"Yeni Süreç"in akıbeti de öyle olmasın!
1945'de Birleşmiş Milletler'e üye olup Batı devletlerinden destek alabilmek için başlatılan "çok partili rejim"in 80 yıllık anti-demokratik bilançosuna bir bakış
Suriye'deki gelişmeleri konu alan geçen yazımda "Tayyip'in sarayında, Suriye'deki İslamcı iktidar sayesinde hem o ülkedeki Kürt özerkliğine son verme, hem de Orta Doğu'nun liderliğine oynama hesapları yapılıyor" demiştim.
Cumhurbaşkanı Erdoğan bir AKP kongresinde yaptığı konuşmada "İnşallah 2025'ten itibaren terör meselesi başta olmak üzere, milli birlik ve beraberliğimizi tehdit eden akut sorunlardan kurtularak, güney sınırlarımızın ötesinde güvenliği ve istikrarı sağlayıp, oralardan kaynaklanan tehditleri de ortadan kaldıracağız" diyerek Kürt ulusal direnişine yeni tehditler savurmakta gecikmedi.
MHP lideri Devlet Bahçeli de, "DEM Parti, CHP'nin tahrik, taciz ve istismar siyasetine alet olmadan 'Türkiye partisi' olma yönünde kararlı adımlarla yürümelidir. İmralı ile sağlanacak görüşmeler sonucunda terörün bittiği, terör örgütünün lağvedildiği, ortak gelecek ideali, insan ve millet sevgisi çerçevesinde açıklanmalıdır" diyordu.
Barışçı bir yaklaşımdan çok Kürt direnişini tamamen yok etme amaçlı tehdit ve dayatmalar içeren bu açıklamalara karşı, DEM heyetinin geçtiğimiz cumartesi günü İmralı'ya yaptığı üç saatlik ziyaret sonunda Abdullah Öcalan'ın hem devlet yönetimine, hem de kamuoyuna ilettiği mesaj 10 yıl aradan sonra yeni bir "barış süreci"nin başlayabileceği umudu yaratmış bulunuyor.
Öcalan mesajında "Sayın Bahçeli’nin ve Sayın Erdoğan’ın güç verdiği yeni paradigmaya, ben de pozitif anlamda gerekli katkıyı sunacak ehil ve kararlılığa sahibim... Bütün çabalarımız, ülkeyi hak ettiği düzeye taşıyacak ve aynı zamanda demokratik bir dönüşüm için de çok kıymetli bir kılavuz olacaktır" diyor... Bu yeni süreçte Öcalan'ın hareket serbestisine kavuşturulabileceği, hattâ Bahçeli'nin ilk çıkışında vurguladığı gibi, kendisine TBMM'de konuşma olanağı sağlanabileceği yorumları da eksik değil.
Yine de, Ali Duran Topuz'un "Öcalan mühürlü yedi madde bize ne anlatıyor?" başlıklı yazısında belirttiği gibi, iktidar canibi yeni süreçte sadece "kardeşlik" ve "barış"'tan söz ederken, Kürt liderinin mesajında “Devir Türkiye ve bölge için barış, demokrasi ve kardeşlik devridir” cümlesiyle "demokratikleşme" vurgusu da yapılıyor.
Evet, gerçek bir "barış ve demokratikleşme süreci" başlatılacaksa, bunun için, başta HDP liderleri Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ olmak üzere, yıllardır zindanlarda tutulan demokrasi savunucusu tüm siyasal mahkumların da derhal tahliye edilmesi, kayyım kararlarının iptal edilerek halkın oyuyla seçilmiş Kürt belediye başkanlarına görevlerini yeniden üstlenme hakkı tanınması, muhalif medya üzerindeki sansür ve baskılara son verilmesi gerekmez mi?
EFSUNLU "DEMOKRATİKLEŞME" KELİMESİYLE İLK TANIŞMA...
