Yemek mitolojileri ve erkekler...
Adams’ın teorilerinden hareketle söyleyebiliriz ki, yemek ve özellikle et tüketimi, yalnızca bir beslenme tercihi değil, aynı zamanda toplumsal cinsiyet hiyerarşilerinin ve patriyarkal güç dinamiklerinin bir ifadesidir.
Bebek ağlayarak gelir dünyaya. Ona gösterilen ilk tepkilerden biri meme vermektir. Memeli hayvanlar doğumdan sonra yavrularını emzirme pozisyonu alır. Meme emmek ve emmeyi öğrenmek, bebeğin içgüdüsel bir davranışıdır. En yakın akrabalarımız olan maymunlar da yavrularını kucaklayarak memelerine yaklaştırır ve emzirir. Ancak insan farklı bir yol izler. Emzirmede anne diğer hayvanlardan farklı olarak çocuğun ağzına veriri memeyi, çocuk bulmaz...
Sanıyorum M. Dornes’in yazdığı bir metinde yer alıyordu: Bebeği emzirmek, bebeğe uygulanan ilk şiddettir. Doğumdan sonra anne bebeği kucağına alır ve memesine götürür. Bebeğin ağzına meme ucunu annenin kendisi sokar. Bu süreçte annenin ısrarcı ve zorlayıcı bir tutumu vardır. Bebeğin emme kasları zayıftır; bu nedenle anne, sürekli teşvik ederek ve tekrarlarla bebeğe emmeyi öğretir. Zamanla bu davranış, anne ile bebek arasındaki özel bir mahrem alana dönüşür. Artık emmek ve emzirmek yalnızca doyma amacı taşımaz.
İnsan, emme eylemi üzerinden sosyalleşir. Bu süreç, bebeğin anneyle bağ kurmasını ve ona güven duymasını sağlar. Bebek için dünya, anneyle sınırlıdır ve dünyaya olan güveni, anneye duyduğu güven üzerinden şekillenir. Bu süreçte E. Erikson’un söz ettiği temel güven duygusu gelişir. Bebek, dünyanın güvenilir bir yer olduğunu anneyle kurduğu bağ sayesinde deneyimler. Emme eylemi, yalnızca fiziksel bir doyum değil; aynı zamanda bakışlar, gülümsemeler ve sohbetlerle iletişim kurmayı içerir. M. Balint’in sözünü ettiği ilk aşk (primäre Liebe) da burada başlar. Bebek, emerken karnını doyurmakla kalmaz; aynı zamanda sevgiyi ve aşkı öğrenir.
Belki de aşıkların yemekle/oraliteyle aşkı birleştirmesi buradan gelir. Yemek ile aşk, doyum eylemi ile bağlanma arasında güçlü bir ilişki vardır. Yetişkin aşklarındaki metaforlar da bunu destekler: “Kiraz dudaklı", "zeytin gözlü", "elma yanaklı" gibi ifadeler, aşkın yamyamca bir yönünü ima eder. Sevdiğimiz kişiye “Yerim seni!” derken aslında bu dürtüyü ifade ederiz. Freud da Totem ve Tabu eserinde, oğulların öldürdükleri babalarını yedikleri bir “ilk topluluk”tan bahseder. Yemek eylemi, yediğimizi kendimize katmamızı sağlar; yani yediğimiz yemek, sindirilerek bedenimizin bir parçası haline gelir. Belki sevgiliyle bir olma arzusu da bu şekilde gerçekleşir: Yemeği paylaşarak, bir anlamda onu kendimize ekleyerek.
Alexander Schuller, Die Gemeinschaft der Kannibalen (Yamyamlar Topluluğu) adlı eserinde, sevginin ve cinselliğin yamyamca bir yanı olduğuna dikkat çeker. Bu yamyamca arzu, zamanla dönüştürülerek bir uzlaşmaya varılır. Sevgililerin yemek ritüelleri belki de bu uzlaşmanın bir parçasıdır. İlk başta şiddet içeren emme eylemi, zamanla sakinleşmeye, doyuma ve rahatlamaya dönüşür. Stres anlarında yemek yiyerek oralite üzerinden sakinleşmek de büyük olasılıkla annenin memesinde başlar. Ağladığında, acıktığında ya da huzursuz olduğunda, bebek için meme huzur veren, teselli eden ve sakinleştiren bir araçtır. Meme, bebek için adeta bir mucizedir.
