Sosyal medya yazıları (3) - Sosyal medya ve beğenilme

Sosyal medya da bu “beğenme ve beğenilme” üzerinden işleyen tamamlayıcı narsistik bir sistemle çalışır: Beğen beni, beğeneyim seni. Beğenilmek için, kişi kendisini sergiler. Hatta bu kendilik, başkalarından alınmış, kopyalanmış ve sunulmuş bir imaj bile olabilir.

Doğum zor bir süreçtir. Çoğu zaman oldukça uzun bir süreçtir. Ancak “uzun” ve “kısa” görecelidir; acı çeken için zaman, olduğundan daha da uzar. Doğum anı, acının, özlemin ve merakın sona erdiği andır. Bu, rahatlama, huzur ve “hele şükür” anıdır. Gülümseme… Çoğu bebek dünyaya geldiğinde, karşısında ona gülümseyen bir anne bulur. Sonra “gözün aydın”lar gelir; bebeği kucağına alan, doğumuna sevinen halalar, teyzeler, amcalar, dayılar… Bu an, sadece anne ve bebeğin değil, tüm ailenin bir araya geldiği, sevincin paylaşıldığı özel bir andır. Yeni bir hayatın başlangıcı, aynı zamanda bir ailede yeni bir bağın, yeni bir sevginin de filizlenmesidir.

Tıpkı bu ilk deneyimdeki gibi, farklı bir dünyaya adım atan çoğu insan gülümsemeyle karşılanmak ister. Turist, indiği ülkenin havalimanında; göçmen, yerleşeceği yeni ülkede; öğrenci, ilk defa adım attığı sınıfta; hasta, hastanede; bizler, bir devlet dairesinde… Herkes, varlığının sıcak bir tebessümle karşılanmasını diler. Bu gülümseme, kabul edildiğimizi, istenen ve değer verilen biri olduğumuzu hissettirir.

Çünkü varlığımızın bir yük gibi algılanması, istenmeme duygusu, insan için ağır bir yük olabilir. Gülümsemek, yalnızca bir jest değil, insana varoluşunun hoş karşılandığını hissettiren güçlü bir mesajdır. Bu beklenti ve ilişkinin başlangıcında, ilişkinin akışını şekillendiren bu ilk an, zamanla “pozitif psikoloji”nin temel dayanaklarından biri haline geldi. “Hayata gülümseyin,” “güne gülümsemeyle başlayın” gibi telkinler, insan ilişkilerinde sıcak bir tebessümün yarattığı güven ve kabul hissinin önemine dayandı. Bu basit eylemin ruh halini olumlu yönde etkilediği fikri, zamanla hayatın her alanına yayılarak yaşamı güzelleştirebilme umuduna dönüştü. Gülümsemenin, yalnızca bireysel mutluluğu değil, toplumsal ilişkileri de iyileştirebileceği inancı yaygınlaştı.

Bu eğilim, sosyal medyada da güçlü bir şekilde devam ediyor. Beğenilmek… “Önemseyin beni, beğenin beni, sevin beni…” Sevmek, insanlar arasındaki ilişkilerde oluşan özel ve müstesna bir bağa verdiğimiz isimdir. Ancak, sanatçılar sıkça “Ben hepinizi seviyorum” der. Bu söylemde ise müstesnalık ve özellik kaybolur. Aslında bu, izleyiciyi aynılaştıran, özel olmaktan çıkaran bir söylemdir. Yani ‘hepinizi çok seviyorum’ aslında ‘hiçbirinizi sevmiyorum’ anlamına gelir. Kısacası popüler sanatçılar bizi değil de bizim onları çok sevmemizi çok severler.

Bu durum, tamamlayıcı narsizme örnek teşkil eder. Sanatçı, beğenilmenin peşindeyken; izleyici de önem verdiği sanatçı tarafından beğenilme arzusundadır. Bu söylemdeki “özel” olan şey, aslında karşılıklı gereksinim ve beklentilerin birbirini tamamlamasıdır. Tamamlayıcıdır çünkü bir taraf, kendisinde eksik olanı diğerinden alırken, aynı anda karşı tarafa da onun eksik olanını sunar.

