Unutulmuş bir mühim resim eleştirmeni

Nahid Sırrı Örik’in ‘Resim Yazıları’nın benzersiz bir yanı var; diyebilirim ki içerdiği tanıklık, detaylar ve kapsadığı süre bakımından fazla rakibi yok… Sanat tarihçilerinin ve Cumhuriyet dönemi resmi meraklılarının bu kitaptan çok yararlanacağı muhakkak

Nahid Sırrı Örik’in ‘Resim Yazıları’, bize Türk resminin erken dönemleri hakkında çok ilginç detaylar veriyor. Yazıldığı dönemin içinden günümüze ulaşan, zamanın tartışmalarını, bugün birer başyapıt sayılan resimlerin ilk sergilenişlerini, belki de adı artık unutulmuş kimi ressamları anlatan yazılar bunlar.

1895 doğumlu Nahid Sırrı bir Cumhuriyet dönemi aydını. 1930’lardan itibaren etkili olmuş, gazete ve dergilerde yazılar yazmış, tiyatro oyunları kaleme almış, romanlar yayımlamış. 1990’larda Oğlak Yayınları ‘Kıskanmak’ ve ‘Abdülhamid Düşerken’i yeniden yayımladığında okumuştum. Sonra 2009’da şu sıralar yeni filmi ‘Hayat’ sinemalarda gösterilen Zeki Demirkubuz, ‘Kıskanmak’ı film yapınca Nahid Sırrı yeniden adını duyurmuştu. Şimdi, Everest Yayınları tüm kitaplarını yayımlıyor ve onu bir kere daha bu vesileyle hatırlıyoruz.

2022’de çıkan resim yazılarını şaşkınlıkla okudum. Çünkü Nahid Sırrı’nın resim merakını hiç bilmiyordum. Oysa üstat resme meraklı, resim çevreleriyle epey haşır neşir birisi. Kendine ait, bugün için paha biçilmez sayılabilecek, bir küçük koleksiyona sahip. Sanatçı dostları birkaç portresini bile yapmışlar. Adı unutulmuş bir ressam olan Sava İvanoff ve ünlü Eşref Üren imzalı iki resminden bahsediyor. Hatta anlıyoruz ki Eşref Üren, hoşluk olsun diye Nahid Sırrı’yı biraz genç yapmış, ama alay konusu olunca sonradan eline fırçayı tekrar alıp birkaç yaş büyütüvermiş…

Yazarın kitaplarını yayıma hazırlayan Bahriye Çeri’nin sunuş yazısından öğrendiğimize göre Nahid Sırrı’nın üç bine yakın dergi ve gazete yazısı var. Bunların içinde hatırı sayılır kısmı resim üstüne. Bu yazılarda çoğunlukla gezdiği sergileri anlatıyor. 1930’lardan 50’lere kadar gelen yazılar, dönemin gözde ressamları ve sanat dünyasının sorunları üstüne pek çok bilgi ve fikir barındırıyor. Örik, dönemin tipik bir aydını olarak eleştirel olmaktan ve medeni ülkelerdeki gibi bir sanat ortamımız olması için gerekli gördüğü fikirlerini yazmaktan çekinmiyor, bunu bilhassa tercih ediyor. 30’lardaki ilk yazılarında Devlet Resim Heykel Sergisi izlenimlerini kaleme alırken devletin aldığı bu resimlerin müdür odalarında heba olmasından yakınıyor ve bir müze kurulması gerektiğini söylüyor. Nitekim o müze daha sonra açılıyor. İstanbul Resim Heykel Müzesi’nin binasının köhneliğini de sergilenen eserleri de yabancı sanatçıların olmamasını da onun sonraki yazılarından okuyoruz. Yeteneğini övdüğü ama henüz 25 yaşında olan Bedri Rahmi’nin müzede bu kadar çok resminin sergilenmesini doğru bulmadığını yazıyor mesela. Ya da her yıl bir bütçeyle yabancı ustalardan resimler alınmasını öneriyor…

Belli ki General Halil diye andığı Halil Paşa’nın resimlerini seviyor. Onun ölümünün ardından yazdığı bir yazıda, 80 yaşında bile üretmeyi sürdüren bu çalışkan sanatçının son yıllarında pek resim satamamasını da üzülerek aktarıyor. İki yıl arka arkaya aynı resimlerin sergilendiği salonda üstlerinde aynı kıyafetlerle oturup bekleyen General Halil’i ve eşini anlatıyor.