Bu mucize, annenin olağanüstü bir varlık olarak algılanmasını sağlar. Anne, açlığı tokluğa, huzursuzluğu huzura dönüştüren kişidir. C. Bollas’ın ifadesiyle anne, “dönüştüren obje”dir. Bebeğin hayatında mucizeyi yaratan, annenin kendisidir. Mucizelere olan inanç da bu deneyimle başlar. Yetişkinlikte mucizelere inanmak batıl bir inanç gibi görünse de bebeğin dünyasında bu inancın somut bir karşılığı var.
Bazen bebek, annesini emerken adeta memeye saldırır ve onu yer gibi davranır. Bu durum, annenin ya da memenin “yiyerek kendine katma” arzusu ile ilişkili olabilir. P. Falk, Essen und Sprechen (Yemek ve Konuşma) adlı eserinde, yemek eyleminin bu yönüne dikkat çeker. Burada yemeğin yalnızca bir beslenme aracı değil, aynı zamanda bir tür duygusal deneyim ve ilişki biçimi olduğu vurgulanır. Bebeğin, annesinin memesini emerken hissettiği yoğun istek ve belki de bununla bağlantılı olan bir tür haset, bu davranışta kendini gösterebilir.
Temel güven duygusu, yani dünyanın güvenilir bir yer olduğu hissi, büyük ölçüde yemekle bağlantılıdır. Acıktığında ağlayarak ihtiyacını dile getiren bebeğin, her seferinde doyurulması ve bu deneyimin sürekliliği, onda güven duygusunun gelişmesini sağlar. Bebek, açlığının giderileceğine ve huzursuzluğunun yatıştırılacağına dair bir beklenti geliştirdikçe, dünyayı daha güvenilir bir yer olarak algılamaya başlar. Bu döngü hem fizyolojik hem de duygusal bir tatmin sağlayarak güven duygusunun temellerini atar.
Yemek ve haset... Hayvanlarda, bazı türlerin yemek yerken birbirleriyle boğuştuğunu gözlemleriz. Yemek ve haset, bölüşmek istememe, kardeşler arasındaki kıskançlık yalnızca sevgi ve dikkat yoğunluğu üzerinden değil, yemeğin paylaşılmasında da kendini gösterir. Yemek paylaşımı, sembolik olarak sevginin paylaşımıdır. Bir çocuğun tabağına konulan yemek, onun gözünde tabağa konulan sevgi ve ilgi olarak da algılanır.
Yemek, agresyonu önlemede etkili bir araçtır. Bebek ağladığında, annenin gelmemesine verdiği tepki genellikle kızgınlıktır ve bu kızgınlık ağlama yoluyla dışa vurulur. Ancak bir süre sonra, teselli edilemeyecek kadar yoğun bir öfkeye kapılabilir. Bu noktada sakinleşme, annenin memesiyle mümkün olur. Ancak burada çocuğu kızdıran temel neden açlık değil, annenin yokluğudur. Bu dinamik zamanla geleneksel bir davranış biçimi haline gelir: Yemek, agresyonu azaltıcı ve önleyici bir araç olarak kullanılır.
Politikada da yemek bu amaçla sıklıkla başvurulan bir araçtır. Ramazan çadırları, ucuz ekmek dağıtımı gibi etkinlikler, sadece dua almak için değil, aynı zamanda politik hedeflere hizmet eder. Öfkeyi nötrlemek ve yönetmek amacıyla yemek kullanılır. Irak ve Afganistan savaşlarında, Amerikan ordusu günlerce, hatta aylarca süren bombardımanlarla yerleşim yerlerini imha etti, pek çok sivilin ölümüne neden oldu. Bombardımanların yarattığı ölümler ve açlıkla birlikte oluşan öfkeyi, uçaklardan yiyecek atarak hafifletmeye çalıştılar. Ölenlerin yakınlarında oluşan derin öfkeyi yemekle bastırarak, kendilerini “kurtarıcı” olarak sunmayı başardılar. Böylece fail, bir kahramana dönüştü ve mağdurları kendisine bağladı.
Bu stratejiyi farklı biçimlerde gözlemleyebiliriz. Örneğin, Erdoğan, yoksulluk içinde bıraktığı halka çay paketleri fırlatarak kendisi ve ailesi için dua toplamayı başardı. Yoksulluğun yarattığı öfkeyi, küçük hediyeler ve vaatlerle hafifletti ve halkın bir kısmında bu öfkeyi bağlılığa dönüştürdü. Bu, faillerin mağdurlar üzerindeki manipülatif gücünün bir örneğidir.