Demokratikleşme... Kemalist tek parti diktası döneminde doğup ilkokulun ilk dört yılında ırkçı bir beyin yıkamayla ve milli şef'e itaat koşullandırmasıyla eğitilmiş olan benim kuşağım, bu efsunlu kelimiyle ilk kez bundan tam 80 yıl önce, 1945 yılının 19 Mayıs'ında tanışmıştı.
Babamın görevli bulunduğu ara istasyonlarda ilkokul olmadığı için, iki yıla yakın civar köylerde gurbetçi olarak okuduktan sonra 1945'te demiryolcuların çocukları için Konya Garı'nın tam arkasında kurulmuş olan bir ilkokulun öğrencisiydim...
2. Dünya Savaşı sırasında Alman, İtalyan ve Japon ordularının zaferlerini yansıtmakta birbiriyle yarışan medya, 1945'in Şubat'ından itibaren tavır değiştirmeye başlamıştı... Çünkü, Müttefik ülkelerin liderleri Yalta Konferansı’nda, yeni kurulacak Birleşmiş Milletler’e yalnızca 1 Mart 1945 tarihine kadar Almanya’ya savaş açmış ülkelerin katılmasını içeren bir karar almış, bunun üzerine Türk Devleti de 23 Şubat 1945'te Almanya’ya ve Japonya'ya savaş ilan etmişti.
Ardından, 28 Nisan'da İtalyan diktatörü Benito Mussolini ile metresi Clara Petacci'nin partizanlar tarafından kurşüna dizilmesi, ertesi gün Sovyet tanklarının Berlin'e girmesi, Adolf Hitler'in sevgilisi Eva Braun ile birlikte intihar etmesi, 7 Mayıs 1945'te de Alman general Alfred Jodl'un müttefiklere kayıtsız şartsız teslim olma anlaşmasını imzalamasıyla sadece tüm dünyada değil, Türkiye'de de bir dönem kapanıyor, yeni bir dönem açılıyordu.
Biz gurbet çocukları için yeni dönemin ilk mujdesini hiç unutmuyorum. Sabah kahvaltı için yemekhaneye indiğimizde gözlerimize inanamamıştık. Masalardaki ekmek sepetleri tepeleme doluydu. Beyaz peynir dilimleri sanki her zamankinden daha iri kesilmişti, zeytin taneleri de daha fazlaydı.
Şaşkın şaşkın birbirimize bakarken nöbetçi öğretmen yüzünde coşkulu bir ifadeyle yemekhaneye dalmış, "Çocuklar" demişti, "bugün Müttefikler düşmanı boğdu, Nazi Almanyası teslim oldu. Bunun şerefine bugün için ekmek serbest… Dilediğiniz kadar yiyebilirsiniz."
Hep bir ağızdan bir sevinç çığlığı kopmuştu. Almanya’nın yenildiğine mi, dilediğimizce ekmek yiyebileceğimize mi seviniyorduk tam anımsamıyorum. Herhalde her ikisine de… Ne ki ekmek sevinci uzun sürmedi. Ertesi günden itibaren dilimler yine sayıyla gelmeye başladı. Ama savaşsız bir dünyada yaşama umudu herşeyi unutturuyordu.
Klasik ders konuları dışında artık ana konuşma konularımız hep savaşın bitimiyle ilgiliydi. Kendimizi bildik bileli hep savaş konuşulmuş, herşeyimiz savaşa endekslenmişti. Artık başka şeyler de konuşabilecektik.
Her ne kadar Uzak Doğu’da hâlâ Amerikan-Japon Savaşı sürmekteyse de, Türkiye’yi yakından tehdit eden Avrupa kıtasındaki savaş bitmişti. Sınıf öğretmenimiz savaş sonrasının dünyada ve Türkiye’de getirebileceği değişiklikleri bizim anlayabileceğimiz bir dille anlatmaya çalışıyordu. Barış, insan hakları, Birleşmiş Milletler artık öncelikli konulardı. Duvar gazetemizde aklımızın erdiğince bunları işlemeye çalışıyorduk.
