Şahap Eraslan
Yetişkinlere masallar (3): Öfke deşarjları; 'Ermeni dölleri', Aleviler, Kürtler, solcular
İnsanlar paranoyak masallara inansalar da reel bir hayat yaşıyorlar. Her alışverişte ekonomik krizin etkileri her yoksulu aynı ve eşit vuruyor. İşte bu krizin etkileri komplo masalcılarında da derin bir öfke yaratıyor. Dış güçlerin uzakta ve ulaşılmaz olması, onlara olan öfkenin dışa vurulamamasına ve öfkeyi dışarı vurarak bir rahatlama yaşanamamasına neden oluyor. İşte burada, ülke içindeki ötekiler yeniden dış düşmanların işbirlikçileri olarak deşifre ediliyor: "Vatan haini, işbirlikçiler, vatanı satanlar" masalı oluşuyor. Böylece uzaktaki soyut dış güçler işbirlikçilik masalıyla yanımıza geliyor ve somut kişiler oluyor. Kriz karşısında pasif kalan ve krizin etkilerinden kendini mağdur sayan masal kitlesi, aktif olmak ve mağduriyetten kurtulmak için kendilerine mağdurlar seçerek, bu insanları mağdur ederek mağduriyetten kurtulmayı deniyor. Bu mağdur olmama meselesi onu yeniden ‘fail’ durumuna getiriyor.
Kuşaklardır süren, her kuşağın gelecek kuşağa miras bıraktığı faillik gelecek kuşakta da sürüyor. Fail geleneği kronikleşiyor: Psikanalizde kuşaklararası aktarım olarak tanımladığımız, bir kuşağın halledemediği psikolojik bir sorunu ve bir kötülüğü gelecek kuşağa aktarması olgusunu yaşıyoruz. Erdoğan sürekli bu insanları işaret ederek islamofaşistleri bu insanların üzerine sürüyor. Bu ülkenin her krizde öfkeleri deşarj etmek için kullanılan "Ermeni dölleri", Alevileri, Kürtleri, solcuları ve son dönemlerde de Fetöcüleri var. Bu gruplar bu toplumda oluşan her öfke için projeksiyon alanı olarak kullanılıyor. Bu ‘bizim ötekiler’ zaten hain oldukları için hukuka falan da gerek duyulmadan cezalandırılabiliyorlar! Devlet işkenceyi doğal bir işleme dönüştürürken ‘şiddetin sapıklaştırılmasına’ da tanık oluyoruz... Bugün muhaliflere zulüm yapanlar vatana hizmet ettiklerini sanıyorlar. Yani bu pislik ve kirlilik "Vatan, millet, Sakarya" şerbeti içirilerek sahneleniyor.
Vicdan tanrısal ilahi adaletin yeryüzüne inmesi, içimize konumlanmasıdır sembolik olarak. İşte bu vicdan içimizde bir mahkeme kurmamızı, davranışlarımızı sorgulama imkanı sunar. Dinsel kontekste düşünenler "ilahi adaleti" tekrar tanrıya iade ediyorlar. Zulüm varsa Tanrı onun cezasını mutlaka verecektir. Bu bağlamda benim itiraz edip başımı da belaya sokmama gerek yoktur. Ne de olsa Meriç ya da Silivri bayağı soğuktur... Bu da baş kaldırıyı, itirazı gereksiz hale getiriyor. Güvendiğiniz bir reis, führer, başbuğunuz da varsa vicdanı ona devreder onun her şeyi doğru yaptığını varsayarak vicdanızı da erken emekli edebilirsiniz... Bu kadar zulüm varken bu insanlar vicdansız değil, vicdanlarını başka birine bırakmış durumdalar... Ayrıca insanların itiraz etme, asi olma, hakkını arama eğilimleri de saygı sömürüsü, "şükretme" konseptiyle etkisiz hale getiriliyor."Şükür" konsepti edilgen bir şeymiş gibi görünse de aslında yaşanana aktif olarak katlanmak, tahammül etmektir. Etkin bir biçimde baş kaldırmak yerine edilgen görünümlü şükür konseptiyle yetiniliyor. Çünkü şükür devletle takışmanızı, devletin radarına takılmayı engelliyor. Şükretmek hiç bir olumsuz sonucu olmayan ve aynı zamanda tanrıya sığınmak anlamı da taşıyor. Böylece insanlar değiştirmek, dönüştürmekten çok tanrıya "kötü"yü havale ediyorlar ve mutlak adaletinin yerini bulacağını umuyorlar. Dinsel konseptler genelde itaatı, boyun eğmeyi, şükretmeyi öneriyorlar...