Christine Ott kapsamlı çalışmasında “erkeğin kalbine giden yol” söylemine atıfta bulunarak insan kimliğinin mide üzerinden şekillendiğini ifade eder (Identität geht durch den Magen). Bir insanın kim olduğunu, yediği yemekler, yemek yeme biçimi ve nerede yediği üzerinden de anlamak mümkündür. Çünkü yemek kültürü, kişinin kimliği hakkında önemli ipuçları verir.
Yemek, bir insanın milliyeti, dini inançları, sosyal statüsü, sınıfsal konumu ve hatta cinsiyeti gibi birçok özelliğini yansıtır. Hangi yemeklerin tercih edildiği, bunların hangi ortamlarda tüketildiği ve yemeğin hazırlanış şekli, bireyin toplumsal bağlamını ve kimlik unsurlarını açığa çıkarır. Bu nedenle, yemek kültürü yalnızca bir beslenme alışkanlığı değil, aynı zamanda kişinin toplumsal ve kültürel aidiyetlerini ifade eden güçlü bir araçtır.
Her yemek zehir zıkkım oluyor… Kilo aldım galiba…
Yemek sosyal bir aktivite. Bazı kültür kuramcıları kültürü oral ve anal diye ikiye ayırırlar. Anal kültüre örnek olarak da Alman Kültürü gösterilir… Freud’un sözünü ettiği anal dönemin konuları güç ve gücün kontrolü, otonomi, parayla ilişkilerdir. Kuralcılık, düzenlilik, sözünü tutma. Yani bunları obsesif yapma eğilimi. Oral Kültürler ağız bölgenin sürekli meşgul edilmesi (yemek, konuşmak gibi), bakım, doyurulma (dikkat, önemsenmek gibi) konular. Ben de oral kültürü yaşayan biri olarak arkadaşlarımla izinde yemeklerde buluşuyorum. Yediğimiz her yemekte ‘çok lezzetli ama kilo alırım’, göbeği kontroller, kalori seminerleri… Soru şu: İnsanlar zevkle yaptıkları bir şeyi sonradan neden zehir ve zıkkıma çeviriyorlar. Yani keyif alınan bir şey neden suçluluk duygusuna/pişmanlığa dönülerek sembolik olarak imha ediliyor…
Melani Klein bebeğin anneyi bir bütün olarak göremediğini annenin bebek için meme olduğun yazar. Kendisini doyuran huzur veren memeyi ‘iyi meme’ ve huzursuzluğu da ‘kötü meme’ olarak gördüğünü daha sonraki dönemde anneyi bir kişi gördüğünü ve bunun olabilmesi için de önce iyi ve kötü, ananın aynı kişiler olduğunu kavradığını, iyi ve kötü memeyi/anneyi entegre ettiğini anlatır… İyi anne çocuk doymasına rağmen meme veriyorsa, ya da mesela altını ıslattığını fark etmeyip meme verdiğini ve böylece altı temizlenmeyen çocuğun memeyi kendisini rahatlamadığından ötürü ‘kötü’ meme olarak yaşadığını düşünelim. İşte belki de yediği yemeğin zehir ve zıkkım olduğu an… Yemeğin karnımız doyurduğu, sosyalleştirdiği ama psikolojik gereksinimlerimizi de yeterince gideremediği için mi her yemek sonrası yediğimiz yemekten pişmanlık duyuyoruz? Burada soruya cevap aramanın ötesinde soruna işaret etmek için yazıyorum bunları… Yediğimiz yemekten, aldığımız hazdan sonra pişmanlık… İnsanın keyifli bir şeyi bir sürece dönüştürememesi, keyif aldığı için sonradan pişman olması, suçluluk hissetmesi, insanın kendisine keyfi layık görememesi… Ergenlik dönemindeki haz ve yasak ilişkisi de burada mutlaka rol oynuyor olabilir…
Yemek kültürü politiktir…
İnsanoğlu hazla, yemek üzerinden tanışır. Yemek, sadece bir fiziksel doyum aracı değil, aynı zamanda duygusal bağların kurulmasında önemli bir araçtır. Bebek, annesini emerken ve onunla bakışırken sevgiyi öğrenir. Annenin kucağında açlığı giderildiğinde, bu deneyim ona güven duygusunu kazandırır. Yemek, bebek için ilk bağlanma deneyimlerinden biridir ve aynı zamanda sosyalleşmeyle tanışmasının temel yollarından biridir. Bu nedenle, yemek hem bireysel hem de toplumsal ilişkilerde önemli bir rol oynar. İnsan hayatında ilk deneyimlenen şey yemektir ve insanlık tarihindeki en önemli unsurlardan biri yemek ve onun etrafında oluşan kültürdür. Eski tanrılar ve ritüeller bile öncelikli olarak beslenmeyle ilişkilidir: Bereket tanrıları, hasat ritüelleri, beslenmek için öldürmenin ritüelize edilmesi ve kurbanlar, yemeğin tarih boyunca kutsallıkla ilişkilendirildiğini gösterir. Bu kadar önemli bir konu karşısında günümüzde dinlerin ve politikanın yemek meselesinden uzak durması neredeyse imkânsızdır.
