Sosyal medya yazıları (2) - Dijital dünyanın psikolojik etkileri

Yaşadığımız, reel olan gösterilemeyecek durumdaysa, poz verilir. Poz, gerçeğin örtülmesi, süslenmesi veya seçilmiş bir kısmının sunulmasıdır. Bu hem bireyin kendisini koruma hem de başkalarına istediği bir imajı gösterme çabasının bir sonucudur.

Korona sürecinde görüntülü görüşmeler, dersler, süpervizyonlar ve danışmalar büyük ölçüde arttı. Yüz yüze derste veya konferansta, kendimizi o an nasıl görüneceğimizi ve nasıl bir etki yaratacağımızı hayal ederek provalar yaptık. Danışma sürecinde ise kendimizi fiziksel olarak görmez, iç gözümle nasıl algılandığımızı kurgularız. Ancak görüntülü aramalarda bu hayal kayboldu, çünkü biriyle konuşurken aynı anda sürekli kendimizi de görüyoruz. Hem kendini hem de karşıdakini aynı anda görmek, insanlık tarihinde yeni bir deneyim. İnsanın kendisini aynada görmesi gibi bir durum bu, ancak süreklilik arz ediyor. Bu da kişinin kendi görüntüsüne müdahale etme gereksinimini doğuruyor.

Fotojenik olmayanlara poz verme kursu

Sosyal medyada veya TikTok’ta insanların sürekli saçlarıyla, bıyıklarıyla oynaması, kazağının yakasını düzeltmesi gibi davranışlar bu yüzden ortaya çıkıyor. Fotoğraf çektirirken de benzer bir durum yaşanırdı: Kendimizi ayarlar, makyajımızı yapar, poz verirdik. Poz vermeden önce, nasıl göründüğümüz ile nasıl görünmek istediğimiz arasındaki farkı minimize etmeye çalışırdık. Fotoğrafçı da bu süreçte bizi yönlendirir ve ortaya çıkan sonuç, hayalimizle fotoğraf arasındaki mesafeyi belirlerdi. Fotoğrafın tabedilmesinden sonra yaşanan hayal kırıklığı, bu mesafeden kaynaklanırdı. Ancak görüntülü iletişimde durum farklı; burada sürekli bir poz verme hali söz konusu. İnsan kendisini sürekli görüyor ve dolayısıyla sürekli değiştiriyor, düzenliyor. İnsan, kendi hayatında hem kendisi hem seyircisi hem kameramanı (fotoğrafçısı), hem rejisörü hem de senaristi haline geliyor. Ancak bu kadar, yani gereğinden çok fazla kendisiyle yüzeysel bir beraberlik, insanı mutlu etmeyebiliyor. Narsizm, yüzeyle ve dış görünüşle ilgili bir odaklanmayı beraberinde getiriyor. Bu durum, iç dünyanın güzellikleri anlatılsa da asıl yoğunlaşmanın dış görünüşe kaymasına neden oluyor. Kendini sürekli izlemek ve değerlendirmek, bireyi derinlikten uzaklaştırıp yüzeysel bir varoluşa hapsediyor. Bu hem bireysel mutluluğu hem de anlam arayışını zedeleyen bir kısır döngü yaratıyor.

Bu süreç dikkat ve yoğunlaşmayı da dağıtıyor. Görüşme sırasında konuyla, karşı tarafın davranışlarıyla ve karşı aktarım duygularıyla ilgilenirken bir yandan da ötekinde bıraktığım intiba (aktarım) üzerinde düşünüyorum. Kendime sürekli bakmam, görünüşümle daha fazla ilgilenmeme ve karşı tarafa güzel görünme hevesimin artmasına neden oluyor. Bu durum sıkıcı ve narsistik bir döngü yaratıyor: Saatlerce kendime bakıyor, “Bana baksınlar ve beğensinler” narsizmiyle “Kendimi nasıl beğenirim?” narsizmini aynı anda yaşıyorum.

Eğer bu görüşme psikolojik veya mesleki bir görüşmeyse, işim insanın iç dünyasına bakmak, görünmeyeni görmeye çalışmaktır. Ancak görüntülü görüşmelerde dış görünüm ön plana çıkıyor. Görme, dış dünyaya ve yüzeye hapsediliyor. İç gözle görmek ya da derinlere bakmak zorlaşıyor. Bu yüzden terapötik görüşmelerde, kısa bir merhabalaşmanın ardından kamerayı kapatarak konuşmak, terapötik konulara yoğunlaşmak için kaçınılmaz hale geliyor.

