. Ama mesela Unforgiven bence muhteşemdir. Hem bir eski kovboyun, spagetti western oyuncusunun bütün o mitolojiyi tekrar tanımlaması artı bir de öldürme üzerine bir filmdir.
Genç bir silahşor yalan söyler, ben beş kişiyi falan öldürdüm der, bir ağacın kenarına gelip konuşurlar. Ben aslında kimseyi öldürmedim çok korkarım falan der. Clint Eastwood’un canlandırdığı yaşlı silahşör de bir insanı öldürmenin ne kadar zor ve kötü bir şey olduğunu anlatır. Ridley Scott’ı çok severim. Onun da çok az kötü filmi vardır. Alien bence muhteşemdir. Bütün o bilim kurgu içinde politikayı anlatması bakımından. Bir de David Fincher’ın, özellikle Se’en’ı bence muhteşem. Tüm bir Hristiyanlık ideolojisi altında insani zaafları anlatır yedi ölümcül günahla. Bu üç film ve üç yönetmen benim için çok önemli ama onun dışında bir sürü şey var.
Uzun zamandır sinemanın öldüğünü düşünüyorum. Şundan öldü, çok iyi yapıtlar üretilmiş ve artık yüz yılı aşkın bir tarih var geride. Yeni bir şeyler yapmak isteyenlerin işleri çok zor. Ne yaparsan yap bir dönem yapılmış bunlar. Ama son zamanlarda seyrettiğim bu The Banshees of Inısherin ki, yine İrlanda’da geçen Sessiz Kız, onu da çok beğendim. Bu iki filmin önünde bence bu yılın, galiba yakında MUBI’de gösterime girecek Yakın diye bir film var. Lucas Dhont’un, En İyi yabancı film dalında Oscar adayıydı aynı zamanda. O filmi de çok beğendim. İki çocuğun dostluğunu anlatıyor ve ne derler, insanın içini paramparça ediyor. Sessiz Kız da öyle bir film. Mesela God Land diye bir film var, yakında vizyona girecek. Çok beğendim. Danimarkalı bir rahibin İzlanda’nın ücra bir köşesine giderken yaşadığı yolculuğu ve oradaki inanç üzerinden değişimini anlatıyor. Ben hep başlıkları kelime oyunları ve göndermelerle süslerim. R
obert Bresson’un Bir Taşra Papazının Güncesi diye bir filmi vardır. Burada aslında referans Conrad’ın Karanlığın Yüreği. Kıyamet’te de Albay Kurtz, Marlon Brando karakteridir ya. Bir topluma gittikten sonra oraya uyum sağlarken kendinin de değişmesi, vahşetle girdiği ilişki vs... Bu film de çok güzel ve bu filmler bana sinemanın bitmediğini gösterdi.
Beast, Canavar olarak çevrildi, Antalya’da ödül aldı. Orada da bir Fransız çift, bir yere gidiyorlar ve yavaş yavaş oranın halkıyla yaşadıkları gerilimli ilişki, ben oraya İspanya’nın Anadolu irfanı diyorum. Rantın getirdiği körleşme, çürüme çok güzel anlatılmış.
-Sinemaya, sanata dair, ilgilisine oldukça ipucu verdiniz aslında söyleşimizle ama sinema yazarı olmak isteyenlere son olarak ne söylersiniz?
Basının var olma ya da okurla buluşma biçimleri çok değişti. Mesela artık dijital var, kâğıt ön planda değil. Kendi spesifik alanıma geleyim; örneğin bu ülkede sinema ve futbol çok sevilir ama net bir vurgulama yapmak gerekirse bu iki disiplinin de dergileri bir türlü yaşamaz. Yıllar içinde defalarca tanık oldum, büyük bir heyecanla çıkarlar ve eninde sonunda “Bu son sayımız, güzel maceraydı” yazısını okuruz ve perde kapanır! Bizim yetiştiğimiz dönemdeki koşullar çok farklıydı. Biz bir sistemin parçasıydık, ben mesela sadece sinema yazarı kimliğimle çalışmadım, çeşitli birimlerde emek sarf ettim, spor servisinde, kültür servisinde, mutfakta çalıştım. Bir sürü iş yapıp adeta onun bir armağanı olarak, “Sen bir de sinema yaz, bunu hak ettin!” der gibiydi.
Şimdi öyle yapılanmalar yok; zaten kaç tane gazete kaldı, kaç tane yazabileceğiniz yer var. Yani hepimiz bir takım servislerin elemanıydık, orada bir sürü iş yapıp bir de bunu yapıyorduk. Dışarıdan yazmak zaten büyük lüks, ona çok az insan erişebilir. Üstelik o yazılara da çok az para (telif) verirler. Zaten biz eğer o mutfaklarda çalışmasaydık hayatımızı ekonomik olarak devam ettiremezdik. Yeni modelde sinema yazarlığı biraz da ‘Twitter yazarlığı’na dönüştü. Bu yeni oluşumlara karşı benim söyleyecek çok sözüm yok, olamaz da. Hayatın gidişatı böyle,,. Biraz abartayım; ama ben bir filme sadece tweet atmak için gitmem! Ki sinema yazarının görevi ‘Beğendim’ ya da ‘Beğenmedim’i sağlam ifadelerle gerekçelendirmektir. Dolayısıyla bilemiyorum tabii, yeni medya düzeni nasıl olacak, nereye evrilecek; bunu bekleyip göreceğiz. Ama mesela The Guardian’a bakıyorum, eski kuşaktan Peter Bradshaw da oturup podcast yapıyor, zamana uyum sağlıyor yani…
Bir de hâlâ eski usul bir kafaya sahip olduğumdan kâğıt benim için daha önemli. Evet, israf falan ama benim için onun kokusu ayrı bir şey. O yazıyı sayfa üstünde görmem gerekiyor. Bir tane fotoğraf açılacak, başlık olacak, spot olacak; sayfadaki ana filmi, küçük küçük değinilen diğer filmlere ilişkin yazıları göreceğim falan. Şükürler olsun ki, ben o şimdilerde özlemini duyduğumuz zamanı yaşadık. Örneğin Radikal’de spor sayfasını da bir sanat eseri gibi görür, öyle tasarlar yapardık. Dolayısıyla ben hâlâ o ruhun ve biçimin peşindeyim ama tabii bütün bu anlattıklarım bizim ve bizden önceki kuşaklara ait bir durum. Bu çağları yaşayanlar vefat ettiğinde böyle bir duygu kalmayacak. Dolayısıyla o dönemlerde böylesi sayfaları, gazete mantığını kimse arayıp sormayacak ve yaşananlar uzak bir zamana ait hoş anılar olarak kalacak. Yeni gelenler de “Ne olmuş yani, sanatı başka şekillerde de ifade edebiliriz” diyecekler. (Gülüyor.)
Ceren Gündoğan: 1983 İstanbul doğumlu. İBBŞT TAL'de ve Akademi İstanbul Tiyatro bölümlerinde oyunculuk, Kocaeli Üniversitesi GSF/ Sahne Sanatları Dramatik Yazarlık bölümlerinde öğrenim gördü. İstanbul Devlet Tiyatroları’nda oyuncu ve reji asistanlığı, Asis Yapım'da proje tasarım asistanlığı ile dizi ve belgesel senaristliği yaptı. İlk romanı Yaralı Rüzgâr, 2022 Mayıs ayında Eksik Parça Yayınları etiketiyle yayınlandı. Artı TV'de Artı Sahne programı sürdürüyor.