Örneğin, cennet, çoğu dini anlatıda sonsuz, sınırsız ve sürekli yemek yenilen bir yer olarak tasvir edilir. Jürgen Martschukat, Das Zeitalter der Fitness adlı kitabında, modern dünyada yemek ve beslenme politikalarının dönüşümünü ele alır. Martschukat, bedenin beslenme yoluyla denetlenmesini, şişmanlığın bir hastalık olarak tanımlanmasını ve sağlık politikalarının bu algıyı nasıl şekillendirdiğini inceler. Eskiden ilahi bir takdir olarak görülen sağlık, beslenme ve rızık gibi kavramlar, artık bireyin sorumluluğuna bırakılmıştır. Toplum, normlara uygun bir bedeni olmayan bireyi “sağlıklı beslenmiyor” suçlamasıyla damgalar ve onu dışlamaya yönelir.
Günümüz kapitalizmi, yemeğin dengesinin kaybolduğu bir düzen yaratmıştır. Martschukat, neoliberalizmi “bulimik kültür” olarak tanımlıyor. Bu tanım, tüketimle aşırı yemenin iç içe geçtiği, ancak bir yandan da “ideal beden” takıntısının dayatıldığı bir toplum yapısını yansıtır. Örneğin, 2022’de diyet endüstrisinin ticaret hacmi 250 milyar doları bulmuştur. Yemek etrafında şekillenmiş bir hayat yaşarız: İş, kazanç, alışveriş gibi eylemler bile dolaylı olarak yemek kültürünün birer parçasıdır.
Sofra adabı, yemek düzeni ve alışveriş gibi gündelik pratikler de yemek kültürüne dahildir. Yemek, yalnızca bir fizyolojik ihtiyaç olmaktan çıkmış, toplumsal normları ve kimlikleri belirleyen bir kültürel araç haline gelmiştir. Yemek üzerinden şekillenen bu kültür, bireysel seçimlerden ziyade, toplumun dayattığı idealler ve politikalarla derinlemesine ilişkilidir.
Yemek ve Erkek Egemenliği
Kadın ve erkek arasındaki eşitsizliğin nedenlerinden biri, yemek ve yemek kültürü etrafında oluşturulan görev dağılımlarında yatmaktadır. Pierre Bourdieu, Erkek Egemenliği (Die männliche Herrschaft) adlı eserinde, erkeklerin genellikle sürekli olmayan ve monotonluktan uzak işlerde çalıştığını ifade eder. Örneğin, savaş, avcılık veya hayvan kesimi gibi işler, günlük yaşamın sürekli bir parçası değildir. Ekin biçmek ya da koyun kesmek de köy ve kasabalarda yalnızca belirli zamanlarda yapılan görevlerdir. Bu tür işler, yılın belli dönemlerinde geçici olarak gerçekleştirilir ve aralarında boş zamanlar bulunur.
Buna karşılık, kadına yüklenen işler monoton ve süreklidir. Örneğin, yemek pişirmek her gün yapılan bir iştir ve hiçbir mevsimsel döngüye bağlı değildir. Bu konumdaki bir kadının hayatındaki en zor ve itici soru sıkça ‘bugün ne pişireceğim’dir. Aynı şekilde, hayvanları yemlemek ya da çocukların bakımını üstlenmek gibi görevler de sürekli tekrar eden sorumluluklar arasındadır. Bu, kadının yaşamını sürekli bir döngü halinde iş yüküyle sınırlar.