Yaşadığımız, reel olan gösterilemeyecek durumdaysa, poz verilir. Poz, gerçeğin örtülmesi, süslenmesi veya seçilmiş bir kısmının sunulmasıdır. Bu hem bireyin kendisini koruma hem de başkalarına istediği bir imajı gösterme çabasının bir sonucudur. Reel olanın gösterilememesi ya mahremiyetten ya da kabul görmeyeceği endişesinden kaynaklanabilir. Bu durumda poz, gerçeği saklamanın ya da yeniden şekillendirmenin bir aracı haline gelir.

Poz vermek, bütünlüğü gizlemek ve yalnızca seçilmiş, işlenmiş yanları görünür kılmak demektir. Melanie Klein’ın kuramsallaştırdığı bir olgu vardır: Bebek, anneyi bir bütün olarak algılamaz. Poz vermek de bu durumu yansıtır; bütünü göstermek yerine onu bir görsel fragmana indirger. Görüşmelerde de görünüşümüze, yüzümüze, kaşımıza daha fazla özen gösteriyoruz. Saatlerce kendi yüzümüze bakmak, yüzümüzü eksik görme ve düzeltme ihtiyacını artırıyor. İnsanlar, göstermedikleri yerlere botoks yaptırmaz; gösterdikleri yerlerle daha çok ilgilenirler. Görüntülü görüşmelerde bu durum yoğunlaşır. Örneğin, sadece saç dökülmesini fark eden biri saatlerce saçını izler; kaşları düzensiz olan biri saatlerce kaşlarına bakar. Gün içinde birkaç kez yüzleştiğimiz yüzümüz, görüntülü görüşmelerde saatlerce izlediğimiz ve hem kendi hem de karşı tarafın perspektifinden gördüğümüz bir nesneye dönüşür.

Sadece yüzün göründüğü sosyal medyada, yüzü ilginçleştirme çabası baş gösteriyor. Bu yüzden pek çok insanın kendini deforme ettiği, çizgi film figürlerine dönüştürdüğünü görüyoruz. Kişinin kendisini ve “kusurlarını” saatlerce izlemesi, bir iç baskı yaratıyor. Dikkati başka konulara çekmek, karşı tarafın ilgisini görünüşümüzden uzaklaştırmak ve görüşmenin yoğunluğunu azaltmak zorlaşıyor. Bu nedenle görüntülü görüşmeler, yer yer saçmalık ve aptallık yarışına dönüşebiliyor.

Sosyal medyada imparatorlukları: Facebook, Instagram, Tik Tok…

Sosyal medyanın yaygınlaşma dönemlerinde, birçoğumuz dışarıda kalmamak ve birileriyle aynı yere ait olmak için sosyal medya platformları seçtik. O dönemlerde ben ve arkadaşlarım, bu yeni icatlara karşı oldukça muhafazakâr ve eleştirel bir tutum içindeydik. Kendi ödipal sıkıntılarımızı da görmezden gelerek bu yeni kuşağı ve teknolojileri eleştiriyorduk. Ancak bir süre sonra, ortada kalmamak ve dışlanmamak için ben de kendime sosyal medya “imparatorlukları” seçtim.

Eski imparatorluklardan farklı olarak, günümüzdekiler arasında seçim yapabiliyorsunuz: Facebook ya da Instagram gibi platformları tercih etme özgürlüğünüz var. Dahası, aynı anda birden fazla yere kayıtlı olabiliyorsunuz. Ancak bu gönüllü katılım aslında tam bir gönüllülük de sayılmaz. Çok sayıda insan bir platforma üye olduğunda ve iletişim ya da haberleşme buradan sağlandığında, dışarıda kalmak dışlanmak anlamına geliyor. Dolayısıyla bir zorlama olmasa bile, kişi kendini bu sürecin parçası olmaya zorlayabiliyor. Bu durum, bireyin özgür seçimini dahi sorgulatıyor; çünkü dışlanma korkusu, katılımı neredeyse kaçınılmaz hale getiriyor.

Biz… Aidiyet duygusu

İnsan, kendisine benzer olanları arar. Yabancı ülkelere yapılan gezilerde, insanın kendisine benzeyen veya yakın hissettiği insanlara verdiği duygusal tepki bununla ilişkilidir. Göçlerde de benzer bir durum gözlemlenir; insanlar genellikle kendilerine benzeyenlerin yaşadığı bölgelerde ikamet eder. Bu, yaşanan yabancılık duygusunu azaltma ve aidiyet arayışının bir yansımasıdır. Ancak bazı göçmenler, göç sonrası kendilerine yakın olanlardan bilinçli olarak uzak durabilir. Bu durum, bireyin kendi geçmiş deneyimleriyle bağlantılıdır. Örneğin, ailesinden veya köyünden uzaklaşmak amacıyla göç eden biri, yeni bir ülkede kendisine benzeyenlerden kaçınmayı tercih edebilir.