Sanatçılarımızın hep aynı konuları ele almasını, peyzajlardan, natürmortlardan vazgeçememesini kolaycılığa bağlıyor. En azından devlete satmak için garantili bir konu olarak tercih ediyor bunu ressamlar. Nitekim bugün Türk resmi müzelerini gezerken de bu durumun sonuçlarını görebiliyoruz. Bir yazısında D Grubu Ressamları ile Naci Kalmukoğlu’nun sergilerini karşılaştırmış. 1945 yılı itibariyle ‘eskiden en müfrit cereyanları temsil eden’ D Grubu sanatçılarının artık ‘durulmuş’ olduklarını yazıyor. Yetenekli bulduğu, dostum diye bahsettiği Naci Kalmukoğlu’nu ise şöyle iğneliyor: “Resmini para ile satın alacak zenginin yatak odasında, salonunda ve yemek odasında bunu memnuniyetle seyretmesini ve ettirmesini esas vazifesi biliyor.” Sonra da şu gerçeğe işaret ediyor: “Fakat D Grubu’nun sergisinde henüz tek levha satılmamış, Naci Kalmukoğlu’nda ise yarıdan fazlası şimdiden satılmış”.

Türkiye’de ressamları anlatan esaslı kitaplar yazılmamış olması, sanat tarihi çalışmalarının cılızlığı, müzesizlik ve en önemlisi galerilerin azlığı ve yetersizliği sık sık dile getirdiği meseleler. 40’larda sanatçıların sergi açmak için sıra bekledikleri, mobilya mağazalarının içindeki galerilerden söz ediyor. İlginç yaklaşımları var, mesela ‘papazlar neden hiç tasvir edilmemiş Türk resminde?’ diye soruyor. Ya da ‘zenginler sanatçıları bir yaz için evlerinde ağırlasalar da farklı semt ve kentlerden resimler görsek’ gibi öneriler geliştiriyor. Akademi’nin efsane hocası Leopold Levy’i, ‘Fatih’ten beri ülkemize gelmiş yabancı ressamlar zincirinde önemli bir halka’ olarak tanımlaması da doğru mu doğru, ama daha önce hiç duymadığım bir yaklaşım…

Sergiler üstüne kaleme aldığı yazılarında sanatçıların sevdiği eserlerine işaret ederken, tek tek resimleri oluşturan figürleri, renkleri, konuları eleştiriyor. ‘Şu resmi sevdim ama bu acemice kalmış’, ‘Fahrülnisa’nın resminin bir köşesi iyi, ama şu köşesi kötü yapılmış’ gibi kendinden emin, kısa tenkitler yapmaktan geri durmuyor. Nahid Sırrı’nın günümüze bir sanat yazarı olarak kalmamasında acaba bu tarzının etkisi olmuş mudur? diye düşündüm yazıları okurken. Neticede sanat eğitimi almamış birinin bu gazete yazılarını ‘sanatçı dostları’ ne kadar benimsiyordu acaba? Öte yandan yazılanlar birer gazete yazısı olmakla da malul. Tamamını okuduğunuzdu birbirini tekrar eden isimler, resimler, yaklaşımlar, birer ikişer cümlelik tenkitler güzel ipuçları ve bilgiler veriyor ama sanat eleştiri anlamında derinlikli ve bütünlüklü bir yaklaşım oluşturmuyor. Ve tabii resim üstüne yeterince kitap olmamasını eleştiren Nahid Sırrı’nın bu konuda çeviri yapsa da bir kitap yazmaya girişmediğini görüyoruz. Belki o da kendini yeterli bulmuyordu… Bilinmez. Ama sonuçta Türk resminin bir döneminde belki etkili olmuş ama benimsenip kalıcılaşmamış Nahid Sırrı, gerçek bir ‘resim eleştirmeni’ ya da ‘sanat tarihçisi’ olarak algılanmamış.

Nahid Sırrı Örik’in bu dizide çıkan ‘İstanbul Yazıları’ adlı kitabını da okudum. Döneminin başka yazarları bize çok daha iyi İstanbul anlatıları bıraktılar. O nedenle o kadar etkilemedi beni. Ama bu resim yazılarının benzersiz bir yanı var; diyebilirim ki içerdiği tanıklık, detaylar ve kapsadığı süre bakımından fazla rakibi yok…Sanat tarihçilerinin ve Cumhuriyet dönemi resmi meraklılarının bu kitaptan çok yararlanacağı, merakla okuyacağı muhakkak.


Cem Erciyes: Gazeteci, yayıncı. 1971 doğumlu Cem Erciyes, İzmir Bornova Anadolu Lisesi’ni ve Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. İstanbul Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler dalında yüksek lisans yaptı. Gazeteciliğe 1992’de Dünya Gazetesi’nde başladı. Dünya Kitap dergisi ve kültür sanat sayfalarında çalıştı. 1997 yılında Radikal’e geçti. Kültür Sanat Editörü ve Radikal Kitap Eki Yayın Koordinatörü, Ek Yayınlar Yönetmeni gibi görevler üstlendi… 2016 yılında Doğan Kitap’ın yayın direktörlüğünü üstlendi. Halen bu işi yapıyor. Çeşitli dergi, gazete ve internet sitelerinde yazıları yayımlandı. TRT’de, Açık Radyo’da kültür sanat ve tarih programları hazırladı, sundu.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Cem Erciyes Arşivi