İlk insanlar avcı-toplayıcı toplumlardan oluşuyordu. Avcılık, riskli ve belirsiz bir uğraştı; bazı zamanlar gruplar günlerce av bulamayabiliyordu. Bu durum, beslenme konusunu hem fiziksel hem de varoluşsal bir sorun haline getiriyordu. Thomas Macho’nun Warum wir Tiere essen (Biz Neden Hayvan Yiyoruz?) adlı kitabında belirttiği üzere, insan, bu riskleri azaltmak ve besine daha kolay ulaşmak için üç yöntem geliştirdi: hayvanları avlamak, evcilleştirmek ve modern çağda hayvan besicilik endüstrisini kurmak.
Müslüman toplumlarda erkek egemenliği, kadının beslenme için erkeğe bağımlılığı üzerinden de pekiştirilmiştir. Helal kesim kuralları bu bağımlılığı daha da güçlendiren bir faktördür. İslami kurallara göre, hayvan kesimi hakkı yalnızca erkeğe verilmiştir; bu, erkek egemenliğini dinî bir zeminde yeniden üretir. Bu kurallar, kadının besin kaynağına erişimini doğrudan erkeğin otoritesine bağlamaktadır.
Bu tarihsel ve kültürel görev dağılımları, erkeklerin daha ayrıcalıklı, özgür ve belirli risklere dayalı bir alanda çalışırken; kadınların sürekli ve monoton işlere mahkûm edilmesine yol açmıştır. Bu durum, sadece ekonomik ve toplumsal değil, aynı zamanda psikolojik ve kültürel bir eşitsizliğin temelini oluşturur.
Feminist ekolden gelen Carol J. Adams, Zum Verzehr bestimmt (Yenilip İçilmeye Uygun) adlı çalışmasında, avcı-toplayıcı toplumlarda cinsiyetlerin yeme önceliklerini ve bu önceliklerin toplumsal cinsiyet rolleriyle olan ilişkisini ele alır. Avcı erkek, genellikle et peşindedir ve bu sadece bir beslenme tercihinden öte, sembolik bir anlam da taşır. Tarih boyunca, erkeğin yeme tercihinin et olmasının gerekçesi, genellikle “erkeğin protein ihtiyacının daha fazla olduğu” iddiasına dayandırılmıştır. Bu anlayış, savaş dönemlerinde erkeğin etle beslendiğinde daha iyi savaşacağı inancıyla da pekiştirilmiştir. Evde baba, savaşta asker ve yatakta daha “kuvvetli” olması için erkek, et tüketimiyle güçlendirilmiştir.
Kapitalizm bu geleneği devam ettirmiştir. Et tüketimi yaygın olmasına rağmen, günümüzde çoğu insan, bir hayvanın öldürülüşünü doğrudan izlemekten kaçınır. Çünkü bu süreç, felsefi ve duygusal düzeyde rahatsızlık yaratabilir. Yemekte et tüketilirken, hayvanla olan ilişki koparılır; artık bu, bir kuzu ya da koyun değil, sadece “et”tir ve bir besin maddesi olarak görülür. Öldürülen hayvanın varlığını hatırlamak, iştahı kaçırabilir ve bu nedenle bu bağlantı bilinçli olarak gizlenir.
Patriyarkal iş bölümü de bu dinamikleri desteklemiştir. Para kazandırmayan ve değersiz sayılan ev işleri kadına yüklenirken, para getiren işler, örneğin fabrika işçiliği, değerli olarak kabul edilmiş ve erkeklere ayrılmıştır. Bu anlayış, beslenme alışkanlıklarına da yansımıştır. “Aslanın ağzındaki ekmeği” ailesi için kazanan kahraman baba, sofrada etin en iyi kısmını alır. Çünkü et, erkeğin kuvvetini, ailesini geçindirme yetisini ve gerektiğinde vatanını savunacak gücünü simgeler.
Patriyarkal kültür mitolojileri, erkekliği ve gücü etle ve besinle ilişkilendirmiştir. Bu durum, “At, avrat, silah, rakı ve et” etrafında örülen fallik bir anlatıyı doğurmuştur. Et, erkeğin gücünü ve otoritesini simgeleyen bir sembole dönüşmüştür. Fallik narsizm, bu bağlamda et ve tüketim kültürü üzerinden yeniden üretilir. Adams’ın teorilerinden hareketle söyleyebiliriz ki, yemek ve özellikle et tüketimi, yalnızca bir beslenme tercihi değil, aynı zamanda toplumsal cinsiyet hiyerarşilerinin ve patriyarkal güç dinamiklerinin bir ifadesidir.