O yılın 19 Mayıs kutlamalarında ilk kez Cumhurbaşkanı İsmet İnönü "Harp zamanlarının ihtiyatlı tedbirlere lüzum gösteren darlıkları kalktıkça, memleketin siyaset ve fikir hayatında demokrasi prensipleri daha geniş ölçüde hüküm sürecektir" diyerek çok partili düzene geçişin ilk sinyalini verdi. Çünkü çok partili düzen, müttefik ülkelerden destek alabilmenin ve Birleşmiş Milletler'e üye olabilmenin koşullarından biriydi...
Bunu 7 Haziran'da 1945'te, CHP milletvekilleri Celâl Bayar, Refik Koraltan, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü'nün parti tüzüğündeki antidemokratik maddelerin değiştirilmesini isteyen "Dörtlü Takrir"'i Meclis Grubu'na sunmaları izlemişti. Takrir reddedildiği gibi, imzacılardan Koraltan, Menderes ve Köprülü partiden ihraç edilmiş, Bayar ise milletvekilliğinden istifa etmişti.
ATOM BOMBALARİNİN ARDİNDAN AMERİKANCI DEMOKRATİKLEŞME!
1945'in yazında, daha önce ilkokulun üçüncü sınıfını okuduğum Kayseri'nin Muncusun köyünü ziyarete gitmiştim.
İşte bu kızgın uzun yaz günlerinin birinde, 6 Ağustos'ta ABD'nin Hiroşima'yı atom bombasıyla vurduğu haberi köy kahvesinin radyosuna bomba gibi düşmüştü. Almanya yenilmiş ama Uzakdoğu’da, Pasifik’te savaş henüz sonuçlanmamıştı. Arkadaşım İzzet nefes nefese koşarak gelmişti: "Koşun lan, koşun... Amerika bir bomba patlatmış tüm Japonya’yı yerle bir etmiş…"
Hep birlikte köy kahvesinin oraya seyirtmiştik. Herkes heyecan içerisindeydi… Köy Enstitüleri'nin ilk mezunlarından olup bir önceki yıl Muncusun’a tayin edilmiş genç öğretmenler olayı yorumlamaya çalışıyorlardı. Ama herkese heyecan veren onbinlerce Japon’un bir anda yok olması değil, ABD’nin böylesine bir vurucu güce ulaşmış olmasıydı.
9 Ağustos 1945'te yine ABD'nin Nagasaki'yi de atom bombasıyla vurmasından sonra Japonya teslim olacak ve II. Dünya Savaşı Pasifik'te de sona erecekti... Sonraki günlerde köye ulaşan Karagöz, Köroğlu gibi gazetelerin birinci sayfalarındaki büyük karikatürlerde silindir şapkalı, keçi sakallı Sam Amca dünyaya nizam veren “esas oğlan” olarak ön plana çıkıyor, Sovyetler Birliği'ne ise giderek ya gözü dönmüş bir Bolşevik askeri ya da vahşi bir ayı görüntüsüyle “kötü adam” rolü yakıştırılıyordu.
Ders yılı başlayıp da Konya'daki yatılı okuluma döndüğümde diğer yörelerden gelen sınıf arkadaşlarım da savaş sonrasının kendi bölgelerindeki birikimlerini anlatıyorlardı. En çok da atom bombası, ABD’nin üstünlüğü, Rusların tarihte olduğu gibi yine Türk topraklarına göz diktiği üzerinde konuşuluyordu.
O dönemde okula Cumhuriyet’in, Tasvir’in, Karagöz’ün, Köroğlu’nun yanısıra Tan Gazetesi de gelmeğe başlamıştı. Savaş sonrası çok partili rejime geçileceği söyleniyor, gazetelerin birinci sayfalarında savaşa ilişkin karikatürlerin yerini yavaş yavaş iç siyaset karikatürleri alıyordu. Demokrasi kelimesini de ilk bu vesileyle duymağa başlamıştık.
