Aris Nalcı
Yaraları görmeden...
Merhabalar.
Bu haftaki yazıyı kendime ayırdım...
O kadar da olsun değil mi?
Bu blogun okuyucuları bilirler, tanırlar ve genelde de Agos ve İMC TV'den bu yana her yerde yazdıklarımı takip ederler, seyrederler. Var olsunlar.
Bu haftaki sosyal medya linç kampanyasının ardından birçok soru, destek, küfür ve mesaj geldi. Herkes detay soruyor. Dizi film sanki.
Tek tek yazmaktansa bir kereden yazayım herkes okusun dedim.
Gelin dertleşelim bugün sizinle.
Biliyorsunuz ben aynı zamanda Artı projesinin başından bu yana bir parçasıyım.
İMC TV'nin daha temelleri atılırken de oradaydım. Ermeni toplumunun böyle bir yeni medya projesinde temsilinin önemi üzerine Eyüp abiden uzun uzun nasihatlar işitmişimdir.
2011 yılında Türkiye'de bir ilki başardık ve sadece azınlık toplumların gündemini konu alan Gamurç / Köprü programına başladık.
Şimdiye kadar da devam ediyorum.
Biz 'az'ların dertlerini anlatmanın yolunun bu derdi anlatmamız gereken kesime, anlatılması gereken dilde yani Türkçe olduğundan yola çıktık.
Adı üstünde 'köprü' olmaktı amaç.
Öyle de oldu.
2011'den 2016'ya kadar oluşan konjoktür Türkiye'de bizim daha fazla konuşmamız ve konuşturmamız gerektiğini gösterdi. Bu konjoktür tabi ki kendisi oluşmadı, bizimle oluştu.
Bizler sesimizi çıkardıkça ileriye doğru ilerledi.
Bizleri sesimizi yükselttikçe siyasetçilerimiz, tv programlarımız, her medya kuruluşunda sesimiz duyuldu.
Yeri geldi Türkiye'de Türksat'tan ve Dsmart'tan Ermenice yayınlanan programlar yaptık. Karabağ'a gittik, devlet yetkilileriyle görüştük ve yayınladık. Nota aldık bu yüzden.
Levon Ekmekçiyan'ı konu ettik.
Şimdi yine aynı ülkenin konjöktürü bu hafta bize darbe mahkemelerinde yargılanan ve idama mahkum edilen bir Ermeni olan Levon Ekmekçiyan'ın idamının yıldönümünde, o dönemi yaşayan Ermeni toplumunun ruh halini konuşturtmadı.
Ekmekçiyan'ın dava dosyasında halen soru işareti olarak duran birçok noktayı tartışmamıza ortam yaratamadı.
Kendi kemikleri yerine ailesine hayvan kemikleri iddia eden Melih Gökçek dönemi Ankara Belediyesi'nin Mezarlıklar Müdürlüğü'nün yaptıklarını açığa çıkaramıza, MİT'çi Ermenileri konuşmamıza izin vermedi.
Oysa anlatacak çok şey vardı.
Aşırı sağın oylarına talip particiklerin bir sosyal medya linç kampanyası bu kez bizi hedef gösterdi. İşi çığrından çıkardı.
Bazı araştırmacı ve yazılımcı dostların da yardımı ile hedef gösterenlerin aslında bir trol kampanyasının maşası olduğu, İyi, Vatan ve Zafer partilerinin telegram gruplarında örgütlendiklerini öğrendik.
Zaten küfürlerin çoğu da 100-300 takipçili trollerden geldi. Ama organize idi.
İşin ucu iş arkadaşlarama ve sevdiklerimize dokundu. Bugüne kadar projelerde birlikte çalıştığımız arkadaşlarım bazılarına bile tehdit gitti benimle çalıştıkları için.
Programla ilgili tanıtım duyurumuz sosyal medyada 1 buçuk milyon kişiye ulaştı 26 binden fazla şikayet aldı.
Bu yazıyı yazdığımda sosyal medya hesabıma 30 gün boyunca kısıtlamalar getirildi.
Yüzlerce tehdit mesajının bana ulaşması bir yana, Türkiye'de yaşayan ve bu programa katkı sağlayan çalışma arkadaşlarıma, programın kurgucusuna, sesçisine, kameramanına, içerisinde yer alan şiiri okuyana ve çevirene giden tehditler işin boyutunun ciddiyetini gösterdi.
Çalışma arkadaşlarımın güvenliğine saygım var.
Eminim onların da benimkine.
Onların güvenliği benim editoryal insiyatifim sebebiyle tehdit altında ise, tabii ki geri adım atılır... Bu yaptığım işe inanmadığım için değil. Saygımızdan dolayıdır. Bunu yapmayan ve birçoklarını hedef gösteren gazeteciler olabilir. O onların sorunu.
Çünkü kamera sadece kamera demek değildir. Arkasında onu tutan bir insan vardır. Çocukları vardır.
Ses sadece ses değildir. Onu okuyan bir insandır.
Kurgucu sadece bir bilgisayar değildir. O işi kurgulayan gözün sahibi bir insandır...
Benim de o insanın güvenliğinde sorumluluğum varsa.
Saygım da olmalıdır.
O yüzden 'neden yayınlamadın programı', 'neden geri adım attın', 'yapsaydın da görselerdi' diyen okuyucu takipçi ve dostlara cevap bu satırlarda.
Ama bu süreçte yalnızlaştırıldığım konusundaki eleştirilere tamamen katılıyorum.
Nor Zartonk'a ve Yeşil Sol'a buradan bir teşekkür etmek gerekir kurumsal olarak sahiplendikleri için.