A. Schuller, erkekler arasında oluşturulan kültürün tarihsel kökenlerinin birlikte avcılığa ve dolayısıyla öldürmeye dayandığını belirtir. Birlikte avlanmak, ordu kurmak, savaşmak gibi faaliyetler, bu kültürün devamıdır. Avlanma eylemi, erkeğin gücünü avına kabul ettirmesi ve onu öldürmesi anlamına gelir. Bu, aynı zamanda güçlülükle özdeşleştirilen bir durumdur. Ancak, kendinden daha güçlü bir hayvanı öldürebilmek, yalnızca fiziksel güçle değil, iyi bir organizasyon, planlama ve silah kullanımıyla mümkün olur. Burada av ve avcı arasındaki ilişkide bir “hile” unsuru da devreye girer. Bu hile, erkeklik kültürünün içselleştirilmiş bir parçası ve aynı zamanda patriyarkal düzenin bir yansımasıdır.
Avlanma, öldürme ve et yeme eylemleri, yalnızca güç ve kontrolü değil, aynı zamanda vahşilikle ve bilinçdışı düzeyde bir tür yamyamlıkla da ilişkilidir. Et yemek, sembolik olarak yamyamlığın toplumsal açıdan kabul edilebilir ve kibar bir hali olarak yorumlanabilir. Avcı ve av arasındaki güç dengesizliği, erkeğin üstünlüğünü pekiştiren bir yapı yaratır. Bu hem fiziksel hem de sembolik düzeyde erkeğin “öldürerek hükmetme” anlayışını sürdürür.
Et yeme eyleminin bu tarihsel ve kültürel arka planı, yalnızca bir beslenme alışkanlığı değil; aynı zamanda erkeklik kültürünün, gücün ve kontrolün sembolik bir ifadesidir. Patriyarkal düzende avcılık ve et yeme, bir yandan üstünlüğü yüceltirken, diğer yandan bu üstünlüğün meşrulaştırılmasını sağlar. Bu kültürel dinamik, Schuller’in işaret ettiği gibi, erkeklik ve güç arasındaki ilişkiyi derinleştirir ve toplumsal düzenin yapı taşlarından biri olarak karşımıza çıkar.
İnsanların yaşadıkları coğrafya ve yaşam koşullarının beslenme ve yemek kültürüne direkt etkisi var. Richard David Precht Hayvan Düşünür (Tiere Denken) adlı kapsamlı çalışmada evrimde insanlaşma sürecini anlatırken tarımın mümkün olmadığı coğrafyada yaşayan insanların (mesela Eskimoların) etle beslenmek zorunda olduklarını yazar. Tropik bölgelerde ise bitki zenginliği ete bağımlığı azaltıyor.
Doğadaki etobur hayvanlar, öldüklerinde leşleri başka hayvanlar için besin kaynağı olur. Örneğin, aslan öldüğünde akbabalar, sırtlanlar gibi leşçil hayvanlar onun bedenini tüketir. Bu, doğanın döngüsünün bir parçasıdır. Ancak et yiyen insan, öldüğünde cesedini toprağa gömerek bu döngüyü kırar ve başka canlılara besin olmayı engeller.
İnsan, cesedini gömerek ya da yakarak, ölüm sonrası bedeninin başka canlılara besin olma potansiyelini bilinçli olarak ortadan kaldırır. Bu durum, hem doğanın devinimsel dengesiyle uyumsuz bir tutumu hem de insanın doğaya ve ölümüne dair geliştirdiği kültürel normları yansıtır. İnsanın sadece et yemesi, ancak etini kimseye “yedirmemesi,” doğaya hükmetme isteğinin ve biyolojik döngüden kopmanın çarpıcı bir göstergesidir.
