Fadıl Öztürk
Zaman bükülseydi eğer
İnsan yaşayıp geçmişte bıraktığı çocukluğundan yara alır mı, ben aldım. Benim doğduğum yıl kurulmuş olmalıydı, yazılı kaynaklar 1955 diye yazıyorlar. Hatırladığıma göre ben dört ya da beş yaşında olmalıydım, Erivan Radyosu'nu ilk dinlediğimizde.
Hangi dayım almıştı hatırlamıyorum. Kendisinden büyük silindirimsi ve yassı kare iki adet pilleriyle yaşlı genç hepimiz o gün radyo ile tanışmıştık. Biz çocukların merakı, büyüklerin merakından kat kat fazlaydı. İçinde konuşan, kılamlar söyleyen sihirli bir kutuydu radyo. Her zaman açılmazdı. Odanın bir köşesinde tahtadan onun için yapılan rafta, kanaviçe işlenmiş örtülerin süslediği yerde duruyordu. Pilleriyle beraber kocaman yer kaplıyordu ve bir o kadar da ağırdı. Hafif olsaydı çocuk merakımla raftan indirip, öncelikle açıp içine bakardım, dilimizden konuşan ve şarkı söyleyenleri görmek, öğrenmek için. Her iki ailenin ilk torunları olduğum için bana her şey serbestti, radyo hariç. Karşıdan merakla izler dururdum.
Dayımların o radyosunda Erivan Radyosu'nu kadınlı, erkekli, çocuklu bütün köylülerle beraber dinlediğimizi dün gibi hatırlıyorum. Duvarın gölgesi uzanmış, akşam serinliği çökmüştü köyün üstüne. Özellikle kadınlar ve genç kızlar adeta bir düğüne gider gibi, en güzel giysilerini giyinmişlerdi. Yusuf Amcaların sıvanmış damında, tahta bir yükseltinin üstüne konmuştu radyo ve radyodan büyük pilleri. Bizler de radyoya iki metre mesafede yan yana bir kaç sıra halinde oturmuş radyonun açılmasını bekliyorduk. Bugünkü radyolar gibi, düğmesini açınca hemen açılmıyordu radyo, bataryalarının ısınması lazımdı…
Başka bir dil bilmediğimiz için, kurmanci haber vermesi ve kılam söylemesinden öteye, bir kutunun içinde bunca insan ve müziğin nasıl sıkıştırıldığını merak ediyorduk. Çocukların ve yaşlıların eşitlendiği tek şey bu merak duygusuydu herhalde. Üstelik bir tonda da söylemiyordu, sesi kısmak ve açmak da mümkündü. İşte o gün, o akşam serinliği gölgede, o damın üstünde hayatımıza girmişti radyo. Görmediğimiz, o güne kadar tanımadığımız, bizim gibi konuşan ve şarkı söyleyen insanların varlığından radyo sayesinde haberdar olmuştuk.
Büyük bir yamaca bakıyordu köyümüz. Özellikle akşam ve sabah serinliğinde bir mermi sıktığınızda yankısıyla on mermi sıkılmış gibi ses verirdi. Ses çıktığı yerden havaya karışarak kaybolmuyordu. Erivan radyosunu karşı yamaçtan yankılanan sesiyle dinler olmuştuk, ama merakımızı giderememiştik. Çok sonraki yıllarda, Amerikalıların aya gittikleri zamanda bizim olduğu gibi her evin bir radyosu olmuştu. Ben o radyomuzu defalarca söküp takmış, merakımı gidermeye çalışmıştım. O yıllarda, ortaokulda okurken, tatilde köye Molla Mustafa Barzani'nin hayatını konu edinen kitabını beraberimde götürmüş, yaz tatili boyunca okumuş, dedemin bütün sorularını yanıtlamıştım.
İşte o gün, Kerkük'te Peşmerge’nin direnmeden geri çekildiğini duyduğum anda, geri gidip çocukluğumdan yara aldım. Radyo sehpadan düşüp paramparça oldu. Çocuklar ağlayıp annelerinin kucağına sığındı. Genç kızlar taranmış saçlarını yoldular o işgalle. Yaşlılar hemen orada ömürlerinin sonuna gelip, vasiyetlerini iniltiyle bıraktılar yeryüzünün o parçasına. Su kurudu, balıklar can çekişti. Dal kırıldı ve kuşlar uçup çok uzaklara gittiler. Gözler içine aktı o acıyla, bir daha görmediler. Kulaklar duymaz, dil dönmez, dudak kımıldamaz oldu.
Bu kaçıncı yaradır ve nasıl sağaltılır, bilmiyorum. Olanca ağırlığıyla sanki bütün Kerkük üstümüze yıkılmıştı o an. Konvoylar halinde terk edilen damla damla bedenimizi terk eden kanımızdı sanki. Kapıyı vurup gidilecek, içinden çıkılacak gibi bir dert değildi. Küfür bir işe yarmıyordu, duvara yumruk atmak, sigarayı sigarayla yakmak…
Yanı başlarında, Rojava'da yepyeni bir hayat filizlenirken, yüzlerini oraya dönmeyip kendi iktidarlarını kirli pazarlıklarla sürdürmek derdine düşmüştü Kürt elitleri. Bağımsızlık referandumuna olan gücümüzle omuz verirken biz, onların omuzları kabza, gez, gözler arpacık dememiş, parmakları değmemişti tetiğe. Kürdistan'ın Che Guevara’sı Dr. Sait Kırmızıtoprak ve onun üzerinden bütün Kürtlere yapılan ihanet gelip oturdu aklıma. 'Ah, zaman bükülseydi de, o anla şimdiki anı yan yana getirip, Kırmızıtoprak'a ihanetin acısını sorsaydık' diyorum kendi kendime…