Sosyal medya da bu “beğenme ve beğenilme” üzerinden işleyen tamamlayıcı narsistik bir sistemle çalışır: Beğen beni, beğeneyim seni. Beğenilmek için, kişi kendisini sergiler. Hatta bu kendilik, başkalarından alınmış, kopyalanmış ve sunulmuş bir imaj bile olabilir. Ancak yine de temelde aynı talep vardır: Beğen beni. Bu tutum, kişinin gereksinimlerini karşılamak adına takipçilerine bağımlı hale gelmesine yol açar. Takipçilerin nabzına göre hareket etmek, beğenilmenin bir koşulu haline gelir. İlginç bir şekilde, insanın çok beğenilmesi, çoğu zaman sıradanlık ve ortalamayla daha mümkün hale gelir. Bu bağlamda, sosyal medya, vasatlığın ve ortalamanın hüküm sürdüğü bir alan haline gelir. Çoğu insanın vasat ve ortalama olduğu bir dünyada, insanlar birbirlerine daha çok benzer hale gelir.

Bu benzerlik içerisinde, bir sanatçı ya da sosyal medya fenomeni kaza geçirdiğinde, on binlerce insan geçmiş olsun dilekleri yayınlar. Aynı cümlenin on binlerce kez tekrarı… Bu tekrarın sıradanlığında, öne çıkma, farklı olma ve diğerlerinden ayrışarak özgünleşme telaşı başlar. İşte bu noktada, saldırganlık bir araç olarak öne çıkabilir.

Sosyal medya, küfürlü ve tabulara saldıran içeriklerin sıklıkla görüldüğü bir mecra haline gelir. Ancak, bir süre sonra tabulara saldırmak da ilginçliğini yitirir. Sürekli farklı olma çabası, bu saldırganlık eğilimini beslerken, toplumsal dinamikleri daha da kutuplaştırabilir. Bu döngü, sosyal medyada vasatlık ve saldırganlık arasında gidip gelen bir kısır döngü yaratır.

Günümüzde bu meseleler bile giderek temsili bir hal almaya başladı. İnsanlar artık bir paylaşımın nasıl karşılanacağına ya da bir tartışmaya nasıl yanıt verileceğine yapay zekâ aracılığıyla karar veriyor. Tartışmalar, hatta çatışmalar bile yapay zekâ üzerinden sürdürülür hale geldi.

Bu durum, insanları kendi kavgalarının ve tartışmalarının bile birer izleyicisi haline getiriyor. Gerçek bir yüzleşme ya da samimi bir etkileşim yerine, başkalarının ya da algoritmaların yönettiği bir simülasyona tanıklık ediyoruz. Bu temsil dünyası, bireyleri hem kendi duygularına hem de diğerlerine yabancılaştırırken, tartışmaların özünü ve gerçekliği de gölgede bırakıyor. Artık yalnızca fikirler değil, kavgalarımız da birer yapay zekâ performansına dönüşüyor.

İmajiner olan

Freud’un bahsettiği bir fenomen var: aile romanı. Çocukların mutsuz olduklarında yarattıkları ve hayatları zorlaştığında sığındıkları bir fantezi aile. Güzel ve uyumlu bir ailenin çocuğu olma hayali, çocuk için teselli kaynağı olabiliyor. Bu eğilimin izlerini bugün sosyal medyada görmek mümkün. Psikanalist Wolfgang Mertens, Psychoanalytische Wahrheitssuche im postfaktischen Zeitalter adlı eserinde, gündelik hayatta hayallerin gerçekleşmesinden bahsetme nedenimizin, gerçeklerin hayal bile edilemeyecek kadar zorlayıcı olması olduğunu vurgular. Bu nedenle, gerçek hayattan memnun olmayan bireylerin kendilerine sosyal medyada hayali bir aile romanı yazmaları anlam kazanır.