Fikirlerine inandığım bir dostum tehditleri görüp beni aradığında: "Şimdiki aklımız olsa Hrant'ın 'Türkten boşalan kan' yazısına 'yazma abi' demez miydik? İşte ben de sana yapma bu programı diyorum. Bir kişi daha kaybedemez bu toplum" dedi.
Doğrudur, benim artık bir kişi, Türk veya Ermeni, kaybetmeye tahammülüm yoktur. Sizin de olmamalıdır bence.
Bir başkası: "Türkiye'de olsaydın direkt çıkmanı tavsiye ederdim" dedi.
Ermeni toplumundan bir yazar ağabeyimen nasihat şöyleydi: "Yok öyle bedavaya Hrant kardeşliği"
Çünkü biz biliyoruz Sabiha Gökçen haberleri sonrasında nasıl işledi o mekanizmalar. Nerelere getirildi.
Haklıardı.
Ağca belgeselleri çekilebilirdi.
Çatlılar, işkenceciler konuşuldu.
Katliamcı liderler devlet katında ağırlanabildi.
Ama her yönüyle lanetlenen darbe döneminde Kenan Evren yönetiminin idam ettiği bir Ermeni konuşulamazdı.
Tabunun tabusuydu bu.
Yani Kenan Evren'in her yaptığı yanlış ama 'bu Ermeni'yi idam etmesi haklı mıydı?
Hayır değildi.
Kenan Evren'in, darbe döneminin "terörist" dediği herkes terörist mi kabul edildi, durum ve adalet sorgulandı ne ki bu bir Ermeni ise hiç böyle olmadı. Evet biliyorum bu bizim az ve zayıf olmamızla direkt alakalı. Oysa hakikat az ya da çok, güçlü ya da güçsüz olma meselesidir adaletsiz dünyada.
Neydi dert?
Levon Ekmekçiyan'ı konuşmak niye bu kadar dokundu bazılarına?
Çünkü yeri geldiğinde Levon'u 12 Eylül'de idam edilen sosyalistler listesine almayacak bir sol zihniyet de var. Bundan beslenen milliyetçi bir kesim de.
İyi'si, Vatan'ı, Zafer'i hepsi birer parçası bunun. Hatta ana muhalefet partisi denen parti.
Ne olduğunu, ne yapıldığını konuşmak sadece zayıf olanın değil güçlü olduğunu düşünenin de hakikatle ilişkisini değiştirir. Hepimiz biliyoruz ki güç sürekli el değiştirir siyasette. On yıl önce idam ettiğine on yıl sonra özür de dilenebilir siyasi iklim değişince. Hatta idam edenler bile bu özrü dileyebilir gücünü kaybedince. Oysa adalet güce mi bağlı olmalıdır? Evet biz güçsüsüz bunu biliyorum...
Baskı ile tehdit ile azınlıklara geri adım attırdığınızda bu durum baskı yapanları da neden sonra daraltan bir duruma dönüşür. Sürekli baskı ve tehditle yaşıyor hale gelir tüm ülke. Tartışma, konuşma ve ifade edebilme ise başka bir ülke yaratır haliyle.
Ne olduğunu konuşmak ve duymaktan imtina edilmesi durumun değişebileceğine dair korkuyu ifade eder. Yoksa konuşulmasından neden imtina etsin ki insanlar. Ancak konuşulamayan yerde bilgisizlik, önyargı, kötülük konuşur.
Yaralarımızı konuşmadan, birbirimizi duymadan nasıl geleceğe yürüyebiliriz? Birbirimizin yaralarını görmeden derdimizin ne olduğunu nasıl bilebiliriz?
Sosyal adalet:
Gelelim işin öteki boyutuna.
Twitter adaletine.
Polis hesaplarından, üniversite profesörlerinden ve eğitimcilerinden gelen doğrudan tehditlerin hepsini twittera ve facebook'a şikayet ettik.
Sevan Nişanyan'ın hesaplarını zırt pırt kapatan bu kurumlar, doğrudan şahsıma gelen bu tehditleri, topluluk kurallarına uygun gördüklerini belirttiler. Ne twitleri sildiler ne de yorumları. Ne de hesapları askıya alındı bu şahısların.
Bunlar ifade özgürlüğü görüdü.
Yani bir insanın adını vererek hedef göstermek sosyal medya tarafından açıkça destekleniyor.
Sosyal Medya şirketlerinin Türkiye'de ofis açmaya zorlayan zihniyetin hedefine ulaştığı belli. İçeride bazı bürokrat sosyal medyacılar işine gelen şikayeti kabul edip, işine gelmeyeni etmiyor...
Sevgili okuyucular.
Bu hafta canınızı sıktım belki biraz ama şunu diyeyim.
Birinin can güvenliğini size bağlarlarsa, önce canını düşünün derim.
Kendinizi değil.
Tabii ki yazmaya da programa da devam.
Bir Silva Gabudikyan şiiri ile bitirelim yazıyı:
Yağmur yağıyor oğul
Sonbahar ıslak,
Bu darağacı nereden çıktı?
Gözlerim bütün gece açık
Seni nereye götürdüler, ne yaptılar oğul?
Tüm günümüz sakin geçti
Oysa orada salanan vücudün soğuktu
Bizim için tutkuyla çıkış arıyordun ama bizim için kayboldun .
Sen ölmedin, ölen bizdik.
Biz günaha saplanmış bir nesil
Yağmur yağıyor oğul.
Sonbahar ıslak.
Zavallı, aldatılmış sevgin
Islak gözlerim gibi...