İnsanın kendisi gibi olanlara ilgi duyması, aidiyet duygusunun temel kaynaklarından biridir. Anne ve bebek ilişkisinde bu aidiyetin temelleri atılır. Doğumdan sonra bebek, annesi dışında olan her şeyi “yabancı” olarak algılar. Anneyle kurduğu güçlü bağ sayesinde “biz” duygusu gelişir. Bu “biz” duygusu, zamanla genişler ve birey, kendine benzeyenlerin onayını alma ihtiyacı duyar.

Aidiyet, yalnızca bir yere ya da gruba dahil olma isteğiyle değil, aynı zamanda ait olmak istediklerimizin bizi kabul etmesiyle de mümkün hale gelir. İşte bu kabul edilme meselesi, insanın kendini göstermek, kabul edilebilir olduğunu sergilemek için çaba harcamasıyla doğrudan ilişkilidir. Bu noktada teşhircilik ve kendini sevdirme çabası devreye girer.

Eğer bir kişi beğenilmek istiyorsa, bu beğenilme arzusu sıklıkla arzulanmayı da içerir. Görülme, gösterme, izleme ve izlenme dinamikleri, bu beğenilme isteğini şekillendirir ve bu süreç çoğu zaman cinsel bir renk kazanır. İnsan sadece bir birey olarak, akıllı biri olarak ya da iyi konuşan biri olarak değil; aynı zamanda kadın ya da erkek olarak, yani cinsiyet ve cinsel kimliğiyle de beğenilmek ister. Bir kişiye yalnızca fikirlerini ya da zekasını sevdiğimizi söylemek, onun için yeterli olmayabilir; cinsiyetine ve bedensel varlığına dair bir onaylama da beklenebilir.

Sosyal medyada ise bu beğenilme arzusu, fiziksel mekânların ve doğrudan temasın eksikliği nedeniyle görsel ve görünümsel boyuta sıkışır. Bedenin fiziksel varlığını hissettiremeyen bir platformda, görsellik birincil araç haline gelir. Ancak bu görsel beğeni, dijital ortamın sınırları nedeniyle genellikle tam bir tatmine ulaşamaz. Dijital arzu, bu yüzden çoğu zaman giderilemeyen, sürekli bir eksiklik hissi yaratan bir arzu olarak kalır. Bu durum hem bireyin kendini sunuş biçimini hem de başkalarından beklentilerini etkileyerek yeni tür bir beğenilme ve arzulanma dinamiği oluşturur.

Burada başka bir dinamik devreye giriyor: doyurulamayan ancak arzulanan obje, zamanla abartıya dönüşüyor. Sosyal medya, bu abartının adeta merkezi haline gelmiş durumda. Sanatta da abartı vardır; bu, vurgu yapmak ve belirli unsurları ön plana çıkarmak için gereklidir. Ancak sanatın bir izleyicisi, bir değerlendireni vardır ve bu bağlam, sanatı anlamlı kılar.

Sosyal medyada ise benzer bir abartı dinamiği, bireylerin kendilerini birer sanatçı gibi konumlandırmalarına yol açıyor. Sosyal medya paylaşımları, beğeni ve alkış için sunulan “eserler” haline geliyor. Her içerik, bir değerlendirme sürecinden geçiyor; alkış ya da yergi topluyor. Bu süreç hem paylaşan hem de izleyen için yoğun bir duygusal deneyim anlamına geliyor. Kısacası, sosyal medya kullanımı, sanatsal yaratım sürecine oldukça yakın bir yerde duruyor.

Sosyal medya pozlarının artistik fotoğraflara benzemesi, kullanıcıların yazar, şair ya da sanatçı eserlerinden parçalar paylaşması, hatta kendilerini birer “içerik üreticisi” olarak tanımlamaları, bu durumu daha da belirginleştiriyor. Birçok kullanıcı, paylaşımlarına gereğinden fazla anlam yüklüyor. Sosyal medya, sanatla kesişen bu yönleriyle, bir dönem sonra adeta bir “alim, filozof, pedagog, psikolog, şair ve artistler” dünyasına dönüşüyor.

Ancak bu durumun güçlü bir narsistik boyutu da var. Sosyal medya, bireylere kendilerini özel, değerli ve alkışlanmaya layık hissettiren bir alan sunuyor. Her paylaşım, kişinin kendi değerini ve önemini pekiştirme çabası haline geliyor. Bu narsistik dinamik, sosyal medyanın sanata benzer bir platform haline gelmesini sağlarken, aynı zamanda bireylerin kendilerini ve içeriklerini abartma eğilimini de körüklüyor. Sanat izleyicisinin beğenisini dolaylı ya da doğrudan talep eder. Sosyal medyanın “beğenmek” ve “beğenilmek” üzerinden işleyişi, sanatçı-izleyici dinamiğine benzer bir yapı oluşturuyor.