Günümüzde bu fantezi dünyalar, sosyal medyada sanal alanlara taşınmış durumda. Örneğin, insanlar yapay zekâ kullanarak beğendikleri ünlülerle fotoğraflar düzenleyip paylaşabiliyor. Bu durum, sanal haz alanlarının oluşumuna işaret ediyor. Pablo Neruda’nın şiirlerinden dizeleri, onun adını anmadan, yalnızca kendi duygusallığını teşhir etmek için kullanmak ve bundan haz almak buna örnek olabilir. Bu haz, bireyin kendini terk ederek başka bir imajla sergilemesinden kaynaklanıyor. Bir kişi, kışın ortasında yazdan kalma bir fotoğrafla sanki ekvatora yakın bir ülkede tatildeymiş gibi poz verebiliyor. Bir başkası ise, pahalı bir otelin girişinde çekilmiş bir fotoğrafını, o otelin müşterisi olduğu izlenimini yaratmak için paylaşıyor.

Sahte/çakma/fake ürünler, filtreler ve düzenlemelerle kendimizi farklı göstermeye çalışmamız bu eğilimin bir parçası. Mesele belki de bu sahtelikte değil; asıl sorun, insanın kendisinden bu kadar nefret etmesi, kendinden kaçması ve kendisini sahte bir imajla sunma gereği duyması. Aynı kişinin farklı bir bağlamda dinini, milletini, ailesini ya da köyünü yüceltmesi ise dikkat çekici bir çelişki. Sanal kimliğini uydurma bir tarihle süsleyen, koyduğu filtreler ve estetik müdahalelerle ailesiyle olan benzerliğini ortadan kaldıran, hatta anne ve babasının verdiği ismi değiştiren bireylerin aynı zamanda ailesine, milletine ya da inancına övgüler dizmesi, bu övgülerin de sahte olabileceğini düşündürüyor. Şunu söylemeye çalışıyorum: Sosyal medya, yeni sanal haz alanları yarattı (virtüel haz). İnsanlar, kendilerini farklı göstererek, bazen hayranlık duydukları veya özenip ait olmak istedikleri gruba dahilmiş gibi bir imaj çiziyor. Aynı zamanda bu paylaşımlarla sosyal medya arkadaşlarına dolaylı olarak “Ben sizden biri değilim” mesajını da vermiş oluyorlar.

Bu çelişki hem bireyin sunduğu sanal kimliği hem de yücelttiği değerleri sorgulanır hale getiriyor. Örneğin, vatan için ölenlerin aynı zamanda vatanı yaşanmaz hale getirmeleri ya da vatanı sevdiğini iddia edenlerin ona karşı anal bir öfkeyle hareket etmeleri şaşırtıcı olmuyor. Sosyal medya, bireyin kendi kimliğinden uzaklaşıp sınırlarını aşarak bir “sanal başkası” haline gelmesine olanak tanıyor. Ancak bu sanal kişilik, sonunda bireyin özünden hiçbir iz bırakmayabiliyor.

Görünür olmanın zorluğu

Süje olmak, yani birey olarak kendi kimliğine sahip olmak, anneden ayrılmakla mümkündür. Ancak bu zorlu ayrılığın ardından, insanda “öteki”yle — sevdiği, dostları ya da diğer insanlar ile — bütünleşme arzusu canlı kalır (Christiana Schachter, Die Anderen - Intersubjektivität im Netz psychoanalytisch betrachtet).

Eskiden insanlar birbiriyle tanışmak için fiziksel bir mekâna bağlıydı; aynı mahallede ya da köyde yaşayanlar tanışabiliyordu. Günümüzde ise tanışma ve ilişki kurma, artık fiziksel mekâna bağlı değil. İnsanların birbirleriyle ilişki kurabilmesi için dikkat çekmeleri gerekiyor. Bu noktada, herkes ötekiyle ilişkilenmek ve mümkünse bütünleşmek için kendini göstermek ve başkalarına da ilgi göstermek istiyor.