Yemek kültürü üzerinden kurulan düzen…
Dinlerin tehlikeli yemekleri/içecekleri var. Domuz eti, alkol gibi. Adının geçtiği yerde alerjik reaksiyonlara sebep olan. Yemek, aidiyet ve dışlanmanın en belirgin biçimde yaşandığı alanlardan biridir. Helal ve haram kavramları, bazı yemeklere getirilen yasaklar, bireylerin kültürel ve dini kimliklerini belirlerken aynı zamanda farklı kültürlerden gelen tatlara ve alışkanlıklara karşı mesafe yaratır. Burada bir parantez açarak belirteyim. Helal meselesi sadece inançla, yemekle ilişkili değildir sadece. Helal ‘helal kapitalizmini’ (Tayfun Atay, Görünüyorum O halde Varım) taşıyan omurgadır… Hintliler için inek eti tabu iken, Müslümanlar için domuz eti yasaktır. Çin kültüründe kedi, köpek ve yılan gibi hayvanlar tüketilirken, Müslümanlar için bu hayvanlar haram kabul edilir. Bu tür ayrımlar, yemek üzerinden kimlik inşasının yanı sıra “biz” ve “onlar” ayrımını da pekiştirir.
Yemek yalnızca kültürel aidiyeti değil, aynı zamanda sınıfsal aidiyeti de gösterir. Kullanılan yemek servis takımlarının fiyatı, yemek masasında sergilenen menü, yemeğin nerede yendiği gibi unsurlar, kişinin toplumsal konumuyla ilgili önemli ipuçları verir. Bazı evlerde yemekler mutfakta, bazılarında yemek odasında ya da özel bir yemek masasında yenir. Yemek mekânı ve bu mekânda uygulanan düzenlemeler, bireyin yaşam tarzını ve toplumsal aidiyetini yansıtır. Bu durum, yemek ve çevresinde kurulan geniş bir sistemin varlığını ortaya koyar. Sofra kültürü, bir yandan yemek yeme biçimlerini belirlerken, bir yandan da toplumsal norm ve değerleri düzenler.
Adams M. Douglas, yemeğin nasıl yeneceğinin bile bir düzen içinde olduğunu ve birçok kültürde çorbayla başlayıp tatlıyla biten belirli bir sıralama olduğunu vurgular. Yemek kültürleri, bu düzenleme sayesinde birbirine benzese de küreselleşme ve modernleşmeyle birlikte yemek kültürlerindeki çeşitlilik giderek kaybolmaktadır. Yemek etrafında gelişen bu düzen, sadece bir alışkanlıklar bütünü değil; aynı zamanda duygu ve düşüncelerin organizasyonuna da hizmet eder.
Yemekle duygular arasında güçlü bir bağ var. Bazı kültürlerde, çatalın yere düşmesi, yemeğin üzerine dökülmesi gibi davranışlar büyük bir ayıp olarak kabul edilir. Bu durum, yemeğin yalnızca fiziksel bir ihtiyaç olmaktan çok, bireylerin toplumsal kabulünü etkileyen bir eylem olduğunu gösterir. Yemek sırasında yanlış bir şey yapmanın getirdiği utanç ya da korku, yemek kültürünün bireyin duygusal dünyasına olan etkisini gözler önüne serer.
Norbert Elias’ın Uygarlık Süreci (Über den Prozess der Zivilisation) adlı çalışmasında vurguladığı gibi, uygarlık tarihini ve duygular tarihini yemek kültürü üzerinden okumak mümkündür. Yemek, sadece beslenme alışkanlıklarını değil, aynı zamanda toplumların ahlak, estetik ve duygusal yapılarının dönüşümünü de ortaya koyar. Bu nedenle, yemek kültürü, insanlık tarihini anlamak için güçlü bir araçtır.
Kolektif kültürler aynı kaptan yiyor ve aynı tastan içiyorlardı. Modernleşme aynı zamanda yemek kültüründe de bireyleşmeyi getirdi ve herkesin tabağı, kaşığı ayrıldı. Bu eşitlik duygusu da veriyor. Herkesin tabağı ayrı ve içine konulan yemeğin miktarı aynı, yani eşit. Bazı hayvanlar yal yerken birbirlerini boğarlar. Buna yal/yem hasedi (Futterneid) deniliyor. Aynı kaptan yemek insanda da bu duyguları besleyebiliyor. Beslenmeyle haset ilişkisinden psikanalist Melanie Klein da (Dankbarkeit und Neid=şükran ve haset) söz eder. Bebekler emerken anneye haset de beslerler. Herkesin servis tabağının olması bu hasedi ama başka alanlara kaydırılabiliyor. Tabakların ayrılması, yani sembolik bireyleşme yeme hasedini azaltıyor ve yemeği sosyalleştiriyor. Herkes kendi tabağından yiyor.