İnanç, politika ve şov
Papanın gezilerini izlemişsinizdir. Her biri dinsel bir tiyatro, dinsel bir şovdur. Papanın söylediklerinden çok sergilenen şovdan etkileniyor insanlar. Diyanet İşleri Başkanı bu ülkenin en iyi şovmeni. Tarikat şeyhleri, hacılar, hocalar her biri iyi birer şovmen oldular. İçerikten çok bu şovla insanı etkiliyorlar. Dinsel ritüellerin başından bu yana böyle bir özelliği var; ritüel, sergilenen bir şeydir, şov efekti vardır ve teatral bir gösteridir aynı zamanda. Ritüelin etkisi de bu sahnelemededir: Ritüel sıradan bir şey değil, sıra dışı, olağan dışı bir şeydir. Bu olağan dışılık bilgiye ilişkin, bilginin doğruluğuna ilişkin değil; ama sahnelenerek bilgi doğruymuş etkisi yaratılıyor. Mesela Diyanet İşleri Başkanının sergilediği şova özel bir anlam yüklenip doğruluğu sorgulanamaz hale getirilirken bunlar bir mizansen, bir sahneleme eşliğinde, kutsalın arkasına gizlenerek yapılıyor. Kutsalın arkasına gizlenerek söylenen palavraların gerçekliği sorgulanamıyor, çünkü bu sorgulama Tanrı’yı sorguluyormuş filmine dönüştürülüyor. Burada bağırılıyor: Tekbiiir! Böylece yöneltilen soruya gürültüyle karşılık veriliyor.
Bir suflör bir metin okumasa da sahneleme ve teatrallık üzerinden izleyen/inanan ile şovmen/dini önder arasındaki fark belirginleşiyor... Sahnede duran, mikrofonu ve gücü elinde tutanla seyirci, yani inanan insan arasındaki asimetrik ilişkinin altı kalınca çiziliyor. Politika da bir sergilemeye ve sahnelemeye dayanıyor; adeta bir film, bir tiyatro oyunu. Burada tiyatro lafını bir olguyu anlatabilmek için kullanıyorum; kast ettiğim bir sanat olarak tiyatro değil. Benim burada tiyatro dediğim, tiyatroya yapılan bir taciz aslında... Mitingler bir organizasyonla hazırlanan, program akışı belli olan şovlardır. Televizyonla birlikte politikacılar, rolünü okuyan ve ezberleyen, suflör bile kullanan müsamere çocuklarına dönüştüler. Televizyon ve sahne varsa o ortamda poz vermek de vardır. Bu bağlamda bazı politikacılar rollerini abartıyorlar. Aktörler ve tiyatrocular oyun boyunca, sadece rolleri gereği rol yaparken, bazı politikacıların hayatları rol ve poz vermek şeklinde geçiyor. Biz aslında politikacılardan çok bu rolü, bir maskeyi tanıyoruz. Psikanalist Erich Fromm rol yapanların, yapay olan insanların hakiki olamadıklarını, kibar insanların aslında yapay insanlar olduklarını da yazar. Bu politikacılar bir dönem sonra gerçeklikle ilişkilerini koparıyorlar. Mesela Erdoğan’ın yıllar önceki haliyle bugünü karşılaştırınca yaptığı makyaj ve değişim gerçeklikten kopuş hikayesine dönüyor; yüzündeki ayazın izlerini saklamak için kullanılan fondöten, utanmanın da üzerini örtmüş sanki...
Erdoğan politik şovda gecekondulu, yoksul ama mağrur, yiğit bir delikanlı olarak, bir arabesk öyküyle pazarlandı. Dik başlı ve gururla hapiste volta atan adam görüntüsüyle kabalığı, cahilliği, görgüsüzlüğü, bilgisizliği ve kinci yanı bu arabesk görüntüde gizlendi. Onun yoksulluğuna ilişkin söylediklerinin sosyal kıskançlığı da vurguladığını, bu kıskançlığın tükenmeyen bir öfke doğurduğunu göremiyorduk. Televizyona önce Sezen Aksu çıkıyor, Kemal Burkay’ın "Bir kedim bile yok" dizelerini söylüyor, ardından Erdoğan parmağındaki yüzüğü göstererek "Bir evim bile yok, kiradayım!" diyordu. Dürüstlüğüne referansı inanç ve bu inanç üzerinden Kuran, Muhammed ve Allah’tı. Kutsalın arkasına kim gizleniyorsa kazanıyor bu coğrafyada! Halk bu gösteriyi, bu imajı sevdi. Nihayet politikacı camiasına kafa tutan, Allah korkusu olan bizden biri sahnedeydi. Onun inançlı görünümü mucize yaratabileceği, keramet sahibi olacağı umudunu besledi. Hayatımızın bir mucizeye kalmış olmasını sorgulamak yerine, keramet beklemenin ne kadar çaresiz olduğumuzu gösterdiğini kavramak yerine, kahramanların kurtarma masalına bir kez daha inandık...