Bu durum, toplumsal düzeyde bir dikkat çekme çabasını ortaya çıkarıyor: Bir medyatik sel, bir tür medyatik uğultu. Herkesin sembolik olarak “bağırdığı”, dikkat çekmek için yarıştığı bir mecra. Dikkat çekme çabası ise genellikle provokasyonlarla mümkün hale geliyor.

Provokasyonun alanı ise sınırlı: cinsellik, tabular ve kutsal olana saldırılar bu alanda öne çıkıyor. Ancak bu alanların da sınırları var. Örneğin, pornografiye kolay erişimin mümkün olduğu günümüzde, cinsel provokasyonların etkisi giderek azalıyor. Bununla birlikte, kutsal olanın bile dikkat çekmek için pornografik imgeleri ya da içerikleri kullandığını görüyoruz. Kaç evlilik, kaç huri gibi söylemler bile bu bağlamda okunabilir.

Ötekinin beni görmesi ve beğenmesi için iletişim büyük önem taşıyor. Ancak iletişim, karşılıklı bir etkileşim üzerine kurulabilir. Yani ben bir şey anlatırken, karşımdakinin jestlerine, mimiklerine ve tepkilerine de dikkat ederim. Bu karşılıklı etkileşim, sosyal medyada eş zamanlı olarak gerçekleşme imkanından yoksundur. Bir mesaj ya da paylaşım yaparken, karşımda gerçek kişiler ve onların o anki tepkileri eksik kalıyor. Bu durumda, hayali/imajiner kişilerin hayali tepkilerinden yola çıkıyorum.

Bu durum, narsistik yönelimi de tetikleyebilir. “Ben istedim, ben yaptım, benim tarzım bu… Ben, ben, ben” şeklinde bir tutum gelişebilir. Bu noktada, “sen” ve “siz” çok da umursanmayan bir hale dönüşebilir. “Sen, sadece beni beğen; o an önemlisin” düşüncesi öne çıkar.

Ancak ilginç bir paradoks da ortaya çıkar: “Sen”in beğenisi dolaylı bir etkiye sahip olur. Öyle ki, bir sonraki paylaşımda ya da videoda “sen”in beğenisini kazanmak için kendimi sansürleyebilir, davranışlarımı veya ifadelerimi şekillendirebilirim. Böylece iletişim, sahici bir karşılıklılıktan uzaklaşıp daha çok bir onay kazanma oyununa dönüşür.

Dilin evrenselleşmesi, dijital dil

Psikanalist Martin Altmeyer (Auf der Suche nach Resonanz), bir bebeğin doğduğunda hayatta kalması ve gelişimi için bazı gereksinimlerinin öncelikli olduğunu, dilin ise insan için öneminin daha sonra geldiğini ifade eder. İnsanlık tarihine baktığımızda da dilin ve dilin gelişiminin, yeme, içme ve beslenme gibi temel ihtiyaçlar karşılandıktan sonraki dönemlerde ortaya çıktığını ve zamanla, yaşam deneyimi ve ustalaşma süreciyle daha da ayrıntılı bir hale geldiğini görebiliriz. Yeri gelmişken söyleyeyim. Dil gelişimi insanı sadece geliştirmez yoksullaştırır da. Dil öğrenilmeden önce kullanılan iletişim kanalları (dokunma, jestler, mimikler, el kol hareketleri) dil öğrendikten sonra daha az kullanılır. Bebekleri inceleyen bilim insanları bebeklerin ağlama biçimlerinin iletmek istedikleri mesaja göre farklılaştığını söylerler. Yani ‘altımı temizleyin’ ağlamasıyla ‘acıktım’ ağlaması ya da ‘ağrım var’ ağlamaları farklıymış. İşte çocuk kendini dilsel ifade ettiğinde ağlamalardaki bu farklılıklar da kayboluyor…

Başka bir gelişim süreci, günümüzde dijital dünyada ortaya çıkan dijital dil için de geçerlidir. Emojiler ve diğer dijital ifadeler, yoğun ve geniş kitleler tarafından kullanılmaya başlamasıyla, son dönemde evrensel bir iletişim biçimine dönüşmüştür. Bu dijital dilin gelişiminde de insanlık tarihindeki dilin evrimine benzer bir süreç yaşandı.