Yemek mitolojileri ve erkeğin narsizmi
Kadınlara binlerce yıldır birçok kültürde yemek hazırlama görevi yüklenmiştir. Erkeğe ise yemek yeme, bu eylemi hazza dönüştürme ve yemeğin kalitesini, tadını değerlendirme görevi verilmiştir. Bu “jüri” rolü, erkeği ayrıcalıklı ve güçlü bir konuma taşır, çünkü yemek üzerinden not verme, övme ya da eleştirme gücü ona aittir. Bu güç, erkeklerin gözüne girmeyi bir rekabet konusu haline getirir ve kadınlar arasında bir tür yarış başlatır. Örneğin, erkeğin, yıllarca kendisine yemek hazırlayan eşinin emeğini değerlendirirken, “anamın çorbası” gibi ifadelerle kendi annesini yüceltmesi, kaynana-gelin çatışmasını körükleyen mitolojik bir figür yaratır.
“Anamın çorbası/yemeği” mitolojisi, kültürel olarak yerleşmiş bir anlatıdır. İnsanlar, damak zevklerini genellikle ailede öğrendikleri yemek alışkanlıkları üzerinden şekillendirir ve bu tatlar, ileriki yemek tercihlerini etkiler. Ancak sorun, birkaç yıl annesinin yemeklerini tatmış bir bireyin, hayatı boyunca eşini bu yemeklerle karşılaştırmasıdır. Müslüman toplumlarda annenin kutsal bir yere yerleştirilmesi, yemekle ilişkilendirilerek bu konumun daha da güçlendirilmesini sağlar.
Bu durum, eş olan kadına erkeğin hayatındaki “ikinci kadın” rolünü kabullenme baskısını da beraberinde getirir. Yemeğin ve tatların “ulaşılamaz” bir noktaya çıkarılması, annenin yüceltilmesini pekiştirirken, eşin yemeklerini annesininkilerle kıyaslayan erkek, dolaylı yoldan annenin otoritesini evliliğin merkezine taşır. Bu sadece bir damak zevki meselesi değil, aynı zamanda kadınlar arası rekabetin ve erkeğin konumunu güçlendiren toplumsal yapıların bir yansımasıdır. Yemek, burada sadece bir tat meselesi değil; aynı zamanda gücün, otoritenin ve kültürel normların aktarıldığı bir araç haline gelir.
Yemek ve erkek narsizmi konusunda önemli meselelerden biri de ‘salatayı eşim yaptı’ mitolojisi. Erkeğin mutfağa az girmesi (ya da hiç girmemesi) girdiği anın da sansasyonelleştirilmesi. Böylece bu sansasyonel olayın söylencesi oluşturuluyor. Hayat müşterektir ’in en müşterek yanı ‘bu salatayı eşim yaptı’ anlatısı. Yani yemekleri kadın yaparken salata yaparak erkeğin daha çok takdir toplaması… Buna benzer bir anlatı da eşin arada bir, çok güzel yaptığı yemeğin söylencesini oluşturmak. ‘Ahmet bir köfte yapar, parmaklarını yersin’ ya da ‘Veli’nin geçen sene yaptığı patlıcan ezmesinin tadı hala damağımda’ gibi. Yıllarca unutulmayan, anlatılan ‘efsane yemekler’. İşte erkekler arada bir yaptıkları bu yemeklerle her gün ve yıllarca yemek yaptırdıkları kadının da önüne geçip kendi narsizmlerini besleyebiliyorlar…
Yemek üzerinden direnilebilir. Açlık grevleri kendilerine verilen yaşamsal yemeği reddederek direnmektir de. Yıl 1903… Kadınlar kadın hakları için açlık grevindeler (Thomas Macho, Warum Wir Tiere Essen). Açlık grevi… Sivil direniş… Bu önemli politik mücadele biçimi önce Avrupa’da başlıyor, kadınlar örgütlüyor sonra da Gandhi bu geleneğe eklemleniyor… Ülkemizde de çok kez denenen bir direnme. Radikal bir direnme biçimi, ölümü göze alma var. Bazen bu direniş ölüm orucu olabiliyor… Dışarıdakiler yoksulluktan içeridekiler de direnmek için açlar bu ülkede.
Başka bir yazıda devam edeceğim… Şimdilik bu kadar…