Kişi, görünüyorsa adeta var (Tayfun Atay, Görünüyorum O Halde Varım; Yaşasın Meşhuriyet Çağı). Ünlü olmak, sadece var olmakla değil, aynı zamanda ölümsüzleşmekle de ilişkilidir. Geçmişte, görünür olmak veya ünlü biri haline gelmek genellikle haber konusu olmak ya da dikkat çekmekle mümkündü. Ancak sosyal medya sayesinde artık ünlü olmak bir gereklilik değil. Dahası, bireyler kendi çabalarıyla kendilerini “ünlü” yapabiliyor. Bu, ölümsüzlük arzusunun dijital çağda görünürlük yoluyla tatmin edilmesine dair önemli bir değişimi temsil ediyor.

Dijital çağ öncesinde her şey zamanla unutuluyordu; bireylerin izleri, anıları, eylemleri kalıcı değildi. Ancak internet, her şeyi kalıcı ve unutulmaz hale getiriyor. Bu durumun olumlu yanları olduğu kadar, olumsuz yönleri de var. Çünkü dijital dünyada her şeyin iz bırakması, kişinin bazı şeyleri unutmak veya unutturmak istemesiyle çelişiyor. İyi ve kötünün aynı ölçüde kalıcı hale gelmesi, bireyler için hem bir avantaj hem de bir yük oluşturuyor.

Yani, sosyal medya, görünürlük ile varlık arasındaki bağı kuvvetlendirirken, bireylerin hem geçici hem de kalıcı olma arzularını aynı anda besliyor. Görünmek, sadece “şimdi” için değil, “sonsuza dek” için de bir anlam taşıyor.

Kişi, başkalarının gözünde kabul edilebilir ve değerli olduğunu hissetmek ister. Bu istek, bireyin görünürlüğünü artırmak, kendini olumlu yönleriyle öne çıkarmak ve başkalarının onayını almak için çeşitli yollar denemesine yol açar. Teşhircilik, bu çabanın bir parçası olarak, bireyin kendini sergilemesi ve beğenilme ihtiyacını tatmin etmesiyle kendini gösterir. Bu durum, aidiyet arayışının bir yan ürünü olarak, bireyin hem kendini hem de başkalarını nasıl gördüğüyle ilgili bir dinamik yaratır.

Burada, insanın olduğu gibi kabul edilmeyeceği korkusu öne çıkıyor. Bu korku, bireyin sosyal ilişkilerinde kendisini tam anlamıyla ortaya koyamamasına neden olur. İnsan, zaten sosyal bağlamlarda bazı yanlarını, düşüncelerini, fantezilerini ve arzularını geride tutar. Çünkü bu yönlerin kabul görmeyeceği, eleştirileceği ya da dışlanmaya neden olacağı endişesi taşır.

Bu durum, bireyin kendini kabul edilebilir kılmak için belirli yönlerini ön plana çıkarma ve diğerlerini gizleme eğilimini besler. Bu korku, sosyal maskeler takmaya, belirli roller oynamaya ve “olması gereken” bir imaj yaratmaya yönlendirir. Ancak bu imaj, bireyin gerçek benliğinden uzaklaştıkça, aidiyet ve kabul edilme arzusu daha karmaşık bir hal alır. Sonuçta, birey hem başkalarının onayını kazanmaya hem de kendi özünü korumaya çalışırken bir gerilim yaşar.

“Biz” duygusu, aslında narsizmin sosyalleşmesiyle de şekillenir. İnsan, doğal olarak en önemli, en sevilen ve en takdir edilen kişi olma eğilimindedir. Ancak karşısındaki “öteki” de aynı isteklere sahiptir. Bu durumda birey, kendi beklentilerini sosyalleştirerek, yani diğerleriyle uyumlu hale getirerek aidiyet duygusunu yaşar.

Sosyalleştirilemeyen narsizm ise bireyi yalnızlaştırır ve öfkeli bir hale getirir. Çünkü bu tür bir narsizm, başkalarının varlığını ve ihtiyaçlarını görmezden gelerek, bireyi yalnızca kendi merkezinde tutar. Sonuç olarak, birey toplumsal bağlar kurmakta zorlanır ve bu eksiklik, aidiyet hissinin yerine bir kopukluk ve öfke yaratır. Sosyalleşme, bu çatışmayı yumuşatarak bireyin hem kendi benliğini hem de başkalarının varlığını kabul etmesine olanak tanır.

Yabancılık duygusunun sürekli hale gelmesi, birey için psikolojik bir yük haline gelebilir. Bu yük, aidiyet arayışını ve insanın benzerleriyle kurduğu bağları daha da önemli hale getirir. Aidiyet ve onaylanma ihtiyacı, bireyin hem bireysel hem de toplumsal yaşamında belirleyici bir rol oynar.

Devam edecek…