Dil ve kültür arasında her zaman sıkı bir ilişki olmuştur. Bu bağlamda, dijital kültürün yaygınlaşması da büyük ölçüde bu yeni dijital dile bağlıdır. Emojiler ve diğer semboller, dijital dünyanın evrensel iletişim aracı haline gelirken, aynı zamanda dijital kültürün temel yapı taşlarını oluşturuyor. Bu dilin yaygın kullanımı, dijital kültürün küresel ölçekte benimsenmesine ve anlaşılmasına önemli bir katkı sağlıyor. Böylece, dilin kültürü şekillendirdiği ve kültürün de dili beslediği bu karşılıklı etkileşim, dijital dünyada yeni bir boyut kazanıyor.

Sosyal medya, sınırları aşan bir platformdur. Farklı uluslardan insanların anlaşabilmesi genelde ortak bir dil gerektirir. Ancak sosyal medyada, bu ihtiyacı karşılamak üzere yeni bir dijital dil gelişti: emojiler.

Tarihsel olarak yazının ilk bulunduğu dönemlerde de oldukça ilkel bir alfabe kullanılıyordu. Harfler yerine şekiller aracılığıyla iletişim kuruluyordu. Örneğin, bir “kuş” kelimesini ifade etmek için “k, u, ş” harflerini yazmak yerine, bir kuşun resmi tablete çiziliyordu. Benzer şekilde, bir “aslanı” anlatmak için aslanın resmi kullanılıyordu. Bu tür bir dil, somut nesneleri ifade etmekte etkiliydi, ancak soyut kavramlar üzerine tartışma yapmak mümkün değildi. Bu nedenle, böyle bir dil, yalnızca sınırlı bir şekilde bilgi iletmek için kullanılabiliyordu.

Benzer bir örneği, Kızılderililerin dumanla haberleşmesinde görmek mümkün. Duman sinyalleri, bir mesaj iletmek için yeterliydi, ancak soyut düşünceler ya da felsefi tartışmalar yapmak için uygun değildi.

Bugün dijital bir dil olarak, sosyal medyada emojilerle benzer bir “ilkel” iletişim biçimi seçilmiş durumda. Örneğin, “Üzüldüm,” “Çok üzüldüm,” ya da “Üzüntüden ağlıyorum” gibi ifadeler yerine, ağlayan yüz emojileriyle bu duyguyu ifade edebiliyoruz. Aynı şekilde, “Kızdım,” “Öfkeliyim,” ya da “Çok öfkeliyim” yerine, kızgınlığı ve kızgınlığın derecesini gösteren emojiler kullanılıyor. Bu basit ama etkili dijital dil, somut duyguları ifade etmekte oldukça başarılı, ancak soyut düşünceleri aktarmakta sınırlı.

İşte bu dijital dil sayesinde, sosyal medya sınırları aşıyor ve kültürel, dilsel engelleri ortadan kaldırıyor. Emojiler, tüm dünyada ortak bir anlam taşıyarak, farklı diller konuşan insanlar arasında bile iletişimi mümkün kılıyor. Bu yönüyle sosyal medya, modern çağın evrensel “ilkel dili” diyebileceğimiz bir iletişim biçimi yaratmış durumda.

Şimdilik bu kadar… Şair Nihat (Ağabey) Behram söylemiş: Bizi eşkıyalar soymamış abi/ muhabbet yıkmış!

Belki de dijital bilinçötesi mümkün mü üzerine düşünmenin zamanı…