Bu ortamdadır ki, çok partili demokrasiye geçişin ilk emaresi olarak, 5 Eylül 1945'te, ülkenin büyük para babalarından Nuri Demirağ tarafından Milli Kalkınma Partisi kuruldu. Ama gözler, muhalefetlerinin ana nedeni yoksul köylülerin topraklandırılmasına karşı büyük toprak ağalarının çıkarlarını savunmak olan Celâl Bayar, Refik Koraltan, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü'deydi...
"ÇOK PARTİLİ REJİM"İN 80 YILLIK ANTİ-DEMOKRATIK BİLANÇOSU
Bir gün yemekhaneden çıkmış mütalaaya gidiyordum ki, öğretmenler odasının önünden geçerken ister istemez içerideki yüksek sesli bir tartışmaya tanık oldum. Tartışmada sık sık Tan Gazetesi’nin ve de Sertel’lerin adı ve de “komünist” kelimesi geçiyordu.
Sertel ismi benim için çok önemliydi. Issız sessiz ara istasyonlarda onların yayınladıkları, babamın komşu kentlere gittiğinde alıp getirdiği kitapları, Çocuk Ansiklopedisi'ni okuyarak yetişmiştim.
Daha sonraki günlerde artık Tan Gazetesi gelmez oldu. Gelen diğer gazetelerden, Sertel’lere ait Tan Gazetesi’nin ve matbaasının 4 Aralık 1945'te CHP'nin kışkırttığı milliyetçi, vatanperver üniversite gençliği tarafından nasıl kahramanca susturuduğunun hikayesini okuyacaktık.
Bir ay sonra da, 7 Ocak 1946'da Dörtlü Takrir'in imzacıları tarafından Demokrat Parti kuruldu... Dört yıl sonra tek başıma iktidar olacak Demokrat Parti'ye dokunan olmadı.
Buna karşılık, işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin hak ve istemlerini savunmak üzere kurulmuş olan partilerden Türkiye Sosyalist İşçi Partisi 14 Aralık 1946'da, Türkiye Sosyalist Partisi ve Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi 16 Aralık 1946'da askeri mahkeme kararıyla kapatılıp kurucuları tutuklanacak, bu partileri destekleyen yayın organları da susturulacaktı.
Demokrat Parti'nin tek başına iktidar olmasından sonra "demokratikleşme" adına yaptığı ilk işlerden biri 1951 yılında Türkiye Komünist Partisi tutuklamalarını başlatarak kurucularını yıllar süren hapis ve sürgün cezalarına mahkum etmek olacaktı.
Sola karşı bu alçakça senaryoların uygulanmasına 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbelerinden sonra fazlasıyla tanık olduğumuz gibi, 90'lı yıllardan günümüze kadar Kürt siyasal partilerini hedef alan yasaklama, yöneticilerini tutuklama, yayınlarını susturma, seçilmiş belediye başkanlarını görevden alıp yerlerine kayyım atama, o da yetmezmiş gibi, Irak'taki ve Suriye'deki, hattâ Batı ülkelerindeki Kürt örgütlerine saldırıların ardı arkası hiç kesilmedi...
Evet, yarın başlayacak olan 2025 yılı, Türkiye'de 30 yıl süren tek parti diktatörlüğünün ardından sözüm ona "demokratikleşme"nin ya da "çok partili rejim"in başlatılmasının tam 80. yıldönümüdür...
Bu 80 yıllık "alaturka demokrasi" sürecini baştan sona yaşamış, acılarını paylaşmış kişi olarak yeni başlatılan "süreç"i dikkatle izliyorum...
Başta Abdullah Öcalan ve DEM Parti'nin yöneticileri olmak üzere sadece "barış" ve "kardeşlik" değil, aynı zamanda gerçekten "demokratikleşme" mücadelesi veren tüm dostlara başarılar ve iyi yeni yıllar diliyorum.