Bilinmeze tahammül edebilme olgunluğu
Psikanalist Wilfred Bion’un tanımladığı bir fenomen vardır: "Negative capability". İnsanların anlayamadıkları durumlar ve olgular rahatsızlık verir. Bu halleri açıklayarak bir rahatlık sağlarız. Küçük yaşta çocukların çokça sorular sorması, anlamadıkları bir durumu açıklayarak rahatlık elde etmek içindir. Yetişkinlikte de açıklamalar ararız. Sevgilimizin bizi neden terk ettiğini, çocuğumuzun sınavı neden kazanamadığını, doların neden yükseldiğini, ekonomik krizi ve yoksulluğu anlamak isteriz. Dinler çok karmaşık sorunlara basit ve kolay, herkesin anladığını sandığı açıklamalar sunar: Kader, Tanrı böyle istedi, ölümden sonra da hayat var gibi. Politikacılar, özellikle popülist politikacılar da zor ve karmaşık problemlere basit açıklamalar sunarlar. Dış güçler ve komplo masalı anlatısı bu bağlamda kullanılır. İnsanların tanıdıkları bir model kullanılır ve saçma da olsa herkesin anlayacağı basit bir formül sunulur. Bion’un bize anlatmak istediği ise, bazı soruların yanıtının hemen olmamasına ve bazı sorulara hiçbir zaman yanıt bulamayacağımıza tahammül etmenin bir yetişkinlik belirtisi olduğu, sabırlı ve tahammüllü kişilerin psikolojik olgunluğa ulaştıkları gerçeğidir. Ayrıca her soruya bir cevabın olmasının ardında ilkel bir narsisizm, kendini tanrı sanma isteği de vardır. Birçok inanca göre yeryüzündeki her sorunun cevabını sadece Tanrı bilir. Her soruya bir yanıtımızın olduğunu sanıyorsak, aynı zamanda tanrısal bir gücümüz varmış gibi davranıyoruzdur. Maalesef yeryüzünde bazı soruların gerçekten yanıtları yok...
İnsanlarda gözlemlediğimiz bir başka olgu ise olayları birbirleriyle ilişkilendirmektir. Psikanalist Auchter’ın kullandığı "arkaik düzen gereksinimi" (das archaische Ordnungsbedürnis) kavramının da ifade ettiği gibi, bu bir ihtiyaçtır. İnsan gördüklerini, yaşadıklarını birbirleriyle ilişkilendirerek ‘Neden?’ sorusuna açıklık getirmeyi dener. Bulduğu bu açıklamalar kendi iç dünyasını rahatlatma, kafasındaki soruları böylece kendince çözme gereksinimiyle ortaya çıkar. Babil Kulelerinden gökyüzüne bakan o zamanın astrologları milyonlarca ışık yılı önce ölmüş yıldızları birbirleriyle ilişkilendirmeyi deniyor, yıldızlara bakarak birbirlerinden milyarlarca ışık yılı uzakta olan yıldızlardan bitki ve hayvan figürleri yapıyor ve böylece bu yıldızlar arasında sıkı bir bağ var olduğunu sayıyorlardı. Bir soruya, ekonomik krize mesela, yanıt ararken çeşitli bağlantıları da araştırırız. Türkiye’deki ekonomik krizin başka olgularla bağlantılarına bakarız. Ama bu eğilim çoğu kez mantık dışı arayışlara da iter: "Pandemiyi Türk erkeğini kısırlaştırmak için bilerek çıkardılar diye inanmak, ya da dolar değer kaybetsin diye dualar etmek gibi... Paranoyak eğilimi olan kişi ve toplumlar daha çok irrasyonel bağlantılar ve ilişkilendirmeler peşindedir.